Sağ-sol zihin haritasını değiştirmekten söz ediyorsunuz... bu arada Türkiye'de sağ-sol ayrımının en geçerli ölçüsünün dinle, dindarlıkla alakalı olduğunu da "ölçtüğünüzü" söylüyorsunuz... Peki, önce ezeli-ebedi soru: sağ-sol ayrımına hâlâ önem atfedenlerden misiniz yoksa artık değil mi? Bir anlamı varsa, siz ayrım hattını nasıl çizersiniz?
Sağ-sol ayrımı elbette hâlâ birçok meseledeki sorunu, çelişkiyi, pozisyonları açıklıyor. Hâlâ ana siyasi eksen de buradan yürüyor. Bunlar doğru. Ama günümüzdeki birçok meseleyi açıklamak, kavramak ve siyaset üretmekte de yetersiz kalıyor, başka eksenlere, siyasi modellemeye ihtiyaç olduğu görülüyor. Bugünün aidiyet ve kimlik meselelerine, gündelik yaşam alanlarının neredeyse tümünün siyasallaştığı bu zaman aralığında karşılaşılan yeni sorunlara ise yetmediğini sanıyorum. Örneğin Kürt meselesinde, çevre meselesinde, kadın meselesinde, GDO’lu ürün veya kuraklık meselesinde sağ-sol ayrımı yeterli mi, sorgulamamız lazım. Denebilir ki özgürlük ve eşitlik kavramı tüm bu meselelerde turnusol kâğıdı görevi görebilir. Ama o zaman da şu sorunun cevabı yok: Türkiye sağının sahiplendiği “adalet” kavramının eşitlik ve özgürlük kavramlarını içermediğini mi varsayacağız? Ya da bugün Angola’da, Afganistan’da bile kim eşitlik ve özgürlük kavramlarına itiraz eder ki.
Sağ-sol kavramları sanayi toplumunun standart üretime ve ölçek ekonomisine dayalı üretim biçiminden beslenen siyasi pozisyonlardı ve açıklayıcıydı, gücünü de buradan alıyordu. Ama bugün sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçmeye çalışılan zaman aralığında, üretim biçimlerinin de, emek biçimlerinin de değiştiği, çoklaştığı, esnekleştiği bir dönemdeyiz. Üstelik de artık metropollerde, tüm farklılıkların bir arada ve yüz yüze yaşandığı bu dönemde sağ-sol ayrımının bir adım ötesinde pozisyona ihtiyaç var. Bu çoklu, çok-aktörlü, çok-boyutlu, zaman ve mekândan bağımsız üretimin, örgütlenmenin, yaşamanın mümkün olduğu bu zaman aralığında önce bu çokluğun kendi kimliğiyle, kendi tercihleriyle bir arada yaşamasını, birbiriyle ilişkisini, empatiyi, müzakereyi, ortak yaşama dair kararlara kendi kimliğiyle katılabilmesini savunmak gerekiyor. Yani önce demokrat, “amasız”, “fakatsız” demokrat olabilmek gerekiyor.
Benim zihnî ayrımım berrak. Önce herkesin kendi kimliği ve tercihleriyle bir arada yaşayabildiği “hedef durumu” savunalım ve inşa edelim, sonra her birimiz o hedef durumda kendi siyasi tercih ve pozisyonlarımızın nasıl olabileceğine odaklanalım. Yani hedef durum ile o durumdaki pozisyonları siyaset olarak da zihnen de ayırmaktan söz ediyorum.
Benin kişisel zihnî ve duygusal dünyam o hedef durumda solcu olmayı işaret ediyor. Ama bu kapsamdan bakarak sol tanımını da en sade başlangıç noktasından yeniden düşünmek, tartışmak gerekiyor. Benim bu zihnî egzersize başlangıç noktamda iki ön kabulüm var. Birincisi yaşamda eşitsizliği kader kabul etmemek, ikincisi de her eşitsizlik durumunda mağdurdan yana, devlete karşı yurttaştan, erkeğe karşı kadından, zengine karşı yoksuldan, insana karşı doğadan, Türk’e karşı Kürt’ten, patrona karşı çalışandan, büyüğe karşı çocuktan yana olmak.
"Sahicilik"ten çok sık söz ediyorsunuz, kitapta da, konuşmalarınızda da ona bir geçerlilik ölçüsü atfediyorsunuz. Meramınızı, ne kastettiğinizi anladığımı zannediyorum. Elbette, sahici olsun... Ama yine de sahiciliğe fazla yatırım yapmakla ilgili şüphelerim var. Birincisi, iletişimin bu kadar "dolaylandığı", medya teknolojisinin hakikati hallaç pamuğu gibi attığı şu devirde, sahiciliği nereden bulup çıkaracaksınız? İkincisi, eski moda bulabilirsiniz ama siyasette sahiciliğin, bir hedefi, bir değeri, bir programı ikame edecek kadar yer kaplar hale gelmesi, -ki bu sizin sahiciliğe verdiğiniz önemden bağımsız olarak zaten öyle-, bana siyaseti erozyona uğratıyor gibi görünüyor.
Bu tespitinize katılırım, sahici ve samimi olmanın cehaletin ve ölçüsüz, edep dışı davranmanın kılıfı olduğu örnekleri çokça görüyoruz. Özellikle de cehaletin, bilgisizliğin, cüretkârlığın… Ama ben sahiciliği tek başına kullanmıyorum. Hangi pozisyonda olursanız olun, ister siyasetçi ister aydın, ister şirket yöneticisi olun, kitlelerle, seçmenle, müşteriyle ilişkinizdeki en önemli aşama güven inşası aşaması. Ne oluyor da insanlar size, partinize, markanıza, ürününüze güven duymaya başlıyorlar? Bu güven inşa sürecinde sade bireyler neleri önemsiyorlar? İşte bu noktada üç şey öne çıkıyor: samimi/sahici olmak, adil olmak ve vizyonunuz ya da vaadiniz. Yani tek başına sahicilik yetmiyor. Tıpkı tek başına doğru söylemin, doğru vizyonun da yetmediği gibi. Balkondan aşağıdaki kitleye doğru söylüyor olmanız, “şu yöne doğru gidin” demeniz onları harekete geçirmeye yetmiyor. Onlarla beraber, onlarla aynı duyguları taşıyor, aynı dilden konuşuyor olacaksınız ama onlardan farklı olarak da gidilecek yolun sizi nereye götüreceğinize dair bilgiye sahip olacaksınız ki sizinle yol yürüsünler.
Bir başka ayrından söylersek karşınızdakileri ikna edebilmenin üç unsuru var, sizin kim olduğunuz, nasıl söylediğiniz ve ne söylediğiniz. Sizin kim olduğunuza dair insanlardaki algı ve kanaat bir anlık hissediş değil, uzun süreli bir izlemenin, tanışlığın, sürenin, deneyim biriktirmenin sonucu. Ve evet, bunun için samimiyet, sahicilik önemli ölçülerden birisi. İkinci unsur nasıl söylediğiniz, hangi dilden, hangi kelimelerden, duygulardan beslenerek söylediğiniz. Bu aşamada da sahiciliğin payı var. Üçüncü unsur ise ne söylediğiniz. Eğer içerik, vizyon, vaat, bilgi eksikse öncekiler de bir yerden sonra çalışmıyor artık. Sizin işaret ettiğiniz durumu ortaya çıkaran şey, son yıllarda artan popülist lider ve hareketlerin kitlelerle sahicilik üzerinden ilişki kurarlarken, bilgiye ve vizyona değil, korkuları manipüle etmeye, lümpenleşmeye yaslanıyor olmalarından kaynaklanıyor bence.
Kutuplaşmayla ilgili çarpıcı tespitler var kitapta... bununla beraber, kutuplaşmaya rağmen beraber yaşamayı veya tahammülü mümkün kılan ara alanlara işaret ediyorsunuz. İnsanların beyan ettikleri kanaatlerle yapıp ettikleri arasındaki, onları söylediklerinden daha az fanatik davranabildiklerini de gösteren geniş açıları da gösteriyorsunuz... "Hibrid alanlara" dikkat çekiyorsunuz... "İkircikli bir toplum" diyorsunuz. Birincisi, bir riyakârlık manzarası da görünüyor mu size burada, onu sorayım.
Sözünü ettiğiniz ayrımı, yani doğru bilinenle yapılan arasındaki ayrımı ne zaman, hangi sunumda kullansam hemen sizin bu sorunuzla karşılaşıyorum. Kusura bakmazsanız bu soruyu soranların tümünün de “eğitimli çocuklar” olduğunun altını çizmeliyim.
Önce şunu söylemeliyim, bu durum Batı toplumlarında da gözlenen bir durum, yalnızca ülkemiz insanına özgü bir şey değil. İkincisi bizim araştırmalarımızın bulgularına göre, bu ayrım eğitimli-eğitimsiz, genç-yaşlı, dindar-inançsız hemen hiçbir kümeye göre farklılaşmıyor, her demografik ve sosyolojik kümede gözleniyor.
O zaman soru şu: Neden insanlar böyle davranıyor? Bir bakıma riyakârlık belki ama bilinçli bir riyakârlıktan söz ediyoruz çünkü.
Son otuz-kırk yılın değişen hayat ritmi ve siyaset eliyle çözülemeyen toplumsal, siyasal sorunlar nedeniyle sade bireylerin zihin haritalarında paradoksal görünen bir düşünüş ve davranış biçimi var. Değerler ile gündelik hayat pratikleri arasındaki kayda değer bir yarılma ve farklılaşma gözleniyor. Değer dediğimiz şey özü itibarıyla bir ölçüt. Kişilerin gündelik hayattaki düşünce, tutum ve davranışlarının toplumun ortak değerlerine göre ölçülmesi, değerlendirilmesi bir bakıma. Neyin iyi, güzel ve doğru; neyin kötü, çirkin ve yanlış olduğunu gösteren ölçütler. Bir aidiyet grubuna, topluma dahil olan bireyin tutum ve davranışlarında uymak, en azından dikkate almak zorunda olduğu o grubun ya da toplumun yazılı olmayan ahlâki ilkeleri. Teorik tanıma göre bir aidiyet grubundan ya da toplumdan söz edebilmek için o grubun ya da toplumun ortak hedefleri, ilgili konularda başvurulacak benimsenmiş norm ve değerleri, normlara saygı gösterilmesi ve ihlal edilmesi durumunda uygulanacak ödül ve ceza gibi yaptırımların benimsenmiş olması gerekiyor.
Sorun da değerlerin ve toplumun bu teorik tanımlarıyla yaşanan pratiğin çelişkisinden çıkıyor. Modernleşme, Batılılaşma veya toplumsal dönüşüm, nasıl adlandırırsak adlandıralım, son yüz yılda bu toplumun yaşadığı dönüşüm ve değişim süreçlerine hiçbir ekonomik, toplumsal ve kültürel küme kendi kimliğiyle katılamadı. Örneğin Murat Somer’in tanımıyla, Kürt meselesine, Kürtlerin modernleşme süreçlerine ve o süreçlerin ürettiği sorunların çözümüne kendi kimlikleriyle katılamamalarının sonucu olarak da bakmak mümkün. Tüm bu dönüşüm ve değişim Türk, laik, Sünni bir elit tarafından tasarlandı ve yürütüldü. Bu süreçler boyunca tüm farklılıklar yok sayıldı. O nedenle yalnızca Kürtler değil, Aleviler, dindarlar, emekçiler gibi hemen tüm toplumsal ve kültürel kümeler de katılamadı. Toplumun büyük kısmının öznesi değil, hedefi olduğu bu süreçler sonucunda Şerif Mardin’in de işaret ettiği gibi iyi, doğru, güzelin ortak referansları ve tanımları da üretilemedi. Farklı kümelerin farklı, iyi, doğru, güzel tanımları ve referansları gelişti. Ortak değer alanı daraldı.
Yine benzer nedenlerle devlet aygıtı ve hukuk hem kurucular ve egemenler tarafından yurttaşları denetlemek esaslı kuruldu hem de toplumun büyük kümeleri tarafından içselleştirilmedi. Devlet ve hukuk, bireysel hayatlara dahil edilmeden, mümkünse ilişilmeden uzak durulması gereken kurumlar ve güçler olarak algılandı.
Son otuz-kırk yılın dünyada ve ülkedeki değişikliklere paralel olarak bu kurucu model ancak siyaset eliyle reforme edilebilirdi. Ama siyaset sorun çözme kapasitesinin düşüklüğüyle bunu beceremedi. Her geçen gün toplumun devlete, hukuka ve siyasete güveni daha da aşındı.
Bir yandan toplumun referanslarına güveneceği yeni ve ortak değerlerin oluşmaması, öte yandan da devlete ve hukuka güvensizlik. Bu durumda bireyler, değerlerine, bu değerlerine olan inançlarına karşın gündelik hayat pratiklerinde farklı davranmayı meşru görmeye başladı.
Bir bakıma bu davranış şekli sade bireylerin savunma kodu da oldu. Böyle yaparak ortak alanlarda kendi yararını koruduğunu düşünüyor ya da o öyle davranmasa da ötekilerin öyle davranacağını varsayarak kendi vicdanını rahatlatıyor.
Yine buradan devam edelim... Bu çizdiğiniz eskizden şöyle bir resim de çıkarabileceğimizi düşündüm: ne öldüren ne onduran bir vaziyet! Yani varabileceği en feci sonuçlara kadar gitmeyen, ama -tabii ki mutlak kurtuluş filan demiyorum- temiz bir demokratikleşmeye, feraha, felaha da varamayan, hep yarım, hep "hibrid" bir durum... Ne dersiniz?
Evet, ne olduran ne öldüren tespitine katılırım. Çünkü ikircikli davranış bir bakıma iki ayak arasında da senkronizasyon sorunu üretiyor. Bir ayağınız ilerlerken diğeri ona eşlik etmiyor, hatta yerinden kıpırdamıyor. Pratikleriniz değişiyor ama değerleriniz değişime direniyor, aklınız değişiyor ama gönlünüz direniyor vs. Bu el freni çekik araba misali durum nedeniyle de ne değişim talebi ne demokrasi talebi yeterince güçleniyor. Çokça toplumun değişim ya da demokratikleşme isteyip istemediği ya da değişime karşı dirençli olup olmadığı tartışılır. Bana kalırsa bu tartışma yanlıştır. Hiçbir toplum, hiçbir birey değerler dünyasında eşitliğe, adalete, özgürlüğe, kendine dair kararlara katılmaya itiraz etmez. Sorun bu noktada değil. Sorun toplumun bu taleplerinin vücut bulması, güçlenmesi, karar vericileri etkileyecek kapasiteye ulaşmasının önündeki yasal engeller kadar ruhi ve zihnî eşiklerin ne olduğu, bu eşiklerin nasıl aşılacağı meselesidir.
Bu ikircikliliği üreten davranış kodlarına, zihnî kökenlere, toplumsal bellekteki yaşanmışlıklara, toplumsal psikolojideki algı ve beklentilere ve korkulara bakmamız lazım. Ama bugünkü fotoğrafa baktığımızda ana karakterin, vasata razı olma durumu olduğunu söyleyebiliriz.
Toplumun yüzlerce yıllık birikiminin ürünü olan zihin haritası, hayat pratikleri, alışkanlıkları, korkuları, algıları ve beklentileri var. Bunların bir kısmı etnik ve inanç aidiyetlerinden, bir kısmı içinde bulunduğu ekonomik koşullardan ve ekonomik sınıftan, bir kısmı gelenek, görenek gibi ortak deneyimlerden, bir kısmı da güncel meselelerden kaynaklanıyor. Güncelden beslenen davranış ve tutumların en büyük kaynağı ise yaşanmakta olan kutuplaşma.
Türkiye toplumu Cumhuriyet’le beraber oluşan ortak muasır medeniyet hedefinden bugün üç ayrı gelecek hayaline, üç ayrı ihtiyaç ve talepler dizisine sahip olur noktaya geliş sürecinde yaşadıklarının, toplumsal belleğinde biriktirdiklerinin sonucu olarak ikircikli bir görüntü vermektedir. Türkiye toplumu belki de paradoksal görünen birçok unsuru, duyguyu, ihtiyacı bir arada yaşamaktadır.
Türkiye toplumu gecikmiş bir modernleşme, kentleşme süreci yaşıyor. Ama bunu biraz savruk, biraz da ikircikli yaşıyor. Bu toplum mehteran yürüyüşünü icat etmiş bir toplum sonuçta. Belki de dura kalka, bastığı yerden emin olarak yürümek bu toplumun naturası. Bizim teorilerin, modellerin çelişik, paradoksal sandığı şeyler belki de bu toplumun naturasındaki melez, hibrid alanlar, kategoriler, kümeler arası geçiş alanları.
Türkiye toplumu ikircikli bir toplum. Belki bu toplumun bu karakterini dikkate alarak yeni okumalar, anlamlandırmalar yapabilsek özlemlerini, umutlarını, korkularını, öfkelerini anlamak ve yeni bir cevap, hayal, iddia üretebilmek için sağlam ve tutarlı bir başlangıç noktası belirlemiş olacağız.
Gençlere çok önem veriyorsunuz. Sanırım kitapta kullandığınız tarifle en "yerçekimsiz" olanlar onlar, değil mi?
Çok-boyutlu, çok-aktörlü, daha hızlı, zaman ve mekândan bağımsız, hiyerarşilerden çok ağ örgütlenmelerinin esas olduğu, duyarlılıkların/kimliklerin/taleplerin/tüketimin farklılaştığı ve çoğaldığı, karmaşıklığın ve belirsizliğin esas olduğu yeni bir hayat yaşıyoruz artık. Gençler doğrudan bu hayata, bu teknolojilere doğdular. Onlar için teknoloji takip edilmesi ya da edilmemesi tercih meselesi olan bir şeyden ziyade bedenin bir uzvu kadar doğallaşmış durumda. Bizlere yeni, farklı, kimi zaman aykırı gelen şey onların içine doğduğu yeni hayatın ritminin ve zihin haritalarının veri kabul ettiği şeyler.
Örneğin Gezi, var olan ülkenin siyasal, toplumsal ve kültürel gerilimler üzerinden anlamlandırılmaya çalışıldığı için bir türlü tam anlaşılamıyor. Yanında olanlar da, karşısında olup düşmanlaştıranlar da Gezi’nin ilk üç günündeki gerçek dinamiği ıskaladıkları için şimdi de Gezi’nin ima ettiklerini kaçırıyor. Halbuki Gezi var olan gerilimlerden beslenmiştir ama asıl üreme noktası yeni hayat, yeni insanlar ve yeni zihin haritalarıdır. O nedenle de yaygın modellemelerle bir bakıma daraltıcı, bir bakıma bu toprakların ve kültürün gencini kapsama kısıtları olan açıklamalar daha dikkatli kullanılmalı ve okunmalıdır.
Gençlerin durumuyla ilgili aktardığınız bulgular, ("nehre atlayıp yüzmeye can atan ama yüzme becerilerine güvenemeyen...", "psikolojisini sakatlayabilecek" bir yığın etkiye maruz kalan, beklentileri çok, donanımı yetersiz...) bir ergenlik halini düşündürtüyor, uzun sürmüş ve sürecek bir ergenlik... Ne dersiniz? Nasıl "büyüyebileceklerini" düşünüyorsunuz, bu yönde görebildiğiniz olumlu işaretler var mı?
Gençlerde de önemli bir davranış biçimi olarak değerler ile gündelik hayat pratikleri arasında giderek büyüyen bir açıklık oluşuyor. Gençlerin hayat pratikleri üzerinden bakıldığında yepyeni bir hayatın kodlarını görürken değerlerine bakıldığında hâlâ oldukça gelenekselci izler gözleniyor. Öte yandan şu gerçeklik çoğu kez gözden kaçırılıyor: 15 -30 yaş arasındaki 20 milyona yakın gencin dörtte üçü hâlâ aileden aldığı harçlığa bağımlı. Ülkenin ekonomik adaletsizliği ve gelir dağılımı üzerinden bakıldığında hayatta neler olduğunu bilen ama bunun çoğundan mahrum ve yoksul genç enerjiden bahsediyoruz. Dolayısıyla bu gençler bugünkü hayattan memnuniyetsiz, siyasi, kültürel, geleneksel kısıtlamalarla dertleri olan, umutları kırık ve bu duygusal ve ekonomik sıkışmadan dolayı da öfkeliler. İşte bu durum gençlerdeki sizin uzun süren ergenlik dediğiniz hali besliyor.
Gelenekler, ataerkil aileye ve ilişkiler ağına ve mahallesine bağımlılık, diğer yandan gözlerinin önünde akan hayat arasında sıkışıyorlar. İtiraz duyguları güçlü, neye itiraz ettiklerini biliyorlar ama neyi, nasıl yapacakları konusunda kısıtları var. Ülkenin siyasi, ekonomik ve kültürel gerilimleri de o kısıtları çoğaltıyor. Diğer yandan da metropollerde atalarından farklı olarak çoklu, farklı hayatların ve kimliklerin olabildiği bir hayatın içindeler.
İçlerinde bir kısmı geleneksel siyasi anlayışın, ideolojik-örgütsel ya da kimlik bağımlılıklarının ve formal-hiyerarşik yapılanmaların dışında, reel sorunlar etrafında daha aktifler. Yoksullukla mücadele ya da çevre ve kadın hareketleri gibi alanlarda bildik form ve siyaset anlayışının dışında örgütlü ve hareketliler. Ben bu türden eylemliliklere dağlardaki çoban ateşleri diyorum. Ülkeye dair sağlam bir gelecek hikâyesinin bu dağlardaki çoban ateşlerinden filizleneceğini düşünüyor ve umuyorum.
Ülkenin temel tıkacı olduğunu söylediğiniz Kürt meselesi ile bitirelim... "Kürtlerden esirgedikleri her şeyden Türkler de vazgeçiyor," cümlenizin altını çizdim. Bunu anlatın lütfen, -özellikle bu vazgeçişin psikolojisiyle ilgili gözlem ve yorumlarınızı- onunla bitirelim.
Kürt meselesi, tarihsel boyutu, nedenleri ve sonuçlarıyla, kendi iç dinamikleriyle, ülkenin ve dünyanın dinamikleriyle her gün karakter değiştirmektedir. Türkiye’nin Kürt meselesi artık sadece Kürtlere dair ve Kürtlerden ibaret bir mesele değildir. Kürt meselesi bu coğrafyadaki insanların ortak ve iç içe yaşamı, yeniden ve beraberce kurma meselesidir. Devletin demokratikleştirilmesi ve yeniden yapılandırılmasını, yönetim düzenimizin demokratik ve katılımcı bir biçimde yeniden düzenlenmesini, devlet merkezli yargının baştan aşağı yenilenmesini, çok-kültürlü ve kimlikli toplumsal yaşamın kurallarının ve yapılarının demokratikleştirilmesini kapsar. Kürt’üyle, Türk’üyle ve her türlü kültürel, toplumsal, siyasal ve bireysel kimlik farklılıklarıyla hepimizin hayatına dairdir.
Mesele özgür, eşit ve adil yeni bir yaşamın kurallarını yeniden düzenlemek meselesidir. Çünkü eski kurallar Kürtleri yok saymaya dayalıdır. Çünkü eski kurallar konjonktüre göre kimi zaman seküler Türkleri, kimi zaman dindar Türkleri, çoğu zaman Alevileri de yok saymaya dayalıdır.
Ülkenin en yakıcı, diğer tüm sorunlarının çözümünün önündeki en önemli tıkaçlardan birisi Kürt meselesi. Siyasi aktörler arasında Kürt meselesinin tanımı üzerinde bile mutabakat yok. Kimi sorun terör diyor kimi ekonomi diyor, kimi de Güneydoğu sorunu diyor. Bu tür tartışmalar siyaset dünyası içinde yer bulabilir ama temsilî demokrasinin krizini, katılımcı demokrasiye dönüşümü, toplumsal sorunlar ve çatışmalar yanı sıra artık kültürel sorunlar ve çatışmaların da öne çıktığını, meselenin tek nedeninin etnik köken farkı olmadığını da konuşmak gerekiyor.
Önce şunu anlamamız lazım. Kürtlerden esirgediklerimiz aynı zamanda kendi hayatımızda fedaya razı olduklarımızdır. Kürtlerden esirgediklerimiz, kendi hayatımızda da vasata razı olmamıza yol açmaktadır. Kürtlerden esirgediklerimiz nedeniyle örneğin biz de kendi hayatımıza dair kararlara katılamıyoruz, yerel yönetimleri bile demokratikleştiremiyoruz.
Kürt meselesi tek başına ekonomik geri kalmışlık sorunu değildir elbette. Tıpkı tek başına demokrasi, tek başına yönetim, tek başına insan hakları, kültürel kimlik ya da tek başına terör sorunu olmadığı gibi…
Kürt sorunu tüm bu sorunların tümünden beslenen, tümünün sonucu olan, aynı zamanda tümünü de besleyen ve çoğaltan daha karmaşık bir meseledir. En önemlisi de Kürt meselesi ülkenin temel demokrasi, insan hakları, yönetim ve hukuk sorunlarının çözümünün önündeki en büyük tıkaçtır. Sorunun kendisi de, ülkenin geleceği de, toplumsal barış ve huzur da teröre rehin edilip her şey silahların ve ölümün gölgesinde konuşulduğu için de, çözüm yolunda mesafe alınamamaktadır.
Çünkü meselenin en önemli katmanlarından birisi zihnî tıkaçları besleyen duygusal tıkaçlardır. Meselenin Kürtlerin kimlik talepleri kadar Prof. Dr. Murat Somer’in tespitiyle Türklerin güvenlik talepleri arasında sıkışmış olmak yönü var. Kürtlerin kimlik talepleri üzerine çok konuşulmuş, yazılmış olsa da Türklerin güvenlik arayışı üzerine yeterince düşünmediğimizi sanıyorum ben. Bu güvenlik arayışı Kürtlerin diğer bazı özgürlük taleplerinin de önünde bir duygusal engel olarak duruyor. Türklerin bir kısmı bu güvenlik arayışından beslenen bir zihnî ambargoyla her türlü özgürlük talebinin kaotik bir sonucu olabileceği kaygısına kapılıyor. Şoven, popülist, devletçi ve otoriter siyasi söylemler de bu kaygıyı manipüle ederek yükseliyor. Güvenlik kaygısı nedeniyle Türkler bazı hak ve özgürlük taleplerinden vazgeçebiliyor. Örneğin yerel yönetimler reformu ya da katılımcı demokrasi yolunda yapılması gerekenlere Türklerin bir kısmı Kürtler bu hakları yanlış kullanırlarsa vehmiyle itiraz ediyor. Siyasi alanı kısıtlayan, hatta yasaklayan uygulamaları, tıpkı bugün de PKK üzerindeki kısıtlar olarak anlayıp onayladıkları gibi.
Cevap uzayacak ama daha somut bir örnek üzerinden gidelim. Bugün yerel yönetim tanımı, kent tanımı, planlama anlayışı bile değişti. Örneğin, İstanbul’u sizce Tekirdağ’dan Sakarya’ya tüm coğrafyayı dikkate almadan planlayabilmek mümkün mü? Bir başka alandan örnek vererek düşünmeye devam edelim. İl ziraat müdürlüklerine ziraat mühendisleri tayin ediyorsunuz. Hepsi aynı eğitimleri almış mühendisler. Ama Rize’de olanın çayı, Konya’da olanın buğdayı daha iyi bilmesi gerekmiyor mu? Kars’a giden veterinerin büyükbaş hayvancılığında uzman olması gerekirken Balıkesir’e gönderdiğinizin kümes hayvancılığı konusunda yetkin olmasını beklemeyecek miyiz? Bu farklılıkları yalnızca yerinden yönetebilirsiniz. Yani yerel yönetimlerin yetkilerini artırmak, onların kendi bölgelerinde kendi ihtiyaçlarına göre yeni standartlar, kurallar oluşturmalarını sağlayacak sistematiği kurmak, sorun odaklı olmak üzere aralarında işbirlikleri, ortak kararlar üretebilmelerinin önünü açmak gerekiyor. Bu ise yalnızca yerel yönetimlerin yetkilerini artırmaktan da ötede bir reform ihtiyacına işaret ediyor. Yaşananlar, özellikle de son üç yıldır tekrar ulus-devletin, merkeziyetçiliğin, keyfiliğin artması ülkenin yönetim düzeninin baştan aşağıya yeniden kurgulanmasının kaçınılmazlığını gösteriyor. Bunu yaparken temel ilke, yurttaşların kendilerini ilgilendiren her türlü karara katılabilmeleri hakkını kabul etmek. Yani katılımcı demokrasinin mahalle meclislerinden başlayarak baştan aşağıya kurgulanması demek.
Ama bu gerekçelere katılsalar bile Türklerin bir kısmı bu yaklaşıma itiraz ediyor. Çünkü Diyarbakır’daki yerel meclisin bu hakları PKK etkisiyle yanlış yönde kullanacağından korkuyor. O zaman da Balıkesir’deki, Konya’daki Türk bu haklarından vazgeçmeye razı oluyor.
Bunu aşmanın yolu önce güveni inşa etmek. Güveni inşa edebilmek de bir sabah güneş doğarken öpüşerek olmayacak. Güven ve barışı siyaset üretecek. Bunun yolu da tüm siyasi aktörlerin müzakere/ikna/uzlaşma süreçlerine katılımıdır. Üstelik siyasi aktör tanımı da yalnızca partiler değil, sivil toplumuyla, aktivistleriyle, kanaat önderleriyle, medyasıyla, sade vatandaşlarıyla hepimizi kapsar.
Ama siyasi aktörlerin de, bireylerin de ikircikli pozisyonlarını yaratan ambargolarından kurtulması gerek. Herkesin bu ikircikli ruh halini en azından kendisi için haklı kılan bir argümanı var. Hiç kimse Kürt meselesinin kendisi dışındaki aktörlerine güvenmiyor. Öteki aktörlerin fikirlerinden ve yaptıklarından daha çok niyetlerinden kuşku var. Sorun ötekilerden kaynaklanıyor, ötekilerin söylemlerinden, tutumlarından. Ötekilerin niyetlerinin olumlu olmadığından o kadar emin ki herkes, bu psikolojik eşiğin çözüme ne denli engel olduğunun farkında değil hiç kimse.