Otoriter/Demokratik Siyaset Tartışmalarının Arka Planı

Türkiye’de 2000’li yıllardan itibaren demokratikleşme umulurken sürecin yeni bir otoriter rejimle sonuçlanması şikâyetle geçiştirilecek bir konu değil. Mevcut rejimin otoriter olduğu konusunda anlaşanlar ve bu durumu değiştirmeyi talep edenlerin, sürekli otoriter rejim emarelerini vurgulamak ve şikâyetçilikte ittifak etmek ötesinde bir siyaset üretmeleri gerekiyor. Halihazırda gündemde olan, Türk Tipi Başkanlık sistemi yerine parlamenter rejime geri dönmek çabası bir adım, ancak kaybedilen eşeği bulmanın ötesinde, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve hatta mevcut otoriter rejimden kurtulması için çok şey vaat etmiyor. 90’lı yıllarda demokratikleşme düşünce ve taleplerini gündeme getiren iki önemli konu Kürt meselesi ve laiklik idi. Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan ulus-devletin tekçi anlayışı, Kürt modernleşmesini dikkate almak bir yana, Kürtlerin varlığını toptan inkâr noktasına gelmişti. Katı bir laiklik tanımı ise, modernleşme, orta sınıflaşma olgularını ve bu çerçevede özgürlük taleplerini göz ardı eden baskıcı bir siyaset biçimine dönüşmüştü. Demokratikleşme bu zeminden hareket etmeliydi, nitekim liberal ve demokrat yaklaşımların kalkış noktası bu zemin oldu. Demokratikleşme yerine otoriterleşme ile karşılaşmak, pek çokları açısından eskiyi geri getirmeyi idealleştirmiş görünüyor.

90’lı yıllarda demokratikleşme taleplerine kuşku ile bakanlar ise zamanında ileri sürdükleri itirazlarında haklı olduklarını iddia ediyor. Zamanında Kürt hak ve özgürlük taleplerinin bölücülükten başka bir şey olmadığını ileri sürenler, mevcut iktidarın (rejimin) milliyetçi savrulması ve Kürtler ile arasının açılması sonucu şimdilerde Kürtlere daha sıcak bakıyorlar, ancak halen iktidarın belirlediği “milli”lik tanımının dışına çıkmamaya özen gösteriyorlar. Hak ve özgürlükleri baskılayan bir laiklik anlayışını sorgulamayı “dincilik”, “şeriatçılık ve gericiliğe ödün verme” olarak görenler ise, demokratikleşme diye çıkılan yolun İslâmcı bir otoriter rejimle bitmesinin, uyarılarının görmezden gelinmesinin sonucu olduğuna inanıyorlar. Kimse kızmasın ama yeni bir otoriter rejimin varlığı bile geçmişin demokratikleşme taleplerinin ve ihtiyacının önemini gölgelememeli. Ancak bu gerçek, 90’lı yılların “demokratikleşme” tanımının ve 2000’li yıllarda demokratikleşme için çıkılan yolun sorgulanma dışı bırakılmasının mazereti de olmamalı.

Kısaca ve tersinden, yani 2000’li AK Partili yıllardan başlayalım. “Eski Türkiye” veya “statüko”ya itirazı olan AK Partisi’nin “demokratikleşme dinamiği” olarak algılanması anlaşılır bir tavırdı. Bu anlayış, toplumsal desteği arkasına alan bir siyasi aktörün demokratikleşme için alan açacağı düşüncesine dayanıyordu. Ancak AK Partisi ve içinden çıktığı İslâmcı siyaset ve dönüştüğünü iddia ettiği “muhafazakâr demokrat” siyasetin “statüko”ya itirazının merkezinde siyasal yapının laiklik vurgusu olduğu dikkate alınmadı. Burada söz konusu olanın, yukarıda sözünü ettiğimiz hak ve özgürlükleri baskı aracına dönüşmüş laiklik değil, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak tanımlanmış bir laiklik anlayışı olduğunu belirtmem gerekiyor. İslâmcı siyaset bir yana, Türkiye’de merkez sağ/muhafazakâr siyaset anlayışı laikliği ülkenin İslâmi kimliğinin inkârı olarak tanımlar, tam da bu nedenle 1950’lerden itibaren seküler ulusal kimliğin ve ulusçuluğun yerini dinî milliyetçi kimlik ve sağ milliyetçilik almıştır. Sağ, muhafazakâr, milliyetçi, İslâmcı siyasal anlayışlar çerçevesinde devlet ve asker karşıtı söylemler, otoriter devlet ve militarist anlayışa itirazdan ziyade, bu kurumların laiklik vurgulu yapısını sorun etmiştir.

1950’li yıllarda iktidar olan anlayış, “demokrasi”yi kültürel bir karşı çıkışın ifadesi ve çoğunlukçuluk çerçevesinde tanımlıyordu. En iyi ifadesini “yeter, söz milletin” sloganında bulan bu anlayışa göre, demokrasinin anlamı yabancılaşmış bir bürokratik zümrenin iktidarının yerini “milletin gerçek temsilcileri”nin alması idi. Benim “otantik temsil” dediğim bu temsiliyet iddiası, sağ otoriter siyaset geleneğinin kurucu fikridir. Bu anlayış ekonomik liberalizm ve dinî milliyetçilik bileşkesi olarak merkez sağ siyasetlerin zeminini oluşturdu. 12 Eylül darbesinin ardından merkez sağı temsil eden ANAP da benzer şekilde neoliberal ekonomik model ile dinî muhafazakârlığı buluşturuyordu. Bu açıdan, İslâmcılık gömleğini çıkararak merkez sağın temsiline soyunan AK Partisi kendisini halen Menderes ve Özal’ın mirasçısı olarak tarif ediyor. Çıkarıldığı iddia edilen gömlek, yani İslâmcılık, din ve vicdan özgürlüğü taleplerinin temsilcisi olarak toplumsal bir tepkinin ifadesi olmak dışında, tanımı icabı zaten otoriter bir siyaset anlayışıdır.

2000’li yıllarda AK Partisi’nin iktidar olması, bu partinin temsil ettiği toplumsal tepki ve talepleri yok sayan ve bu partiyi siyaset alanının dışına itmek için gösterilen direncin, seçim başarısı ile kırılması açısından demokratik bir zaferdi. Ancak bu süreçte demokratikleşme için bu partiye verilen destek, öncelikle sağ/muhafazakâr/İslâmcı siyasetlerin otoriter siyaset anlayışını göz ardı edecek yönde ilerledi. Diğer taraftan, sistem dışına itilmeye çalışılan bir partinin iktidar olmasıyla açılan görece özgürlük ortamını demokratikleşme mücadelesi alanına çevirmek yerine, AK Partisi’ne demokratikleşme için “genel vekalet” verme tavrı oldu. Diğer taraftan, AK Partisi’ne muhalefetin, baskıcı bir laiklik anlayışı ile tanımlanması ve 2008’deki parti kapatma davası gibi eski statükonun baskı araçları üzerinden devam etmesinin de AK Partisi’ni otoriter yönde savrulmaya iten etkenlerden biri olduğunu teslim etmek gerekir.

Demokrat ve liberal çevrelerin AK Partisi’ne verdiği destek, aslında 90’lı yıllarda öne çıkan demokratikleşme söylemi çerçevesinde anlaşılabilir. Bu dönemde ulusçuluk ve laiklik adına otoriter siyaset savunusu karşısında gelişen demokratikleşme savunusu, sivil toplumculuk, insan hakları ve AB süreci ekseninde şekillendi. Bu süreçte, kendini sol siyaset çerçevesinde tanımlayanların bile “demokratikleşme için iç dinamiklerin yetersiz olmasından dolayı dış dinamiklere (AB) ihtiyaç duyulduğu” kanaatini beslediği, tepeden inmeci modernleşmeyi eleştirenlerin tepeden demokratikleşmeyi savunduğu bir ülkede, demokratikleşme savunusunun mahiyetini ve zafiyetini iyice sorgulamak gerekiyor. Bu sorgulamayı ihmal edersek, demokratikleşme amacıyla çıkılan yolun sarpa sarmasını hakkıyla kavrayamayız.

“Demokratikleşme” Söylemi

Türkiye’de 90’lı yıllarda öne çıkan demokratikleşme söylemi, bir grup entelektüel tarafından dillendiriliyordu. Bazılarının kısa süren Yeniden Demokrasi Hareketi (YDH) çevresinde buluştuğu bir grubun yanı sıra sol demokrat ve sol liberal diye tanımlanabilecek farklı isimler, Türkiye’de “otoriter siyaset” ve statüko tartışmasına katkı sundular. Bu tartışmaların çıkış noktası, otoriter siyasi geleneğin kökenlerini sorgulamak zemininden hareket ediyordu ve demokratikleşmenin ipuçlarının bu zeminde kurgulanabileceğini düşünüyordu. Bu çevre içinde değerlendirilebilecek sol siyaset kökenli bazıları, artık kendini “liberal” olarak tanımlamaya başlamıştı ve ANAP ve Turgut Özal şahsında Türkiye’nin liberalleşme ve demokratikleşme sürecine girdiğine inanıyordu. 12 Eylül sonrası, kısa bir askerî yönetim sonrası parlamenter sisteme geçişin ardından Özal’ın sivil siyaseti güçlendirdiği fikri, Özal’ın Kürt meselesine farklı yaklaşımını demokratikleşme işareti olarak görüyordu. Kendini sol siyaset çerçevesinde tanımlayan diğer bazıları ise Özal dönemini ve siyasetlerini sol hassasiyetler çerçevesinde eleştirmekte, ancak sivilleşme ve Kürt meselesi vurgulu demokratikleşmenin önemini vurgulamaktaydı. Bu çerçevede, Kemalizm’in sorgulanmasının önemli olduğu düşünülüyordu. Bu düşüncenin temel varsayımı, Türkiye’de otoriter siyaset geleneğinin temelinde Kemalist resmî ideolojinin olmasıydı. Bu bakış açısına göre, otoriter siyaset geleneği Kemalizm’in devletçi, ulusçu, tekçi özelliklerinin sonucuydu, dahası siyaset Kemalizm’in koruyuculuğu misyonu adına sivil siyasete müdahale eden “askerî/bürokratik vesayet” altındaydı. Bu anlayış, bu dönemde tüm dünyada popülerleşen, ulus-devlet ve modernizmin sorgulandığı entelektüel atmosfer ile de örtüşüyordu. Cumhuriyet’in inşasının otoriter bir modernleşme projesi olarak yaşanmış olması Türkiye’de bu sorgulamaları pekiştiren bir unsurdu. Daha sonra post-Kemalizm/post-Kemalistler olarak tartışma konusu edilen “paradigma” bu çerçevede oluştu.[1]

Sol siyaset çevrelerinde, 12 Eylül darbesinin “Atatürkçülük” adına meşrulaştırılmasının, sol ve Kemalizm ilişkisini sorgulamayı tetiklemesi anlaşılır bir şeydi. Dahası, darbe sonrası solun demokrasi konusundaki tereddütlü tavrı ile hesaplaşması da önemli bir etken olarak görülebilir. Son olarak Sovyetler Birliği’nin çözülüş süreci, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sol siyasetin yeniden tanımlanması yönünde bir hareketlilik oluşturmuştu. Bu süreçte, sol kökenli bazı aydınlar sol siyasal söylemlerin topyekûn iflas ettiğini iddia ederek kendilerini liberal-demokrat olarak tanımlamaya başladılar. Diğer bazıları ise sol siyaseti demokrasi merkezli biçimde yeniden tanımlamak gerektiğini düşünüyorlardı. İlk bakışta anlaşılır ve hatta isabetli görünen bu bakış açılarının bence en önemli sorunu, neoliberalizmin yükselişte olduğu bir dönemde neoliberalizm sorgulamasını ihmal etmek bir yana, demokrasi ve demokratikleşmeyi neoliberalizm çerçevesinde tanımlamasıydı. Kendini artık liberal olarak tanımlayanlar bu konuda çok da tutarsız sayılamazdı. Ancak sol siyaseti yeniden tanımlama iddiasında olanların neoliberalizm ile buluşma noktaları üzerinde durmak gerekir.

Bence en önemli buluşma noktası, demokrasinin öncelikle devlet-toplum ve asker-sivil karşıtlıkları çerçevesinde tanımlanması idi. 2000’li yıllarda, “askerî vesayet”in sona ermesinin doğal olarak demokratikleşme ile sonuçlanacağını bekleme zaafının arka planında 90’lı yıllarda hakim olan bu anlayış vardı. Diğer taraftan, otoriter siyaset geleneğini, Kemalizm ve Cumhuriyet’in tek parti dönemi siyasetlerine bağlamak, sağ siyasetler çerçevesinde gelişen bir diğer otoriter siyaset geleneğini (veya sürecini) sorgulama dışı bırakmaktaydı. Dahası, sağ siyasi söylem ve pratiklerinin üzerinde geliştiği Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin ürettiği toplumsal dinamikler ve Soğuk Savaş döneminin Türkiye’de siyasete yansıma biçimlerini göz ardı ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada ABD/Batı ittifakı içinde yer alan ve NATO üyesi olan Türkiye’de ordunun siyasi önemi, Cumhuriyet’in kurucu ekibinin askerî kökenli olması ve askerî bürokrasinin kurucu ideolojinin bekçiliğini üstlenmesinin ötesinde artmıştı. 1950’li yıllarda ABD/Batı dünyasında müttefik sayılan “az gelişmiş ülkeler”de askerî bürokrasi modernleşmeci bir güç olarak alkışlanmakla kalmayıp destekleniyordu. NATO üyesi olması, özellikle ABD açısından, Türkiye’de ordunun fazladan önem kazanması demekti.

Devletçiliğe gelince, ekonomi alanında devletçilik siyaseti çoktan terk edilmişti. Ancak mevcut devlet yapısı “komünizmle mücadele” çerçevesinde tahkim ediliyordu. Dahası, bu dönemde, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de aşırı sağ, milliyetçi paramiliter güçler “komünizmle mücadele” adına desteklenmiş, devletle ilişkileri (kontrgerilla) bu çerçevede tanımlanmıştı. 12 Eylül darbesi, öncelikle yükselen sol ve emek siyasetlerinin baskılanmasını hedefliyordu ve ardından gelen dönemde eski paramiliter milliyetçi grupların ve şahısların devrede olduğu asker/sivil bürokrasi ve mafya ilişkileri yeni bir çerçeve kazanmıştı. 90’lı yıllarda Susurluk kazası ile ortaya dökülen bu tablo, “derin devlet” şablonu etrafında değerlendirilirken “derin devlet” büyük ölçüde ideolojik çerçevede tanımlandı ve ekonomipolitiği ve tarihsel serüveni büyük ölçüde sorgulama dışında kaldı. Demokratikleşme söyleminin neoliberal bakışla buluşma noktalarından söz ederken tam da bu yaklaşım biçimini kastediyorum, yani sorunun iyi, adil işlemeyen bir devlet yapısı olduğu kanaatinin altını çizmek istiyorum. Kuşkusuz bu yaklaşımın karşısına, devleti -demokratik veya değil- sonuçta kapitalist altyapının meşrulaştırıcısı bir üst yapı kurumu olarak tanımlayan kaba Marksist analizleri koymayı amaçlamıyorum. Ancak Türkiye’de (veya başka bir kapitalist ülkede) otoriter siyaset sorgulamasını “askerî vesayet” ve rutin dışında oluşmuş karanlık bağlar etrafında “derin devlet” ile sınırlamanın yanıltıcılığına işaret etmek istiyorum. Bu karanlık bağlar, Türkiye’de de İtalya ve diğer pek çok ülkede de Soğuk Savaş sürecinin komünizmle mücadele konsepti çerçevesinde kurulmuştu

Türkiye’de askerî vesayetin ve “derin devlet” yapısının özellikle Kürt meselesi çerçevesinde meşruiyet kazanarak güçlenmiş olduğu bir gerçek. Ancak bu yapı, Cumhuriyet’in otoriter inşa sürecinden ziyade İkinci Dünya Savaşı sonrası küresel siyasetlerinin kalıntısı idi ve ancak bu çerçevede hakkıyla sorgulanabilirdi. Neoliberal demokrasi söylemlerinin bu yapılara karşıtlık çerçevesinde şekillenmesinin gerisinde, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile bu yapıların büyük ölçüde işlevlerini kaybetmeleri vardı. Tam da bu nedenle, İtalya’da “derin devlet”e karşı “temiz eller” operasyonundan, sonuçta Berlusconi iktidarları çıktı. Toplumsal dinamikler ve Soğuk Savaş sonrası koşulların, Türkiye’de de devletin/statükonun yapısının dönüşmesini zorladığı bir gerçekti. Ancak bu kavşakta, yadırgatıcı olan sol siyaset söylemlerinin “demokratikleşme”/”demokrasi”yi giderek daha fazla liberal/neoliberal çerçevede tanımlamaya başlaması oldu. Türkiye’deki demokratikleşmenin önündeki engeller olarak askerî vesayetin, otoriter siyaset geleneğinin kökeninin Kemalizm ve Cumhuriyet’in ilk döneminde aranması, kapitalist ekonomipolitiğin, Soğuk Savaş sürecinin ve neoliberal yükselişin sorgulanmasını göz ardı etme işlevi gördü.

Bu noktayı biraz daha açalım; liberal/neoliberal bakış açısı demokrasiyi liberal piyasa ekonomisinin doğal sonucu olarak tanımlar. Bu çerçevede, faşizm/totalitaryanizm ve otoriter siyasetler “olağandışı” bir durum olarak değerlendirilir. Nazizm ve Stalinizm gibi örnekler, bu bakış açısını pekiştirecek şekilde, yani ırkçılık, militarizm ve şiddet siyasetlerini kapitalist ekonomik sistemden bağımsız biçimde tanımlar. Oysa, tüm otoriter tarihî tecrübeler kapitalist ekonomik sistem ve sistem denemelerinin veya krizlerinin içinden çıkmıştır. Kuşkusuz bu krizlerin öznel koşullarını sorgulamak gerekir, ancak aradaki bağı tümüyle yok saymak, otoriter siyasetlerin mahiyetini kavramamızı engeller. Batı Avrupa’da Nazizm (Almanya), Faşizm (İtalya) ve otoriter sistemler (İspanya, Portekiz), kapitalist sistemin sol ve emek hareketlerinin tehdidi karşısında güçlenmişti. Komünist ütopyanın bürokratik örgütlenmesi olan Stalinizm ise kapitalizme alternatif arayışının savrulduğu ve bu çerçevede sorgulanması gereken bir tarihî tecrübe idi. Nazizm ve Stalinizm’i aynı çerçevede sorgulamak otoriter siyaset deneyimlerini liberal ekonomik sistemin karşıtı olarak veya liberal ekonomik sistemi otoriter siyasetlerin alternatifi olarak tanımlar.

1980’li yıllarda, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da yaşanan değişim sosyalist otoriter düzenlerden, “sivil toplum”un başarısı ve demokrasiye geçiş olarak selamlandı. Oysa, dönüşüm sadece piyasa ekonomisine geçişle sınırlı idi, Rusya dahil olarak tüm bu alanda “sivil toplum”un büyük ölçüde devletin inhisarında olan ekonomik varlıkların, eski parti bürokrasisinin talanına girişmiş şahıslar ve mafyatik bağlantıları olduğu, demokratikleşmenin ise devletçi yapıdan “crony kapitalizm” denilen ahbap çavuş kapitalizmine geçiş olduğu ortaya çıktı. Ukrayna ve Gürcistan’ın Batı nüfuz alanına geçiş çabaları Turuncu Devrim ve Gül Devrimi gibi adlar altında selamlandı, 90’larda Yugoslavya’nın çözülüş süreci “insani müdahalecilik” olarak askerî müdahaleleri meşrulaştırdı. 90’lardan bugüne kadar bu coğrafyada yaşanalar halen büyük ölçüde sorgulama dışında kaldı. Dahası, bu ihmal demokratikleşme ve demokrasi kavramlarının yıpranmasına ve demokrasiye kuşku ile bakan siyasi söylemleri gerekçelendirme işlevi gördü.

Ortadoğu ülkelerinin veya Müslüman nüfuslu coğrafyanın “demokratikleşme” ihtiyacı ve talepleri de hızla bu çerçeveye yerleştirildi. 90’lı yıllardan itibaren bu coğrafyadaki otoriter siyaset geleneğinin kökeni, Batı merkezci/seküler modernleşme sürecinin öne çıkardığı, toplumlarına “yabancılaşmış” askerî-sivil bürokratik devlet/siyaset yapısı idi. Bu çerçeveden hareketle, Batı dünyasında Ortadoğu ülkeleri üzerine yapılan analizler, bu ülkelerdeki otoriter devlet yapılarını bağımsızlıkçı-milliyetçi kadroların kurduğu bürokratik devletin siyasal mirası olarak değerlendiriyordu. Türkiye üzerine yapılan pek çok analiz, ülkedeki demokratikleşmenin önündeki engelin kökeninde otoriter/seküler modernleşme süreci olan “Kemalizm”in olduğuna işaret ediyordu. Oysa, 90’lı ve 2000’li yıllar söz konusu ülkelerde (Mısır, Tunus, Cezayir, hatta Libya) neoliberal ekonomik modelin güçlendiği yıllardı. Mevcut siyasi yapıların, neoliberal ekonominin öne çıkmasının yarattığı yoksulluk ve eşitsizlik temelinde oluşan toplumsal tepkileri baskılamak üzere giderek daha fazla otoriterleşmesi söz konusuydu. Türkiye örneğinde, 12 Eylül darbesinin neoliberal sürecin önünü açma işlevi gördüğünü biliyoruz, askerî yönetimin ekonomi müşaviri olan Turgut Özal’ın Türkiye’de sivilleşme ve demokratikleşmenin öncüsü olarak görülmesi bu çerçevede daha iyi değerlendirilebilir. Ortadoğu dahil, Batı dışı pek çok ülkede neoliberal ekonomik modelin hayata geçmesinin otoriter siyasetlerin himayesinde gerçekleştiği bir gerçekti. Mısır’da Mübarek rejiminin Nasır döneminin otoriter devlet yapısı üzerinden yükselmiş olması bir yana, bu rejimi ayakta tutan, bir yandan Batı müttefiki olarak desteklenmiş olması, diğer yandan Sedat döneminde başlayan liberal ekonomiye (infitah/açılma) geçişin yarattığı tepkileri baskılama işlevi görmesiydi. Mısır’da orduyu en güçlü kurum haline getiren en önemli etkenlerden biri, ABD müttefiki olarak askerî-mali yardıma boğulmuş olmasıydı. Türkiye’de 90’lı yıllara gelindiğinde devletin Kemalist kabuğunun içi ellili yıllardan itibaren yaşanan sürecin dinamikleri ile belirlenmişti.

Kemalizm eleştirisinden neo-Oryantalizm’e

Hal böyle iken 90’lı yılların demokratikleşme söylemlerinin merkezine, otoriter siyaset geleneğinin tükendiği Kemalizm’i yerleştirmek olsa olsa liberal/neoliberal demokrasi tanımının içinden konuşmak anlamına geliyordu. Mustafa Kemal’in bir otokrat olduğu, “tek parti” döneminin -adı üzerinde- otoriter bir siyaset süreci olduğu keşfedilecek bir sır değildi. Saltanatın ilgası sürecinde mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir, bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler meclis ve herkes meseleyi tabi görürse, fikrimce muafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır, fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektirdiyen bir siyasi liderden söz ediyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşunun “devrim” olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı tartışma konusudur, ancak demokratik bir süreç olamayacağı ve olmadığı açıktır. Kemalizm’i demokrasiye bükme çabalarını yadırgamak tabidir, ancak 90’lı yıllarda, demokratikleşmenin önündeki engelin kökeninde bu tarihsel olgunun yattığını iddia etmek, yukarıda da işaret etmeye çalıştığım gibi, bence siyasi bir şaşılıktı. Bu siyasi şaşılığın altını çizmemizin nedeni, Kemalizm’i otoriterlik ithamlardan azade kılmak değil, kalkış noktası bu zeminden hareket eden demokratikleşme iddialarının ve çabalarının yel değirmenleri ile savaşmaya benzemesidir. Demokratikleşme söyleminin, “eski moda solculuk” ve sınıf indirgemeci sığ sol analizlerden uzaklaşmak için küresel çapta neoliberal demokrasi söylemleri ile buluşulmuş olmasıdır.

Batı dünyasında da öne çıkan bu bakış açısına dayalı otoriter/bürokratik devlet eleştirileri, Habermas’ın işaret ettiği gibi, devletin sosyal yükümlülüklerinden uzaklaşması fikrinin meşrulaştırılması ve neoliberalizmin neo-muhafazakÂrlıkla buluşması işlevi görüyordu.[2] Bizim gibi otoriter modernleşme süreçlerinin yaşandığı Batı dışı toplumlar açısından da söz konusu olan, mevcut siyasi yapıların sorunlarını, ekonomik modeli tartışma dışına çıkaracak şekilde uzak bir dönemin mirasına yormaktı.

Bu tür tarihsel okuma biçimi, İslâmcı söylemlerin modernleşmenin seküler özelliklerine itirazlarla kolaylıkla örtüştü. Dahası, muhafazakâr/İslâmcı söylemlerin ekonomik liberalizmi, politik liberalizm (özgürlükler ve çoğulculuk) ile ayrı tutan tavrı ile uyuşuyordu. Gerçi demokratikleşme söylemine sahip çıkanlar içinde kendini sol olarak tanımlayanlar, İslâmcılık konusunda eleştirel tavır takındılar. Ancak bu çevrelerde de İslâmcılık, siyasal bir ideoloji olmaktan ziyade bir din konusu olarak tartışılıyordu. Tam da bu nedenle neoliberalizmle uyumlu İslâmcılığın siyasi olarak sorgulanmasından ziyade, başörtüsü, mescit, muhafazakâr yaşam tarzı bir kıstas olarak görüldü. Bu nedenle, demokrasi söylemi içinde kendini liberal/demokrat olarak tanımlayanlar ile hâlâ solcu olarak tanımlayanlar arasında ciddi bir tartışma yaşanmadı. Zaten başlangıçta, bu çevreler açısından en önemlisi AB sürecine verilen destekti. Daha sonraki süreçte, AK Partisi içinde veya çeperinde siyaset yapan veya entelektüel destek veren liberaller, sol liberal/demokratlar için (özellikle de seküler hayat tarzına sahip oldukları sürece) AK Partisi’nin demokratikleşme iddiasının güvencesi sayıldı. Bu şartlar altında, tıpkı liberal ekonomi modelinin yolunun illa demokrasiden geçmek zorunda olmadığı gibi neoliberal ekonomi modelinin yolunun da illa demokratikleşmeden geçmeyebileceği akıllara gelmedi. Tam tersine, AK Partisi iktidarının (ve muhafazakârların, İslâmcıların öteden beri) orduyla ile sorunlarının nedeni anti-militarist olmaları değil, ordunun laikliğin bekçiliğine soyunmuş olmasıydı. Oysa bahsedilen kesimler bunu gözden kaçırıp AK Partisi ile ordu arasındaki mücadeleyi “askerî vesayet” ile mücadele olarak tanımladılar. 2010 Yargı Reformu ve Referandumu aynı çerçevede desteklendi. Kısacası, aslında 90’lı yıllarda yanlış iliklenen düğmenin devamı gelmiş oldu. Askerî/sivil bürokrasi ve yargının Kemalist kabuğunun soyulduktan sonra, yeni kurgulanan iktidar/rejim yapısı içinde otoriter siyaset işlevini kolaylıkla sürdürebileceği hesaba katılmadı. Tam da bu nedenle demokratikleşme söylemlerinin Kemalizm sorgulanması ve devlet/toplum, asker-sivil karşıtlığı çerçevesinde kurgulanmış olmasının demokratikleşmenin anahtarı olmadığı acı bir ders ile öğrenilmiş oldu.

90’lı yılların demokratikleşme söyleminin bir diğer sorunu, Kemalizm’i sorgulamak için, bir İngiliz tabiriyle, “yıkandığı suyu dökerken bebeği de atmak” (throw the baby out with the bathwater) oldu. Kemalizm’i tartışırken modernleşme ve Cumhuriyet’in kazanımlarını hiçe saymak demokratikleşme taleplerinin mecrasını büyük ölçüde etkiledi. Modernleşme, Aydınlanma merkezcilik ve ulus-devletin otoriter özelliklerini sorgulayan ve 80’li yıllarda popülerleşen post-modernist eleştiriler, bu çerçeveler içinde baskılanan özgürlüklerin vurgulanması ve bu yönde direniş alanlarına işaret etmesi açısından önemliydi. Ancak Aydınlanma, modernlik, ulus-devlet eleştirilerinin siyasal izdüşümü, büyük ölçüde bunları aşan özgürlük siyasetlerine dönüşmedi ve çoğunlukla neoliberalizm ile örtüştü. Çok kültürlülük ve kültürel rölativizm neo-Oryantalizm’e[3] dönüştü. Modernizm ve ulus-devlet eleştirileri, devletin sınıfsal tahakküm yapısını göz ardı eden ve tam da bu noktada neoliberal devletçilik/bürokratik yapı eleştirileri ile buluştu. Yukarıda da Habermas’a gönderme yaparak işaret ettiğim gibi, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi yoluyla devletin bu alandan çekilmesi ve sosyoekonomik taleplerin muhatabı olması sorumluluğundan sıyrılmasını meşrulaştırma işlevi gördü. Dahası, neoliberal demokrasi tanımı ile örtüşen otoriter ulus-devlet eleştirileri, Soğuk Savaş siyasetlerini ve kapitalist ekonomik modeli tartışma dışına çıkaran anakronizm ile büyük ölçüde örtüştü. Sosyoekonomik taleplerin demokrasi tartışmasının dışına itilmesi ve sosyoekonomik hakların yerini “insan hakları” söyleminin alması, küresel çapta bu yönde değişen demokrasi söylemlerini yansıtıyordu.

Kuşkusuz 1950’li yılların “modernleşme teorilerine” dönelim veya her şey eskisi gibi kalsaydı, demiyorum, tam tersine demokrasi tartışmalarının modernleşme ve ulus-devlet paradigmasının baskıladığı özgürlük alanlarının açılabilmesi için bu paradigmanın gerisine düşülmemesi gerektiğinin altını çizmeye çalışıyorum. Nitekim, Aydınlanma ve modernizm eleştirileri merkezli demokrasi ve özgürlükler söyleminin vardığı noktada, “cemaatçilik” ve kültürel rölativizm fikirleri çerçevesinde burjuva devrimlerinin tarihe tanıttığı bireysel özgürlükler kavramının gölgelendiğini biliyoruz. Modern Batı kapitalizminin sınırları çerçevesinde tanımlanan “evrensel değerler” iddiasının sorgulanması önemliydi, ancak bu kalkış noktasından hareketle varılan “Batı dışı modernlikler”, “liberal olmayan demokrasiler” gibi kavramsallaştırmaların Batı dışı ülkelerde demokrasi kavramını piyasa ekonomisinin varlığı ile sınırlandırması çokça tartışıldı. Laiklik ilkesinin özgürlükleri baskılayan tanımı sorgulanmaya muhtaçtı, ancak toptan bir baskı aracı olarak kavranması özgürleştirici olmaktan ziyade din ve mezhep iddialı yeni baskılama kurgularına açıktı.

Modernleşmenin düşünsel sınırlarının ve siyasal açılımlarının darboğazlarını görmezden gelen otoriter modernizm ve ulusalcılık savunularının demokrasi ufku açısından ne bizde ne de dünya ölçeğinde karşılığının olduğunu düşünenlerden biriyim. Diğer taraftan, demokrasi ufkunun modernleşme, laiklik, cumhuriyet ve hatta ulus-devlet paradigmasının kazanımlarını görmezden gelen sorgulamalarının, bu kazanımların gerisine düşme riski taşıdığına sadece Türkiye’de değil, dünya çapında tanıklık ediyoruz. Her şeyi yeniden düşünmek ve sorgulamak gerekiyor. Daha gerisine gitmek de mümkün, ancak özellikle 90’lı yılların tartışmalarını hatırlatmak ihtiyacı duymamın nedeni, vardığımız noktada otoriter bir rejimin yerleşmesinin ötesinde, siyasal muhalefet alanında yeni bir demokrasi ve özgürlükler ufkunun olmadığına ilişkin kanaatimdir. Kemalizm’in ideolojik gücü halen devam ettiği için demokrasi ve özgürlükler yönündeki siyasetlerin önünün kapandığını iddia edenlerin aksine, dar bir çevre dışında Kemalizm’in/ulusçuluğun yeniden itibar görmesinin nedeninin 90’lı yıllardan bu yana demokrasi söylemlerinin zaafları olduğunu düşünüyorum.


[1] İlker Aytürk’ün Birikim’de başlattığı bu tartışmayı derginin 391. sayısında değerlendirdim.

[2] Jurgen Habermas, The New Conservatism, Polity Press, 1989.

[3] Ian Almond, The New Orientalists, Tauris, 2007.