Jacques Ranciere, Estetiğin Politikası’nda 19. yüzyıl Alman felsefesinin önemli hareketlerinden birisi olan baş aşağıya çevirme edimini estetik ve politika arasındaki iç içe geçmiş fikirlerin toplamına karşı uygulamayı teklif eder.[1] Gerek edebî gerekse edebi olmayan metinlerin dünyayı yorumlamasının yerini -Kant ve Marx’ın eserlerinin altyapısı oluşturduğu- politik bir teklif olarak dünyanın değiştirilmesi alır. Sosyolojinin kuruluşu ve toplumsal tiplerin ayrı bir yorum alanı haline gelmesiyle edebiyatın siyasal ile olan ilişkisi iki pencerede görülür: sosyolojinin edebiyata nesnesi olarak yaklaşma dürtüsü ve politik yorumun toplumla ilişkisi. Ranciere, bu konuları baş aşağı çevirir, politika ve toplum bilimlerini poetik kategorilerin dönüşümleriyle birlikte okumayı salık verir.
Politikadan söz edebilmenin başat özelliklerinden birisi eyleme geçme halinin öyle ya da böyle ortaya çıkmasıdır. Ranciere, kolektif veya muktedir bir cisimleşmiş halin yaşamla ilişkisinin kurulmasının çevreyi politize ederken, kişinin kendi iç gerçekliğini veya hayal dünyasını esas alan değil, ortak bir yaşam alanı içerisinde tartışmaları sürdürmenin politik öznenin gereklilikleri olduğundan bahseder.
Edebî türlerin hiyerarşisi, Ranciere’nin eleştirilerinin tarihselleştirme dokusunun başında gelir. En büyük dayanak noktası da Aristoteles’tir. Onun, Aristoteles'in “şiirin bir kurgu ve bu kurgunun eyleyen insanın taklidi” ve “şiir tarihten daha felsefidir” savları edebiyatın rasyonalite ile ilişkisinin bulunduğu zaman dilimlerini hatırlatma sayıklamaları olduğu kadar alt ve üstün ilişkilerine, tarihe poetik kategorilerin dönüşümleriyle bakmak sayılabilir. Eylemenin yaşam üzerindeki ayrıcalığı, bizzat yaşamın ona içkin olmasında yatar. Edebiyat evreninin rasyonel temsilleri ile gerçek yaşamın ratiosu birbirine denktir.
Edebiyatın demokrasiyle, hiyerarşiyle ve benzerleriyle ilişkisi, kayıtsızlık veya daha önce karşılaşılmış kategorilerin ıslahıyla değil, yeni bir konuşma biçimi ortaya koymasıyla mümkün hale gelir. Çünkü yazmanın aynı zamanda konuşmak da olduğu, eylemin faillerinin de üst sınıftan oluştuğu bir özne-nesne birlikteliğinin edebiyatı 19. yüzyıla gelindiğinde sonuna yaklaşmıştı.
Ranciere, Flaubert’in (1821-1880) hitap ettiği kimseler ve eserlerinin üslubuyla ilgili sözlerini tarihin ana düşünce merkezi olduğu bir kavram ortaya atarak sürdürür: dilsiz yazın. Kendisine bir mutlaklık sunmayan veya evrensellik şiarıyla sürekli başında duracak bir yükümlülükler listesine aldırış etmeyen bir edebiyattan bahseder. Dilsiz yazın, belli bir okuyucuya hitap etmemesini geri plana atarak, hiç kimseye konuşan bir alan yaratır. Hiç kimseye konuşan bir alan, çok fazla konuştuğu için kendisine fazla gelerek herkese ulaşır. Ancak onun deşifre edilmesi gerekir.[2]
*
Uyurkulak’ın geçen aylarda çıkan son eseri Delibo’nun da yukarıdaki kategorik ayrıma uyan -biçim ve içerik anlamında- özellikler gösterdiğini belirtmek gerek. Romanlarının birçok tarihsel âna odaklanması, fikir ve düşüncelerin formalizmi yerine anlattığı zaman, yer ve mekânın toplum ile bireyi oluşturan yapısını ortaya çıkarması eserlerinin sürekli maddi süreçler dolayısıyla dönüşen toplumun problematiklerini göstermesine sebebiyet verir.
Delibo, romandaki birçok toplumsal tipin ortak yaşam alanlarını şenlendiren, onunla mutluluk duydukları ve eğlendikleri bir toplumsal tip. Normal adı İbrahim ancak çevresi “Deli İbo”yu tekrarlarken adı Delibo haline gelmiş. Pre-modern toplumları oluşturan en önemli özelliklerden birisi toplumun ötekisine karşı olan yaklaşımıydı. Kendisinden olmayan, aynı iş kolu ve düşünce yelpazesinden sayılmayan, toplumsal normların dışında bazen isteğiyle bazen de maddi koşullarla kalan bireylerin de toplum kavramına içkin halde bulunduğunu söylemek gerek. Oysa modern toplumları işaret eden eylemlerden olan tahakküm gücü, hayvan ve hastalara gösterildiği gibi delilere de uygulanmıştır. Delibo’yu aramak ve yanında görmek, aslında kamusallığın ön plana çıkışını ve modern anlamda devletin insanların elinden aldığı toplum olmayı simgeler: “Bir çeşit şehir mobilyasıydı, demirbaştı. Bir saat kulesi veya otobüs durağı misali, günü düzenleyen, alışkanlık inşa eden bir hususiyeti vardı.”[3]
Roman türünün asli figürü delilik, düzyazının özne ve nesne birlikteliğinin hazin sonunu göstermek ve başkarakter olmak yerine Delibo’da tarih içindeki yerini işaret eder ve zoon politikonu kendi tarihsel tipolojisinde simgeler.
Yusuf’un hikâyesi, anlatıcı yoluyla geçmiş ve şimdi arasında mekik dokur. Hiçbir şekilde geçmişi şimdiden ayrı düşünmez, çünkü hem bireyin tarihsel olduğunun farkındadır hem de iki farklı zaman ve deneyim birbirini tamamlar. Ayrıca Delibo’nun Yusuf’un yanında isminin çok az geçmesi de artık tarihsel olarak orada olmadığını gösterir. Yıllar önce ayrıldığı mahalleye geri dönen Yusuf, her seferinde farklılığı göz önünde bulundurur. Duygusal bir nostalji yerine çoğu mekân ve çevrenin için dolduran insanlar ve düşünceleri hatırlar, üst sınıfa özgü sıfatların, ayrıcalıkların had safhada yaşandığının gözle görülür acısını gerek kendi içinde gerek babasına baktığı her an hisseder.
Devletin şehir ve taşraya bakışı farklıdır: Öncelikle, taşra ve içini dolduran insanlar -80 sonrası özelleştirilen şirketler ile birlikte- devletin birçok kolunda yaşamlarını devam ettirme zorunluluğundan emeklerini ve bu sırada bedenini vb. derken aslında bütün işlerliğini kaybeder. Şehri ve onu oluşturan yapıyı simgeleyen devletin taşraya gelişi ise genelde askerlik ve vergi içindir. İki farklı nedende de birbirine bağlı olan bu ilişki, Delibo’da bir eksiklik olarak hafızada yer edinir. Yusuf ve aşkı Yasemin, taşradan şehre adım atarken evin uzaklığı ve sıcaklığını coğrafi açıdan değişen görüntülerde değil, zorunluluktan doğan bir çevreye adım attıklarında fark ederler. Bulundukları yer, alışık oldukları deneyimlere ya eksik bakar ya alaycı. Yusuf’un eksikliği eylemlerinin şehir yaşamı ile olan çatışmasından doğar. Şehir yaşamı, Yusuf ve Yasemin için içinde bulundukları okulun bir adım ötesi değildir. Taşranın haysiyet ve gurur temsilleri, her anlarını bu duygularla beslemeyi bir dava haline getirirken, sabah okulda, öğlen AVM veya kamusal alanlarda, akşamları ise evde aynı hareketleri sergileyen üst sınıfa mensup kişiler yaşam ile eylemin birlikteliğini kendileri dışındaki her türlü mensup kişi ve gruplara kapatırlar. Yusuf ve Yasemin, şehrin uyum noktasını oluşturan üst sınıfın bağlılığını reddederek “yabancı” haline gelir. Böylece bu ruh halini mekânın değil, insanlar arasındaki ilişki ve bakış açısının oluşturduğu ortaya çıkar.
İzmir’in hali vakti hayli yerinde ailelerinden, o ailelerin ikamet ettiği seçkin semtlerden, o semtlerin en güzide okullarından gelmişlerdi. Başka insanlardı bunlar, ayrı bir galakside, paralel bir kainatta doğmuş, terkibi farklı topraklarda boy atmış, uzak bir dünyanın terbiyesiyle büyümüşlerdi sanki.[4]
Her türlü yapının öncelikle sınıfsal içeriğine[5] dikkat kesilen Delibo, karşısına aldığı sermaye sahibi ve zengin doğan -olan değil- insanları da, yanına alegorik tamlamalarla çağırdığı gayrimüslim halkları da verili bir halde sunmaz. Şimdide anlattığı bütün toplumsal bireyler, geçmişte de vardır. Böylece tarihsel bir veri olarak sermaye sahipleri ve Rum, Ermeni ve benzeri geleneklerine karşı değişmeyen yargılar edebiyatın diliyle sunulur.
Edebiyatın müdahale ettiği, edebileceği yer de burasıdır: Tahakküm, şiddet ve baskının rasyonellikten sayıldığı bir kurallar bütünü olarak dünyayı reddeder ve kendi özel dilini yaratır. Said, anılarında herkesin dünyayı belli bir dille yazdığını ifade ediyordu. Uyurkulak’ın eserlerindeki özel dil, ulus-devlet paradigması içerisine sığmayan “beynelmilel” bir yaklaşımın sonucudur.
[1] Jacques Ranciere, Dissensus: Politika ve Estetik Üzerine, çev. Mustafa Yalçınkaya, Ayrıntı, 2020, s. 152-171.
[2] A.g.e., s. 162.
[3] Delibo, Can Yayınları, 2020, s. 16.
[4] Delibo, s. 46.