Dünyaya geldiğimizde tanıştığımız ilk duygudur tiksinme. Bir bebeğin ilişkilenmeye verdiği ilk tepkilerinden biridir tiksinti; bebeğin dış dünyayla, annesiyle kurduğu iletişimin en önemli aracıdır. Sevgi, nefret, arlanma ve suçluluk duygularından önce girer hayatımıza tiksinme ve kusma. Bebek doğduktan sonra yaşadığı “oral dönem”de ağzı üzerinden dünyayla ilişki kurar. Yani bebeğin annenin memesini ağzına alması sadece karın doyurmaya hizmet etmez, aynı zamanda haz üzerinden annesiyle ilişkilenir. Bu dönemde haz ilkel sevgiye, tiksinme ilkel nefrete denk düşer. Yani nefret duygusunun ve agresyonun henüz olgunlaşmadığı, yani ayrıntılandırılamadığı ve kaba durduğu dönemde tiksinme bu işlevi üstlenir. Kusmak ret demektir, “istemiyorum” demektir... Daha sonraları tiksinme ve kusmanın en temel işlevi insanı korumaktır. Vücudumuzun zehirli yiyeceklere, küflenmiş ve bozulmuş yemeklere tepkisidir. Tiksinmenin ön uyarıcısı ise bozulmuş besinlerden yayılan pis kokudur. Tiksinmeye gösterilen tepkinin ve yüz ifadesinin her kültürde aynı olduğu tahmin ediliyor ve bu tepki son aşamada öğürmek ve kusmakla sonuçlanıyor. Tiksinmenin tarihini araştıran ve bu konuda kuramlar geliştiren Winfried Menninghaus, sevdiğimiz şeylerin bile fazlasının tiksintiye yol açtığını yazar. Yetişkinlerin bebekler gibi tiksinerek ilişkilenmeleri psikopatolojik bir regresyonu çağrıştırır.
İlk bakışta insana ait olan hiçbir şey tiksindirici değildir aslında. Ancak bebeklikten itibaren aldığımız temizlik eğitimi ve ritüeller neyin tiksindirici olduğunu bize öğretir. Elbette bu ritüeller nasıl bir kültürün parçası olduğumuzla ilgilidir. Çünkü Norbert Elias’ın Über den Prozess der Zivilisation (Uygarlık Süreci, 2 cilt, İletişim Yayınları, 2000) isimli kapsamlı çalışmasında tiksinilen nesnenin uygarlaşma süresince değiştiğini anlatır. Tiksinilen şey, değişir ve dönüşür... Çocuğun dudağında kalan yemek parçası, sümüğü ve kakası, hepsi silinerek temizlenir. Bu süreçte annemin elinde bir bezle sürekli beni silmeye çalışması, benim de bir tiksinti kaynağı olabileceğimi bana hatırlatır. Ama yine de bunu narsisizm aracılığıyla gizlerim. Bok, sümük tiksindiricidir, ama ben değerli olduğum için benim pisliklerim tiksindirici değildir. Bu nedenle kendimden tiksinmem, fakat bu tiksintiyi öteki’ne yansıtırım.
Ötekinden tiksinmenin kolektif bir refleks haline gelmesi ve toplumsal bir fenomen olarak belirginleşmesi, esasen bu bilinç ötesi örüntü ile ilgili. Giderek kutuplaşan gruplar kendi kolektif narsisizmleri üzerinden tiksinmeyi öteki olana yansıtırlar. Bu yansıtmayı düzenleyen en önemli eksenlerinden birisi ise dindir. Yani insanlar neyin tiksinç olduğunu çoğu kez dinsel öğretilere referansla belirlerler. Bu referanslar toplumsal grupları veya kişileri belirli bir hiyerarşiye göre sıralar. Söz konusu “kötü davranışları” gösteren insanlar aşağıda, eğitilmeleri gereken ve “hak yoluna” döndürülmesi gereken kişiler olarak belirlenir. Böylelikle kendini üstte görme üzerinden kolektif narsisizm beslenir.
Tiksinmeyle ilgili bir yazısında psikoterapist Sabine Trautmann-Voigt, tahammül edemeyeceğimiz nefrete, içimizdeki boşluğa ve öfkeye karşı tiksinmenin bizi koruduğuna dikkat çeker. Bunun bir diğer anlamı ise öfke ve nefretin tiksintiyle bir ilişkisinin olduğudur. Politik tiksinme de yine öfke ve nefretle ilişkilidir. Çoğumuz ülkede yaratılan mağduriyete en fazla örtük olarak direnmeyi deneyebiliyoruz. Televizyon izlerken politikacılara kızıyor, bağırıp çağırıyoruz. Sonra televizyonla konuşmaya başlıyoruz, öfkeler yoğunlaşıyor, televizyona doğru küfürler savruluyor. Şizofrenik bir durum yani. Televizyonla konuşan insanlar, çaresizlik, ulaşamama, sesini duyuramama... Bir an geliyor, belki farkında olmadığımız bir kırılma noktası, öfkenin arttığı ama tepkilerin artamadığı bir an. İşte orada artan nefret ve öfke tiksinti olarak karşımıza çıkıyor. Açıktan öfke göstermenin cezalandırılması yahut cezalandırılma korkusu, insanları öfkelerini bastırmaya yönlendiriyor. İşte bu bastırılan öfke, tiksinmeye yol açabiliyor ve bedeni ve zihni kusmaya zorluyor... Çünkü mağdur, failin öfkesinin ve zulmünün artacağı korkusuyla kendi öfkesini bastırıyor. Bu durumda kusmak, vücudun gösterdiği en yaygın tepkidir, özellikle işkence ve tecavüz vakalarında sık rastlanılan bir durumdur. Kusmak, aynı zamanda öfkeyi dışavurmanın en tehlikesiz biçimidir. Kusmak ve dışkılamak kötüden, zehirden, çürükten kurtulmak, onu dışarı atmak ve sembolik olarak yok etmektir. Yani tiksintide sembolik olarak bir kurtulma arzusu vardır. Bu nedenle korku ve baskı nedeniyle sınırlı tuttuğumuz, sadece kendimizin ve yakınlarımızın bilip gördüğü öfkeyi tiksintiye dönüştürüyoruz. Yalan, hile ve zulüm karşısındaki edilgenliğimizde açığa çıkan tepkimizdir bu tiksinme... Eleştirilerin kısıtlandığı, korku ve zulüm imparatorluklarının kurulduğu, tüm halkın bu zulüm ve talan düzeninin edilgen bir tanığı haline getirildiği durumda, bebeklik döneminden gelen bir tepki: Arkaik ve ilkel, ama tepkisizliğimize tepkimiz belki de... Yalanın, zulmün, aldatmanın, manipülasyonun duygusallaştırılarak servis edildiği ve böylece alıcı bulduğu durumda tiksinmek, aslında yoğun bir duygusal tepki göstermek demek... Sevgiyi, nefreti, korkuyu gizlemek mümkün; ama yoğun bedensel tepki ve yüzdeki belirgin ifade nedeniyle tiksinmeyi gizlemek mümkün de değil.
Bütün bu korku iklimine rağmen bazı insanlar çeşitli isyan yollarını seçiyorlar; her ne kadar bunun sonucunda yeni zulümler, hapisler ve işkenceler doğsa da... Bu insanlar zulme umut ve intikam duygularıyla karşılık vererek yoğun öfkelerini dönüştürebiliyorlar... Ancak umut duygusu temelsiz bir iyimserlik ile karıştırıldığında ortaya çıkan şey düş kırıklıkları ve içimizdeki kırılganlıklar oluyor. Yani yersiz bir iyimserliğe dayanan umut, mazoşist bir drama dönüşüyor. Umutlanmanın önkoşulu önce umudu yaratmak olmalı belki de... Bazılarımız ise umuttan çoktan vazgeçerek bu tiksintiyi ve yaşadıkları çaresizliği yok sayabilmek için başka bir dünyaya dalıyorlar: Televizyon dizileri, internet öfkeleri, Instagram narsisizmleri...
Tayfun Atay, “helal” kavramı üzerinden bir “helal endüstrisi” oluşturulduğundan söz eder. Buna göre helal üzerinden tüketim ve günah arasındaki çelişki giderildi, Müslümanlar da tüketim toplumunun bir parçası olabildiler. Helal ve haram aynı zamanda bir aidiyet-dışlama sarkacı olarak çalışmaya başladı. Bu sarkacın iki yanında insanlar ve gruplar arasına duvarlar çekildi. Haram aslında dinen uygun olmayan anlamında kullanılırken, bu anlam genişletildi. Popülizm üzerine çalışan bilim insanlarının kullandığı bir kavrama başvurursak, haram bir tür politik “frame”[1] oldu... Bir başka deyişle haram kavramı ifade ettiği dar anlamından çıkartılarak çok daha geniş bir pratikler evrenini tanımlayan bir çerçeveye dönüştü. Artık haram denince sadece dinin yasakladığı şeyler akla gelmiyor; kötü, iğrenç, tiksindirici, günah gibi bir yığın başka anlamlar da belirginleşiyor akılda. Haram bu anlamda tiksinilen her şeye referans eden bir frame olarak çalışıyor, tiksinilen her şey harama tercüme ediliyor.
George Lakoff ve Elisabeth Wehling ortak bir araştırmalarında düşünce ve algılarımızın büyük oranda metaforlar üzerinden oluştuğunu anlatır. Politik bir frame’e dönüşen haramın anlamı da metaforlar üzerinden genişletilir. “Açık saçık olmak ahlâksızlıktır, içki çok kötüdür.” Buradaki açık saçıklık veya içki birer metafordur; içkinin kimseyi ısırdığı görülmemiştir. Yani içki şişede durur ve kimseye zarar vermez. Ama bir metafor olarak kullanıldığında “bütün kötülüklerin anasıdır” ve haramdır. Böyle bir metaforik anlatımda duygusal yoğunluk dikkati çeker. Bu duygusal yoğunlaştırmanın amacı, etkiyi derinleştirmektir. Metaforlar bir şeyleri belirginleştirip sergilerken, diğer yandan da bazı anlamları gizlerler. Bir grup için alkol içenler alkolik, ayyaş, zayıf iradeli, ahlâksız, kısacası tiksindiriciyken, ötekiler için de dindarlar çocuk tacizcisi ve sapıktır. Her bir grup tiksinmeyi öteki olana yansıtır ve böylece kolektif narsisizmler şişirilir. Bu nedenle kutuplaşmış gruplar arasındaki diyalog kusmuk üzerinden şekilleniyor. Duygusal olarak çok yoğun bir ilişki içindeyiz, ama bu ilişki onarılamaz bir negatiflikte. “Öteki” saydıklarımızdan nefret bile edemiyoruz aslında... Bu nedenle kamusal alanlar birbirlerine öğüren insanların karşı karşıya gelme yeri haline geldi. Bu kültürel-politik ortamda duyulan tiksinti, en küçük çelişki alanlarında birbirimize kustuğumuz öfke patlamalarına dönüyor...
Siyasi iktidar İslâmi bir dille “pislik” ve “kötülük” ile savaşırken kaçınılmaz olarak “asiler” ve “çapulcular” da üretiyor. İktidarın tiksindirici olarak işaretlediği toplumsal kesimler, buna tepki olarak asıl “ahlâkçıların” kutsalın arkasına gizlendiğini ve tiksinç olanın aslında onlar olduğunu dile getiriyorlar. Yani yaşam biçimi savaşları, karşılıklı tiksinme savaşlarına dönüşüyor. Ahlâk ve tiksinme üzerinden ilerleyen bu çatışma sanıyorum mayo, mini etek ve alkol boyutlarını geçti. Tiksinilsin diye gündeme getirilen rakı, muhalifliğin ve asiliğin sembolü oldu neredeyse. Çünkü rakı üzerinden politik, tarihsel ve kültürel kimliklere vurgu yapılıyor. Ayyaş olmanın getirdiği mahcubiyet ya da muhafazakârların olduğu bir ortamda dekolte giymenin mahcubiyeti artık yok. Mahcubiyet yerini önce korkuya, sonra korkusuzluk ve asiliğe, daha sonra da tiksintiye bıraktı... Başka bir deyişle sürekli “hain, terörist, ahlâksız” denilerek aşağılanan ve bir tiksinme nesnesi olarak kurulanlar, zamanla yoğun bir politik tiksinti üreterek bu değersizleştirmeye cevap verdiler. Tiksinilenler kendilerine atfedilen sıfatlarla özdeşleşiler ve onlar şimdi kendilerinden tiksinenlerden tiksiniyorlar. Hazzı dışlayan, hatta merkezine “haz düşmanlığını” yerleştiren bir helal yaşam biçiminin benimsenmesini öneren Haram Konsepti her zaman olduğu gibi hazza yenik düştü… Bu tartışmalarda ıskalanan şey ise “pisliğin”, tiksindirici olanın başkaları için bir haz kaynağı olması... Domuz eti yemek bana, inek eti yemek de bir Hindu’ya tiksindirici gelebilirken, ötekiler için şölen yemeği olabiliyor... Yani birine tiksindirici olan diğerine haz verebiliyor. Çamurda oynamak elbiselerimizin kirlenmesi de demek, ama çamurla oynayan çocuklar haz alır. Boyalarla oynamak ve kâğıtları boyamak da kıyafetleri ve elleri kirletir, ama haz da verir. İçki zararlıdır, kötüdür, günahtır; ama çakırkeyif olmanın hazzı da ıskalanabilir değildir işte...
Politik tiksinmenin belki en yıkıcı sonucu artık ortak bir doğruya inanmayan, kutuplaşmış toplumsal grupların birbirinden tiksinir olması. Üstelik tiksinme üzerine çalışan psikanalistlerin “kontaminierung” olarak adlandırdığı durum nedeniyle, yani tiksinilen nesne ile iletişim kesilse dahi tiksintinin dindirilememesi yüzünden, bu toplumsal kutuplar katılaşıyor. “Kendini ötekinin yerine koyma” ve böylece sembolik olarak ötekine yakınlaşmak politik tiksinmenin kışkırtıldığı durumda ortadan kalkıyor. Çünkü, ötekini tiksinilen obje olarak gördüğümüzden kendimizi ötekinin yerine koymak aynı zamanda tiksinilen obje olmak anlamı da taşıyor. Empati imkânsızlaşıyor. Örneğin özellikle Cumhuriyet tarihi boyunca kadınlar üzerinden gerçekleştirilen savaşlar, Türkiye’deki bu bölünmenin kronikliğini daha iyi ortaya koyuyor. Bir zaman ikna odalarında “saçlarını aç böyle çok daha güzelsin” denilen kadınlara, bugün sözgelimi bir parkta bir teyze yaklaşıp “saçların ne güzel, onları kapatsana” deyiveriyor. Ancak ne yazık ki bu karşılaşma genç bir kadın ile yaş almış bir teyzenin gündelik sohbeti olamıyor. Erdoğan zulmünün en büyük enkazı, bu topluma en ağır faturası bu galiba... Sosyolojik yakınlaşma kayboluyor, gruplar arasındaki uçurum ne yazık ki daha da büyüyor.
Psikanalizde, “öteki”ni yok edebilmek için tiksintinin etkin kullanılabileceğine dair tezlerle karşılaşırız. Örneğin, Yahudiler önce negatif özelliklerle tanımlandılar: Cimri, kötü niyetli, hain, dünyayı iktisaden kontrol eden, içinde yaşadıkları hakim grubun (Almanlar) kötülüğünü isteyen kişilerdi Yahudiler. Bu kadar “adi ve iğrençtiler”. Böyle adi olanlara “insan” bile denemezdi, hatta bunlar “hayvan” bile değillerdi. Yahudiler virüs, bakteri, sinek ve böcektiler. Burada amaç tiksinti yaratmaktı. İşte tanımlama buraya getirildikten sonra virüs, bakteri ve böceklerden kurtulmak istemek “insani bir üstün özellik” gibi sunuldu. Bu mekanizma vicdanı işlemez hale getiriyor, faillerde suçluluk duygusu ve bilincinin oluşmasını engelliyor. Yahudi’yi katleden bir böceği yok etmiş oluyor ve hatta böylece insanlığa hizmet etmiş sayılıyor. Öldürme tabusu kültürlerin ortak değeridir; ama değersizleştirme ve insandışılaştırma (dehumanization) yöntemleriyle öldürmenin yarattığı vicdani çekince ve ikilem de ortadan kaldırılıyor. Daha doğrusu “öteki” insan sayılmadığından tabunun bir işlerliği kalmıyor. Bu mekanizmaları bu coğrafyada yaşayanlar çok iyi tanıyor: Alevi-Sünni, Ermeni-Türk, Kürt-Türk, solcu-sağcı... Hakim kültür ve siyasi iktidarlar bu ötekileştirme mekanizmalarını sürekli işletiyor. Bugün herhangi bir siyasi grubu “terörist” ilan edip bu mekanizmayı işletebiliyorsunuz. Hiç kimsenin de bu duruma itirazı olmuyor. Barış Bildirisi’ni imzalayan “teröristler”e bu muamele yapıldı. Ya da kayyum atamaları... Hapisteki gazeteci ve politikacılar bu yöntemlerle ötekileştiriliyor. “FETÖ Terörü/Darbesi” meselesi ise giderek bir cadı avına çevrildi... Politik tiksintiye kapılan birçok insanda ise bu zulmün yarattığı suçluluk ve sorumluluk da duygusu oluşmuyor...
[1] Kavramı biraz daha açmak için Elisabeth Wehling`in “yerdeki kuş” ve “havadaki kuş” örneğini kullanabiliriz. Wehling, “havadaki kuş” dendiğinde, ifade edilmese bile kuşun uçtuğunun anlaşıldığını söyler. Veya çita ve kaplumbağa denildiğinde aklımıza yavaş ve hızlılığıyla bilinen iki hayvan ve karşılaştırma gelir. Halbuki ifadede sadece iki hayvan ismi vardır. Bu çağrışımlar örüntüsüne işaret eden frame, elimizdeki veride olmayan, ama dünyayla ilişkilerimizden ve deneyimlerimizden yola çıkarak bizim yüklediğimiz anlamlar bütününe gönderme yapar.