Fark ettiniz mi? Artık ortalarda pek yeni Fransız düşünürü göremiyoruz. 70’lerin sonu ve 80’lerin başında bir sel gibi etrafta görebiliyorduk onları: Derrida, Foucault, Baudrillard, Kristeva, Lyotard, de Certeau… O zamandan beri neredeyse hiç yoklar. Moda akademisyenler ve entel hipsterlar, şimdilerde yirmi-otuz yılını dolduran bu teorileri döndürüp durmak zorunda kaldılar veya şaşalı meta-teoriler için yüzlerini İtalya’ya, hatta Slovenya’ya döndüler.
Bunun pek çok sebebi var. Bir tarafı, Fransa’da siyasetin haletiruhiyesi ile uyumlu ortak bir çabayla medya elitlerinin, Amerikanvari boş kafalı gurularla hakiki entelektüellerin yerini değiştirme çabası. Henüz tam anlamıyla başarılı olamadılar. Öteki tarafı, Amerikan medyasının; geniş grev hareketleriyle refah devletinin imhasını reddeden Fransa’nın, Amerikan modeli ekonomik reformları kabul etmediği 1995’ten bu yana Fransa’dan kültür-sanat haberlerine karartma uygulaması. Bu olaylardan sonra Fransa Amerikan basınında tarihin akışına karşı kürek çeken aptal bir ülke ilan edildi.
Elbette bu kendi başına, Deleuze ve Guattari okuyan Amerikalıları ürkütecek bir şey değil. Amerikalı akademisyenlerin Fransa’dan beklediği daha çok, hakikat ya da insanlık gibi Batılı kavramlara içkin şiddeti işaret eden; çılgın, radikal fikirlere daldığını hissettiren türden bir şey. Ama hiçbir şekilde bir siyasal hareket programı olmayan, hatta herhangi bir şekilde eyleme geçmek için sorumluluk içermeyen türden fikirler bunlar. Siyasi elitler tarafından veya halkın %99’u tarafından neredeyse hiç ciddiye alınmayan bir grup insanın böyle hissetmek istemesini kestirmek zor değil. Diğer bir ifadeyle Fransa’nın Amerikan medyasınca aptal bir ülke olarak ilan edildiği yerde, akademisyenler de ihtiyaca uygun düşeni arayıp buluyorlar.
Sonuç olarak, bugün Fransa’daki en ufuk açıcı bilim insanları hiç duymadığınız isimler oluyor. İktisat teorisinin felsefi birtakım varsayımlarına sistematik olarak eleştiri getiren Faydacılık Karşıtı Sosyal Bilimler Hareketi (Mouvement Anti-Utilitariste dans les Sciences Sociales, kısaca MAUSS) bu gruplardan biri. MAUSS ilhamını 20. Yüzyılın başlarında Fransız sosyolog Marcel Mauss’tan alıyor. En ünlü çalışması Armağan’da[i] (1925) Mauss, iktisat teorisinin temel varsayımlarının belki de bugüne kadar yazılmış en olağanüstü reddiyesini sunuyor. İnsan doğasının tabii ve kaçınılmaz bir sonucu olduğu düşünülen “serbest piyasa”nın herkesin gırtlağına çöktüğü bir dönemde Mauss’un çalışması, sadece Batılı olmayan toplumların değil, aynı zamanda en modern Batılıların dahi piyasa ilkeleri çerçevesinde hareket etmediğini kanıtlaması sebebiyle bugün çok daha anlamlı. Fransız hayranı Amerikalı bilim insanlarının küresel neoliberalizmin yükselişi ile ilgili söyleyecek pek bir şeyleri yokken, MAUSS neoliberalizmin doğrudan temeline hücum ediyor.
Kısa bir arka plan. Marcel Mauss 1872 yılında, Vosges’te Ortodoks Yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Dayısı Emile Durkheim, modern sosyolojinin kurucusu olarak biliniyor. Durkheim, etrafını parlak genç takipçilerle çevrelemişti, Mauss ise bu halka içerisinde din ile ilgili çalışmalar yürütüyordu. Fakat, Birinci Dünya Savaşı, Durkheim çevresini kökünden sarstı. Durkheim’ın oğlu da dahil olmak üzere, bu halkaya mensup pek çok isim cephede hayatını kaybetti. Oğlunun ardından bu kedere dayanamayan Durkheim da… Bulmacanın parçalarını toplamak için geride Mauss kalmıştı.
Mauss, Durkheim’ın meşru mirasçısı olmasına rağmen hiçbir zaman tam anlamıyla ciddiye alınmadı. Sıradışı bir dimağ, bir ilim insanı olmasına rağmen (Sanskritçe, Maori dili, klasik Arapça dahil olmak üzere en az bir düzine dil biliyordu) yine de o haşmetli profesörlerden beklenen çekimden yoksundu. Muazzam felsefi sistemler inşa etmek yerine aynı anda birden fazla parlak fikirle iştigal eden türden bir insandı: amatör bir boksör eskisi, oyunbaz, biraz da safdil. Hayatını, hiçbir zaman tam anlamıyla bitiremediği beş farklı kitap (dua üzerine, milliyetçilik üzerine, paranın kökenleri üzerine vs.) üzerine çalışarak geçirmişti. Yine de Fransız antropolojisini neredeyse tek başına kurdu, yeni bir sosyolog nesil yetiştirmeyi başardı ve elbette her biri sosyal teori için kendi başına yepyeni kapılar açan olağanüstü yaratıcı makaleler yazdı.
Mauss aynı zamanda devrimci bir sosyalistti. Öğrencilik yıllarından beri sol basına düzenli olarak katkıda bulunuyordu. Hayatının büyük kısmını Fransız kooperatifçilik hareketinin aktif bir üyesi olarak geçirdi. Paris’te bir tüketici kooperatifinin kurucusu olarak uzun yıllar bu kooperatifin destekçiliğini üstlendi. Bu nedenle diğer ülkelerdeki benzer hareketlerle iletişim kurmak üzere görevlendirildi (Devrim sonrası Rusya’da bu sebeple bulundu). Buna karşın Mauss, bir Marksist değildi. Mauss’un sosyalizmi daha çok Robert Owen ya da Pierre-Joseph Proudhon çizgisindeydi. Komünistlerin de, Sosyal Demokratların da toplumun bir hükümet müdahalesi vasıtasıyla dönüştürülebileceğine inanmalarının eşit derecede yanlış olduğunu düşünüyordu. Hükümetin görevinin tabandan inşa edilecek bir sosyalizm için hukuki bir çerçeve sunmak, alternatif kurumlar oluşturmak olduğunu düşünüyordu.
Bu sebepten, Rus Devrimi Mauss’ta çelişkili duygular uyandırdı. Hakiki bir sosyalist deneyimin nasıl olacağına dair bir coşkuyla beraber, Bolşeviklerin sistematik bir şekilde korku zerk etmesine, demokratik kurumların bastırılmasına ve en çok da “amaç aracı meşru kılar kinik doktrini”ne karşı öfkeliydi. Mauss bu türden bir anlayışı ahlâkdışı buluyor, piyasanın rasyonel matematiğinin üstü örtük tersine çevrilmesi olarak görüyordu.
Mauss’un “armağan” üzerine denemesi, her şeyden önce Lenin’in 1921 Yeni Ekonomi Politikaları’yla, daha önce denenen ticareti ilga hamlelerinden artık vazgeçilmesi ile ilgili bir denemeydi. Eğer Avrupa’nın görece en az ticarileşmiş toplumu Rusya’da bile piyasa kolayca yürürlükten kaldırılamıyorsa, Mauss şu sonuca varıyordu: Devrimcilerin çok daha ciddi bir şekilde “piyasa” gerçekten nedir, nereden geldi ve uygulanabilir bir alternatifi nasıl olmalı diye düşünmeleri gerekecekti. Tarihsel ve etnografik araştırmaların sonuçlarını üstlenme zamanı gelmişti.
Mauss’un vardığı sonuçlar sarsıcıydı. Her şeyden önce, “iktisat biliminin” iktisat tarihi ile ilgili söylediği neredeyse her şey tamamıyla asılsızdı. İnsanoğlunun temel motivasyonunun hazzı, lüksü ve malı mülkü (bunların “faydasını”) maksimize etmek olduğunu iddia eden evrensel varsayım, o zaman da şimdi olduğu gibi, serbest piyasa düşkünlerinin dillerinden düşürmediği ve insana dair her şeyin piyasa dolayımıyla analiz edilebileceğini öngörüyordu. Bu resmî hikâyeye göre başlangıçta trampa (değiş tokuş) vardı. Bu zahmetli bir şey olduğu için haliyle, insanlar değiş tokuşun evrensel aracı olarak parayı icat ettiler. Değiş tokuşun sonraki teknolojileri (kredi, bankacılık, borsa işlemleri) basitçe bunun mantıki bir uzantısıydı.
Öte yandan, Mauss’a göre esas problem, tarihin herhangi bir döneminde trampaya (değiş tokuş) dayalı bir toplumun var olduğuna inanmamızı sağlayacak herhangi bir neden bulunmamasıydı. Bunun yerine antropologlar, tamamıyla farklı saiklerle işleyen bir iktisadi yaşamı, şeylerin insanlar arasında birer armağan olarak gidip geldiği; “iktisadi” bir davranış olarak nitelendirebileceğimiz neredeyse her şeyin aslında saf bir cömertlikmiş gösterisinden, kimin kime ne verdiğinin hesap edilmesinin kati bir reddinden türediğini keşfediyorlardı. Bu türden “armağan ekonomileri” zaman zaman oldukça rekabetçi olabiliyorlardı, ama bu bizim bildiğimiz türden rekabetin tam tersi bir rekabetti: Kimin en çok biriktirdiğinden çok, galip gelenler en çok verebilenlerdi. Bazı meşhur durumlarda, örneğin Kuzey Amerika (British Columbia) yerlileri Kwakiutllar arasında bu durum çarpıcı örneklere sahne oluyordu. Eliaçıklık yarışı için bazı hevesli kabile şefleri bir diğerini alt etmek üzere binlerce gümüş bileklik, Hudson's Bay[ii] battaniyeler, Singer dikiş makinaları dağıtıyorlardı. Hatta rakiplerini de aynısını yapmak üzere kışkırtmak için servetlerini yok etmek pahasına aile yadigarı eşyaları okyanusun dibine yolluyorlar ya da bütün servetlerini ateşe atıyorlardı.
Bütün bunlar oldukça egzotik görünebilir. Ama Mauss’a tekrar kulak verelim: Sahiden, bütün bunlar bize ne kadar yabancı? Armağan etmek fikri ile ilgili, bizim toplumumuz için bile garip bir şeyler yok mu ortada? Neden bir arkadaşımız bize bir armağan verdiğinde (bir içki, akşam yemeği daveti, bir iltifat) kendimizi karşılık vermek zorunda hissediyoruz? Neden cömertliğin alıcı tarafı bir şekilde karşılığını veremediğinde kendini küçülmüş hissediyor? Bütün bu duygular bizim toplumumuzda hiçe sayılırken, bir diğerinde iktisadi sistemin başat temeli olan evrensel duygular değil mi? Tam da bizimki gibi kapitalist bir sistem içinde bile var olan bu farklı türden karşılıklılık hissi ve ahlâki standartların varlığı; alternatif tasavvurlara, sosyalist politikalara duyulan cazibenin nedeni değil mi? Mauss kesinlikle böyle hissetti.
Pek çok açıdan, Mauss’un analizi, aynı zamanlarda György Lukács gibi figürler tarafından geliştirilen yabancılaşma ve şeyleşme teorilerine benzerlik gösteriyordu. Mauss’a göre armağan ekonomilerinde değiş tokuş, kapitalist piyasa ilişkilerindeki gibi gayri şahsi bir şey değildi. Gerçekte, hatta çok değerli şeylerin el değiştirmesinde bile önemli olan, insanlar arasındaki ilişkinin kendisiydi: Değiş tokuş yeni dostluklar yaratmak, rakipleri alt etmek üzere ittifaklar kurmak veya bir zorunluluğu karşılamakken, sadece nadir zamanlarda değerli eşyaların dolaşımı ile ilgiliydi. Sonuç olarak her şey bir yükümlülük ile ilgiliydi, mülkiyet bile. Armağan ekonomilerinde, servet belirten en önemli nesneler olan aile yadigarı kolyeler, silahlar ve kürkler, neredeyse her zaman kendilerine has bir benlik kazanıyorlardı.[iii]
Bir piyasa ekonomisinde ise durum tam tersidir. Ticari işlem, basitçe kullanışlı şeyleri almakla ilgilidir; bunun dışında satıcının ve alıcının kişilik özelliklerinin tamamıyla alakasız olduğu bir işlem türüdür. Sonuç olarak her şey, insanlar bile birer şey olarak algılanmaya başladılar. (“Mallar ve hizmetler”i bir de böyle düşünün). Burada Mauss’un Marksizm’den ayrıldığı nokta şudur; döneminin Marksistleri son tahlilde hâlâ ekonomik determinizm etrafında dolanıp dururken Mauss, “ekonominin” hiçbir zaman gayri şahsi bir mantıkla sadece servetin yaratılması ve dağıtılmasıyla ilgilenen, otonom bir ilişkiler yumağı olmadığını, herhangi bir uygar gelecekte de olamayacağını dile getirmiştir.
Mauss, bunun pratik sonuçlarını kestirmekte hiçbir zaman tam olarak emin olamadı. Rus deneyimiyle modern toplumda alım satım işlemlerinin ortadan kaldırılamayacağına ikna olmuştu, en azından yakın bir gelecekte. Fakat bir piyasa ethosu bunu yapabilirdi. Çalışma kooperatifleştirilebilir, etkin sosyal güvenlik ağları güvence sağlayabilir ve böylece servet biriktirmek için geriye kalan tek sebep hepsini dağıtmak olabilir. Sonuç, en yüksek kıymeti “halka/insanlara dağıtmanın mutluluğu, sanatkârane bir harcamanın sevinci, herkese açık ya da özel sofralardaki misafirverperliğin keyfi” olan bir toplum.
Bugünden bakıldığında bütün bunlar oldukça naif görülebilir. Fakat yine de iktisat “bilimi”nin modern zamanların izhar edilen dini haline geldiği bugün, Mauss’un temel öngörüleri, yetmiş beş yıl öncesinden çok daha anlamlı görünüyor. Anlaşılan, MAUSS’un kurucuları için de öyle.
MAUSS grubunun ortaya çıkışı 1980’e dayanıyor. Fikrin bir öğlen yemeğinde Fransız sosyolog Alain Caillé ve İsviçreli antropolog Gérald Berthoud’nun sohbeti sırasında ortaya çıktığı anlatılır. Konusu armağan olan disiplinlerarası bir konferansta bulunduktan sonra, bütün bildirileri de gözden geçirdiklerinde şunu fark etmişlerdi; konferansa katılan hiçbir akademisyen, armağan vermenin altında yatan önemli sebeplerden birinin de, örneğin, cömertlikten veya bir başkasının afiyetinden, mutluluğundan kaynaklanabileceğini akıllarına getirmemişti. Hatta konferansa katılanlar “armağan” diye bir şeyin var olmadığını varsayıyorlardı. Biraz altını kazırsan herhangi bir insan davranışının altında bencil, hesapçı bir strateji bulabilirsin. İşin daha garibi, bütün bu bilim insanları için meselenin esas özü bu türden bir bencil, hesapçı stratejinin kendisinin başka herhangi bir motivasyondan daha hakiki görülmesiydi. Sanki bilimsel olmak, nesnel olmak büsbütün kinik olmaktan ibaretti. Neden?
Caillé bu konuda Hıristiyanlığın sorumlu olduğu sonucuna vardı. Antik Roma hâlâ birtakım aristokratik eli açıklık idealinin muhafaza edildiği bir dönemi işaret ediyordu: Romalı ileri gelenler en görkemli oyunları finanse etmek, halka açık bahçeler yapmak, heykeller dikmek üzere yarışıyorlardı. Yine de Romalı cömertliği, aslında incitmek üzere bir cömertlikti: Romalı godamanların sevdiği alışkanlıklardan biri, kitlelere altın ve mücevherler dağıtıp onların çamura bulanıp tepişerek bu altınları toplamaya çalışmasını seyretmekti. İlk Hıristiyanlar bu sebeplerden ötürü tam tersi bir hayırseverlik kurumu inşa etti. Gerçek hayırseverlik bir başkasına üstün gelmek, birini kayırmak veya başka herhangi bir bencil arzudan kaynaklanmayan saf bir hayırseverlik olarak düşünüldü. Veren elin bir şekilde karşılık aldığı/beklediği herhangi bir verme ilişkisinin, gerçek bir armağan olmadığı düşüncesine kadar götürüldü.
Ama verenin herhangi bir şekilde menfaatine olmayan bir armağan ilişkisini tasavvur etmek oldukça zor olduğu için bu, sonu gelmeyen bir dizi başka problem meydana getirdi. Bütünüyle diğerkâm herhangi bir hareket bile sonuçta Tanrı’nın rızasına nail olmakla ilgili olmalıydı. Böylece her bir hareketin altında gizli kapaklı bir bencillik aramak, dolayısıyla meselenin özünün bu bencillikle ilgili olduğunu düşünme kolaycılığı başladı. Bunun bir benzerinin modern sosyal teori için de geçerli olduğunu görebiliriz. İktisatçılar ve Hıristiyan ilahiyatçılar eğer bir insan bir cömertlik gösterisinden en ufak bir haz dahi duyuyorsa bunun daha az bir cömertlik olduğunda ortaklaştılar, yalnızca bunun ahlâki sonuçları konusunda ayrılıyorlardı. Bu yanlış anlayışa karşı Mauss, vermenin “keyfini” ve “hazzını” vurguladı: Geleneksel toplumlarda ortada kişisel çıkarlarla (“self-interest”, Mauss bu terimin insan dillerinin herhangi birine çevrilmesinin bile imkânsız olduğunu düşünüyordu) diğerkâmlık arasında herhangi bir çelişki bulunmuyordu, geleneksel armağanın anlamı ikisini birden aynı anda ilerletebilmekle ilgiliydi.
Bu gibi meseleler MAUSS’u oluşturan bu küçük, disiplinlerarası grubun (Caillé, Berthoud, Ahmet İnsel, Serge Latouche, Pauline Taieb) tartışmaya açtığı ilk meselelerdendi. Grup öncelikle Revue du MAUSS isimli küçük bir dergi çevresinde işe başladı. Yazarların kendi aralarındaki bir şaka olarak kötü kalite, uyduruk kâğıda basılı bir dergi. Aynı zamanda da ciddi akademik çalışmaların öncülü olması beklenen, o zamanlar henüz ortada olmayan uluslararası bir hareketin amiral gemisi bir dergi. Bu dergide Caillé manifestolar yazdı, İnsel geleceğin büyük uluslararası faydacılık karşıtı hareketlerine dair düşler kaleme aldı. İktisat üzerine makaleler, Rus edebiyatından kısa parçaları takip etti. Fakat MAUSS yavaş yavaş, 90'ların ortalarında meyve vermeye başladı; her yıl organize edilen konferanslarla birlikte, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, oradan Avrupa’ya felsefecilerin, tarihçilerin, iktisatçıların ve antropologların, sosyologların fikirlerini yayımlayan üç farklı dergiye ve önemli bir kitap serisine dönüştü (hepsi Fransızca).
1995 Grevleri ve Sosyalist hükümetin başa geçmesiyle Fransa’da, Mauss’un çalışmalarına olan ilgi, Mauss’un siyasi yazılarının ve yeni bir biyografisinin yayımlanmasıyla hatırı sayılır ölçüde yeniden canlandı. Aynı vakitlerde MAUSS grubu da daha açıktan bir siyasi tavır almaya başlamıştı. 1997 yılında, Caillé “Yeni Sol Hareket için 30 Tez” adlı bir bildiri yayımladı. Ardından grup her yıl düzenlenen konferanslarını spesifik bir siyasi meseleye adadı. Fransa’ya yapılan “Amerikan modeli”ni benimsemesi ve refah devletinin kalıntılarını ortadan kaldırması çağrılarını Amerikan devrimcilerinden, Tom Paine’nin fikirlerinden biri olan herkes için garanti/temel asgari ücret fikri ile yanıtladılar. Refah politikalarını gerçekten dönüştürmenin yolunun sosyal güvenlik uygulamalarını ortadan kaldırmak değil, bütün bir programın yeniden dönüştürülmesi yoluyla mümkün olduğunu dile getirdiler. Gelin refah ve işsizlik programlarını kaldıralım, fakat yerine her bir Fransız vatandaşına başlangıç olarak bir geliri (doğrudan devlet tarafından karşılanan, örneğin 20 bin dolar kadar bir gelir) garanti edelim, geri kalanını da buna göre düzenleyelim, dediler.
Mauss’un belli çevrelerce Marx’a alternatif olarak sunulduğu bir bağlamda Maussçu sol ile ilgili ne yapmak gerektiğini kestirmek güç. Herhangi bir radikal dönüşümle ilgilenmeyen, bir tür süper sosyal demokratlar diyerek kestirip atabilirdik. Caillé’nin “30 Tez”i örneğin, belli türden bir piyasanın kaçınılmazlığı konusunda Mauss’la aynı fikirde –fakat öte taraftan, yine Mauss’la benzer şekilde, finansal kâr peşinde koşmaktan başka amacı olmayan bir sistem olarak tanımladığı kapitalizmin ilgasını da dört gözle bekliyor. Diğer taraftan, bugünkü entelektüel ufkumuz içinde değerlendirildiğinde Maussçu saldırı, diğer her şeyden çok daha kudretli, çok daha radikal görünüyor. Amerikan fikir dünyasının, özellikle de kendilerini herkesten daha gözü kara, daha radikal sanan; hırs ve egoistliklerinden gayrı karşılarına çıkan her şeyi yapısöküme uğratanların Maussçularla ne yapacaklarını bilmemeleri, neden bu çalışmaların neredeyse tamamen görmezden gelindiğinin de sebebi olmalı.
Türkçeye Çeviren: Zeynel Hakan Aşer
David Graeber'ın bu metni ("Give It Away") ilk kez In These Times'ta (24[19]) yayımlanmıştır. Metnin orijinaline şuradan da ulaşılabilir.
[i] Mauss’un bu eseri yakın bir zaman Türkçeye tekrar çevrildi: Mauss, M. (2018). Armağan Üzerine Bir Deneme, çev. Nihan Özyıldırım. Alfa Yayıncılık. Daha önce Sadri Ertem tarafından 1934’te Hibe: Arkaik Cemiyetlerde Mübadelenin Şekilleri ve Sebepleri olarak çevrilmiştir -ç.n.
[ii] Hudson’s Bay Company uzun yıllar Kuzey Amerika’da çeşitli bölgelerde kolonyal hükümet olarak bulundu. Florence Weber, Mauss’un Armağan Üzerine Bir Deneme’sine yazdığı giriş yazısında bu bölgedeki yerlilerin aniden zenginleşmesinin bir sebebinin pek çok kolonyal güç ile ticaret yapmalarıyla ilgili olduğunu belirtiyor. Bu paragrafta bahsedilen türden bir potlacın da önceki potlaç türlerinin yozlaşmış bir formu olduğunu ekliyor. Weber’in bahsettiği gibi Mauss ve diğer araştırmacılar potlaç kavramını, armağan değiş tokuşu temelinde “toplam yükümlülükler sistemi”nin bir parçası olarak analitik bir biçimde, örneğin Kwakuitl potlacı ile Trobriand’daki kula ticareti ile karşılaştırma zemini olarak kullanmıştır. Bkz. Weber, Florence. (2018). “Pazarsız Yükümlülükler Etnografyasına Doğru”, Marcel Mauss, Armağan Üzerine Bir Deneme içinde, Alfa Yayıncılık, s. 21-22 –ç.n.
[iii] Mauss’un Maori bilgini Tamati Ranapiri’nin kavramıyla karşıladığı şeylerin hausu meselesi nesnelerin karşılık vermeye zorlayan karakterinin, armağan eden ve edilen arasındaki karşılıklılık ilkesinin bir veçhesidir. Florence Weber’in cümleleriyle, Maori kozmolojisindeki gibi bir “Toplam yükümlülükler sisteminde şeyler kişilerden ayrı değildir, şeylerle kişiler ‘karışmıştır’ der Mauss”. Graeber, bu türden bir şeylerin benliğinden bahsediyor. Bkz. Weber, Florence. (2018). “Pazarsız Yükümlülükler Etnografyasına Doğru”, Marcel Mauss, Armağan Üzerine Bir Deneme içinde, Alfa Yayıncılık s. 37 –ç.n.