Kitaplarda, “doğru”, ya da etkili siyasî iletişimin fark yarattığını epey de ikna edici bir şekilde anlatıyorsun. Ben yine de belki eski moda bulacağın bazı “fundamental” sorulara takılıyorum. Medyanın ve iletişim teknolojilerinin eskiden partilerde örgütün ve programın oynadığı rolün önüne geçmesiyle, dahası onları ikame eder hale gelmesiyle ilgili sorular. Yurtta ve cihanda böyle. Bu tespite ne derece katılır, ne derece görelileştirirsin? Türkiye’de ve özellikle senin meşgul olduğun CHP’de, -kısmen de İYİ Parti’de-, bu tablo, sence ne kadar böyle?
Bilgisayar ekranı (hatta daha çok telefon ekranı) açıldığı anda, adına “bilgi” denilen bir şeylerin hücumu içine giriyoruz. Bu işin bu hale geleceğini, bırakın yüz yılı, on yıl önce bile öngöremezdik. Sosyali dahil, medyanın kurduğu bir evren var ve bu evrenin zayıf yanı, başta söylediğimin tersini yapmak: Telefonu kapatmak… Biz, okumuşlar diyeyim, okumuşların içinde kafayı siyasetle bozmuşlar diyeyim, zannettiğimizden ve bize yansıyandan çok daha küçük bir grubuz. Kendi köyümüzde, köyümüzün kavalcılarını coşkuyla alkışlasak bile o kavalın melodisi köy sınırlarından öteye gitmiyor. İYİ Parti’yi bilmiyorum ama CHP’de kafayı Twitter’la bozmuş bir kitle var. Bin beğeni aldıklarında dünyalar onların oluyor ama seksen küsur milyonluk bir ülkede bu beğenilerin ne anlamı varsa, medyanın da ülke politikasına neredeyse böyle bir etkisi var. En güçlü medya kanalı bile o kadar güçlü değil. Birahanede herkesin kendi kendine konuştuğu gruplar gibiyiz. Diğer yandan medya siyasetin rolünü çalmaz ama “siyasetsizliğin” rolünü bal gibi yükseltir (ki bilinçli yapılıyorsa bu da bir siyasettir). Ben ülkenin topu topu bir milyon kişinin izlediği haber programları veya sosyal medya ayinleriyle değil, diziler, sinema filmleri, şarkılarla yönlendiğini düşünüyorum. Bu alana devlet bir servet harcıyor ve bir oranda başarılı da oluyor. Şu an Diriliş, Dürülüş vb. dizilerin repliklerini yaşayan tonlarca insan var. Ama iktidar ne yaparsa yapsın taşıma suyla dönecek bir değirmen değil bu. Dönmüyor da… Kitabımı Sadık Şendil’e adamam; sinema, edebiyat ve müzikteki ustalara sayfalarca teşekkür etmem sebepsiz değil.
Soruna bir başka açıdan şöyle de yanıt verebilirim: Siyasi partinin görevi nedir? Ticari dille, partiler ne satar? Kime satar? Neyi hedefler? Tüm siyasi partiler bir fikir ve bu fikir etrafında kümelenmiş adacıklardan oluşur. Partiler fikir satar ve yapısal olarak amaçları, daha fazla insanı “dava”ya inandırmaktır. Kitapta da değinmiştim, siyasal iletişim siyasi partinin hobisi değil, kendisi… İletişim yapmadan fikrini nasıl yayabilir? Oyunu nasıl artırabilir? Bir gofret üreticisi düşünün, bu üreticinin içinde birimler vardır. Bir grup daha iyi gofret üretmek için araştırmalar yapar, bir grup gofreti üretir ve bir grup da gofreti satmak için pazarlama faaliyetleri düzenler. Tüm bunlar olduktan sonra, satışı hızlandırmak için bir reklam ajansından hizmet alırsın. Aslında işin pazarlama ve reklam kısmı; siyasi partiyi “fikir kulübü”, “think tank ofisi” olmaktan çıkartan kısım. Fikrini yaymak için uğraşmayacaksan fikir kulübüsün, gofretini pişirir ve bir güzel yersin; ama derdin o gofreti milyonlarca kişiye satmaksa, o zaman milyonlarca kişiye kendini duyurmanın yollarını aramak zorundasın.
Devam sorusu ya da aynı soruyu bir başka kılıkta sorayım izninle. Hepimiz Aynı Belediye Otobüsündeyiz’de, “bir iletişim kitabının konusu olmayan hatalar” başlığı altında Kürt sorunu, ekonomi, işsizlik gibi, sıradağlar halinde soruları geçerken not ediyorsun. Gerçekten de iletişim stratejisiyle halledilemeyecek problemler bunlar. Ama yine de, seçim kampanyasında veya seçim dışı siyasi iletişim “harekâtında”, bu meseleleri de ister istemez konu etmek, hiç yoksa hesaba katmak gerekiyor. Peki, bu sorunlarla ilgili açık seçik tavırlar, çözüm önerileri yokken, ya da olsa olsa muğlak bir şekilde varken, “iyi” mesajlar vermek, etkili iletişim stratejisi yürütmek, “doğru siyasi iletişim, bin ayıp örter” gibi bir vaziyeti ortaya koymaz mı? Yine aynı şeyi soracağım, siyasi iletişimin, siyasi tartışma ve programın ikamesi haline mi geldiğini, yani…
Bu kitapları okurken ceylan ve aslan hikâyesini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Aslan için iyi olan ceylan için de iyi mi? Bir parti için faydalı olan durum, diğer parti için risk içerebilir. Hep böyle olması gerekmiyor ama genellikle böyle oluyor. Bu nedenle bir durumu bir sıfatla tanımlarken bunu hangi referans zemininde söylediğime de bakmak gerekli… Verdiğin örneği “AKP’nin hataları” başlığı altında yazmıştım. AKP’nin hatası, örneğin ekonomiyi iyi yönetememesi ve bunun birey bazında etkileri kuşkusuz muhalefetin hedef tahtasındadır, hatta o tahtanın merkezindedir. Ama ben bir iletişim kitabında AKP’ye “Sen ekonomiyi iyi yönetemiyorsun çünkü kambiyo rejiminde palyatif spekülasyonlardan medet umuyorsun,” (ne saçma bir cümle oldu) diyemem, çünkü ekonomist değilim. Ekonomideki hataları tespit edemem ve bunları çözecek yöntemler öneremem, çünkü böyle bir uzmanlığım yok ve bu konularda konuşacak kadar yetkin değilim. Dolayısıyla AKP’nin ekonomide veya Kürt konusunda veya Kavala, Demirtaş mahkûmiyetleri konusundaki hatalarını sıralamak ve bunları çözümü için öneriler sunmak yazdığım iletişim kitabıyla ilgili konular değil. Bunu söylemek istemiştim…
Öte yandan, AKP’nin ajansı, PR’cısı filan olsam, “Ekonomik bunalımı halka yansıtmamak için nasıl bir hokkabazlık yapmalıyız?” sorusuyla muhatap olabilirdim. Tersini seçim kampanyasında CHP adına yaptım zaten. Halkın en önemli derdi yoksullaşma olduğu için, sosyal demokrat belediyeciliği “derman belediyeciliği” ambalajıyla kampanyanın merkezine oturttum. Ama bunu defansif, umutsuz bir dille değil, kitapta uzun uzun anlattığım pozitif tonlamayla yapmaya çalıştım.
Bir de kitapta da not olarak yazdığım ilginç bir durum var: Halkın oy kararını değiştirip seçim sonucunu farklılaştıracak büyük bir kısmı, bunalım ânında, bunalımı yaratan bile olsa en büyük gemiye sığınıyor. Gezegenler büyüdükçe “yerçekimi”nin artması gibi… Şaşkınlık verici bir sosyal psikoloji konusu bu… Yani, yaşadığı ekonomik sıkıntının nedeninin AKP olduğunu biliyor ama “diğerleri daha kötü” veya “istikrar bozulursa her şey daha da berbat olur” gibi gerekçelerle, dönüp dolaşıp oyunu yine AKP’ye veriyor. Muhalefet bu konularda sesini çok yükseltirse, paradoksal biçimde AKP’ye hizmet etmiş oluyor. “Durum kötü ama evellallah biz hallederiz. Siz hiç korkmayın. Kimsenin burnu kanamadan düzlüğe çıkarız” tonlaması, “Ekonomiyi batırdılar, Merkez Bankası’ndan para kalmadı, otoyollara milyarlar saçtılar” gibi ahlamalardan çok daha farklı ve yararlı muhalefet için.
Bu kısmı bağladığın yere gelince… Siyasal iletişimin siyasi tartışmanın ikamesi haline geldiğini düşünmüyorum. Böyle bir eğilim varsa bile, benim önerim bunu bir an önce sonlandırmak. Siyasal iletişim coşkulu bir Grup Yorum marşının veya çözümcü bir akademisyenin motivasyon sohbetinin ikamesi haline gelirse (ve geldiği oranda) başarılı olabilir. Rasyonellik, sayısal verileri vatandaşın gözüne sokma, felaket anonsları yapma siyasal iletişimcilere önereceğim taktikler değil. Siyasal iletişimden anlaşılan seçime bir ay kala yapılan “creative” oyunlarsa, bunlara çok önem vermediğimi kitap boyunca tekrarladım. Siyasal iletişim denilince ben “halka yalan söyleme” veya “halkı kandırma” gibi anlamlar çıkartmıyorum. En önemli siyasal iletişim “sözcü”nün, yani parti liderinin konuşmaları; siyasal iletişim parti örgütünün öncelik yönetimi, sözcük ve vurgu hiyerarşisi.
“Muhalefet esnafı” tabirini kullanıyorsun, genel olarak, muhalefet “satma”, muhalefetle “geçinme” eğilimine kızıyor, sorguluyorsun, orada bir enerji kaybı görüyorsun. Bununla ilgili birkaç soru… Birincisi, iktidarı hedeflemeden ya da esas meselesi o olmadan, “platformu reddeden”, anarşistçe diyelim, bir muhalif tutum da olabilir, değil mi, herhalde onu ayırmak gerekir? (Tabii bunun hakkının ne derece verildiği, ayrı mesele.)
Bir de “muhalefet memuru” var. O günlük muhalefetini yaptıktan sonra ceketini alıp evine dönen tipler için kullanıyorum. “Bugün de üç muhalif tweet attım, daha ne olsun.” İster esnafı ister memuru olsun, muhalefetle geçinen bir kesim var. Bu muhalefet belki suyu sıcak tutar ama toplumu dönüştürmeye etkisi konusunda kuşkuluyum.
Üzümü mü yemeliyiz, bağcıyı mı dövmeliyiz tartışması anarşizmin iki yüz yıllık tarihine damgasını vurmuş olabilir. Bir işe yarayacaksa bağcıyı dövmekte hiçbir sakınca görmüyorum ama genellikle yaramıyor. Atasözündeki bağcının bir kapitalist analojisi olduğunu varsayarsak, bir bağcıyı dövmekle bağcılık müessesini yok etmek de pek mümkün görünmüyor. İktidar derken neyi kastediyoruz tam anlamıyorum. Ortadoğu’daki bir kabuk devletin, sosyolojik, stratejik ve lojistik avantajlarıyla sağdan soldan avanta kopartıp yarattığı borca dayalı sürdürülemez bir “sistem”, Scarface’deki Tony Montana kadar iktidar olabilir. Finalde “The world is mine” pankartının düşmesi kaçınılmazdır. Hakiki “iktidar” hiç olmadığı kadar distopyalara benziyor ve onla onu acıtacak veya dönüştürecek şekilde nasıl mücadele edilir sorusu acil yanıt bekliyor… Bu nedenle hiçbir şey yapamasam bile, bayrağı taşımaya ve ateşi söndürmemeye çalışıyorum, kitapları bu nedenle gençler okusun istiyorum.
John Fowles’un “Yaptığın muhalefet, muhalif olduğun şeyi güçlendiriyor mu, zayıflatıyor mu?” sorusunu CHP’lilere ezberletmeye çalıştım. Ama “muhalif olduğumuz şey”i bir seçim akşamı balkona çıkartmasak bile, bir üst katta yaşayan gerçek “iktidar”a etkimiz ne oldu bilmiyorum. Bir milletvekili arkadaşım “Üç kuruşluk bir eğitim projesi için kurullar kurulur ve aylarca çalıştaylar yapılır. Sonra bir ara ‘bilmem ne tipi savaş helikopterlerinin modernizasyonu’ diye bir karar okunur ve eğitim için tartıştığımız paranın yüz katı bir harcama o saniyede meclisten geçer,” demişti. Belki bu tip kararların hızlı geçtiği bir sistemden başka hiçbir şey istemeyen bir büyük iktidar var ve onların saadet zincirini biraz olsun sarsmak bile hiç yoktan iyidir… Bu “organsız beden”le mücadele hiç bitmeyecek. Mutlak iktidar olunması gibi bir hayalim yok ama hayalleri kaybetmeme gibi bir amacım var. İktidar bu hayalleri tüm beyinlerden büsbütün silmesin diye uğraşan bir işçiyim.
İkincisi, özellikle sol “ortamlar”, muhitler bakımından, bu tutumun nedenlerini nerede görüyorsun?
O muhitleri pek görmüyorum, eskiden mahalleydi, sonra sokak oldu, şimdi “karşıki” apartmanın üçüncü katındaki sol daire. Bunca yoksulluğun, haksızlığın, rezilliğin olduğu bir ortamda anarşist, sosyalist, çevreci hiçbir etkili muhalefetin olmaması, salt iktidarın baskısıyla açıklanabilir mi? Çar’ınkinden daha mı fazla baskı var sahiden? Yoksa sivrilip yalnızlaşmak biraz işimize de mi geliyor? “Halkı görmeyen bir halk partisi olabilir mi?” sorusunu CHP’lilere sıkça sordum, CHP’yi burjuvazinin sadık hizmetçilerinden biri olarak tanımlayan keskin solculara da sorabilirim… Bir Başkadır dizisi için oluşan linç bu sol muhitlerin genelleme yapılacak kadar büyük bir kısmının “benmerkezci” bakış açısını gösteren bir sosyal deney gibiydi. Başı zorla örtülen milyonlarca genç kızdan birinin “hayır” demesi ve dindar babası tarafından onaylanması veya siyasi görüşü tahmin edilir bir ağabeyin “bakire olmayan kadın”la evlenmesi gibi, büyük halk kitlelerini sarsacak minik hikâyelerle bezeli bir dizinin bu niteliği “muhit”tekilerin umurlarında bile olmadı. “Dünya benden ibaret değil ve bu dünyada benim çoktan ‘aştığım’ dertlerle uğraşan milyonlar var, onların derdini dert etmeliyim, onların arayışına saygı göstermeli, hatta devrimci bir önder gibi yol göstermeliyim” diye düşünmeyen; toplumu dönüştürmeyi görevi olarak görmeyen, örnek olmayan, bir durumu değerlendirirken “Bunun toplama etkisi ne yönde?” sorusunu aklına bile getirmeyen bir solun muhiti kalır mı? Birikim’e on yıldan uzun süre önce “Sosyalizmin toplumsal kabulünde tamirci çıraklarının rolü” diye uzunca bir yazı yazmıştım ve senin düzeltilerinle dergide basmıştık. Benim kafam hâlâ orada… Bir şeyi devirmeyi amaçlamayan kişi nasıl devrimci olabilir? Dönüştürmeyen, değiştirmeyen bir sol muhit, akşam Halk TV’yi izlerken “Yuh”, “Allah belanızı versin” diyen emekli amcadan farklı görünmüyor bana. Bunun dışında kalan birçok insan var elbette ama hepsini toplasan, yine de bir muhit edemiyor ne yazık ki.
Diyalojik iletişim, kitaplarda anlattığın stratejinin kavramsal belkemiğini oluşturuyor, bu kavramı Seveceksen Radikal Sev’de etraflı anlatıyorsun. Onları özetlettirmeyeyim de, doğru mu anlıyorum diye formüle edeyim: İlla ikna etmeyi amaçlamaksızın, en azından behemehal iknaya girişmeksizin, belki uzun vadede ikna etmek üzere, deneyim biriktirmek üzere, güven tesis etmek üzere, anlamaya odaklı bir dinlemeyi, bu kafada dinleyerek konuşmayı tarif ediyorsun, yanılıyor muyum? Ve “siyasi kültürümüzde”, dahası gündelik toplumsal ilişkilerde, hatta “kendi” ortamlarımızda, bu yaklaşım bakımından kıtlık içindeyiz, bunu da ima ediyorsun, yanılıyor muyum?
“Orada olmak” çok önemsediğim bir kavram. Bir köye gelip sokakta dolaşan bir yabancı hakkında kahvede her şey konuşulur ama yabancı kahveye girip sohbet ettikçe önce adı olan, sonra mesleği, ailesi, giderek amacı, hayalleri olan birine dönüşür. O artık “biz”dendir. Kentlerin gettolaşması yetmezmiş gibi sosyal medyanın yankı odalarının da kuşatması altındayız. Facebook bize “Sen en güzelsin,” diyen sihirli ayna gibi. Herkes kendi beğenisi ve “block”larıyla “şahsi” medyasını yaratıyor. Türkiye’deki herhangi bir insanın Tayyip Erdoğan’dan daha demokrat, daha toleranslı, karşıt fikirlere daha saygılı çıkması büyük olasılık değil. Birbiriyle konuşmayan toplumlarda şeytanlaştırma ve tanrılaştırma başa baş gider. Oysa sohbet bu mitleri yok eder.
Diyalojik iletişimi “kendinden farklı ol, halka ‘in’, halkın değerlerine yalakalık yap” filan diye yorumlayanlar çıktı. Konuşmak değil de, siyaseten palavra atmak, tiyatro yapmak, reklam oynatmak… Ben bunların hiçbirini önermiyorum. Çıkar gözetmeden sohbet etmenin tüm siyasi söylevlerden daha etkili olduğunu defalarca gördüm ve yaşadım. Etkili bir sohbetin özü “kim olduğunu gizlememek”. Bunun için şöyle belalı sorusu olan bir sınavdan geçmelisin: “Kimim ben?” İster tarım hakkında konuş, ister futbol. Diyalojik iletişimle yapılan bir siyasetin rasgele bir sohbetten farkı, “kim olduğunu” açık biçimde belirtmek ama karşındakini de bir an evvel kendine benzetmeye çalışmamak.
“Merhaba. Ben bir sosyalistim. Sosyalizmin hem bizler, hem de daha doğmamış çocuklar için ve hem de kuşlar böcekler ve çiçekler için en doğru düşünce olduğuna inanıyorum. Benim inancım bu ama sırf buna inanıyorum diye kendimi sizden farklı bir yere koyacak halim yok. Ayrıca belki kısmen veya tamamen yanıldığım yerler de vardır. Siz ne düşünüyorsunuz? Beraber konuşarak bir yere varabilir miyiz? Bizi farklılaştıran yanlarımızın yanı sıra, ortak yanlarımızı serip bir konuşsak, ne dersiniz?” Böyle kurgulanmış ve tevazuu vurgulara da yansıyan bir sohbetin karşılıksız kalması mümkün değil. Elbette ki herkes bir anda değişmez, hatta bir anda hiç kimse değişmez. Ama kendine emin biçimde sosyalist diyen, mürailik yapmayan, karşıdakinin kararlarına karşı motor hızıyla itirazlar üretmeyen, konuşmayı da dinlemeyi de bilen bir insanın “orada olması” bile tüm kimyayı değiştirir. Herkesin oturuşu değişir. Orada olmak bu nedenle çok önemli. Bunu yaygın kılmak iletişimle, sanatla, sinemayla, edebiyatla mümkün. Yıllar önce bir devrimci yakınmıştı “Yani yine en başa mı saracağız? Bayrakla miting mi yapacağız?” Bu düşünce on üç yaşındaki bir kız ve oğlanın ilk aşklarını küçümsemek kadar mide bulandırıcı. Mevsimler tekrar ediyorsa, bebekler doğmaya ve büyümeye devam ediyorsa söz de bıkmadan yenilenmeli ve yinelenmeli. Kıtlığını çektiğimiz, ekmediğimiz, dolayısıyla da biçmediğimiz şey bu. Biz konuşmayı unuttuk.
Kitapta bıktıracak kadar tekrarladığım bir konuyu bir de buraya ekleyeyim: Karşı kamp dediğimiz hiçbir yer monolitik değil. Her yerde farklı düşünen, bulunduğu ortamı yargılayan, yaptığı veya yapmak zorunda bırakıldığı işleri sorgulayan insanlar var. İndirgemeci diller, toptancı yargılar bu kişilerin de bloklaşması sonucunu doğuruyor. Seçim öncesi sosyal medyacı arkadaşlardan Erdoğan veya Bahçeli’ye hakaret eden, felaket senaryoları saçan, AKP seçmenini şeytanlaştıran ve CHP seçmenini öfke, telaş veya yılgınlığa sürükleyecek paylaşımları üretmemelerini, üretilmiş olanları da yok etmelerini istedim. Çünkü tüm bunlar muhalefete değil, tam tersine iktidara yarıyor. Siyasi gerginlik arttıkça, benim “siyasetsiz seçmen” dediğim seçmen siyasileşiyor ve karşı tarafta yer alıyor. Sırf dilimize hakim olmadığımız için, sırf küstahlığımızdan, sırf kendimizi dünyanın merkezi sandığımızdan rahatlıkla yoldaşımız olacak insanlarla aramızdaki mesafeyi açıyoruz.
MHP ve özellikle İYİ Parti tabanında kurduğun ilişkilerde, dışarıdan ve solda zannedilenden daha arayışçı, daha zihni açık bir vaziyet olduğunu not etmişsin bir yerde. Bunu biraz anlatır mısın?
Aslında bu bir “bile” kıyaslaması… MHP veya İYİ Parti “bile”, parti içi eğitime CHP’den daha fazla önem veriyor olabilir. Kampanya boyunca kimse benden böyle bir şey talep etmediği halde ülkeyi dolaştım. Gittiğim her yerde, istisnasız biçimde duyduğum şey şuydu: “İlk kez gerçekten yararlandığımız bir parti içi eğitim aldık. Normalde Ankara’dan donuk iki insan gelir ve yoklama alarak bizi bütün bir hafta sonu bir salona tıkarak eğitim verirler. Sırf bu nedenle CHP parti örgütlerinden kaçan o kadar çok kişi var ki.”
Bunu kendi “eğitim” tarzımın şahaneliğini anlatmak için söylemiyorum. Çünkü şahane değilim. Hatta iki lafı bir araya getiremeyen berbat bir konuşmacıyım. Ben bu acıklı standartla dahi beğeniliyorsam, diğer eğitimcilerin (aralarında mutlaka başarılı insanlar olabilir veya bana denk gelenler övgüler belki herkese yapılıyordur) halini düşünemiyorum.
CHP bunca yeni belediye kazanıp, iktisadi ve beşeri gücünü inanılmaz yükselttiği bir dönemde “bile” örgüt içi eğitime gereken önemi vermiş değil. Bu nedenle İYİ Parti “bile” CHP’nin önünde.. Klasik bir solcu için “ihale takipçisi, mafyacı, üç kâğıtçı” klişeleri içine hapsedilmiş ülkücü kitle içinde, özellikle de İYİ Parti’de alışageldiğimiz seviyenin çok üzerinde bir eğitim hareketi var. Sanırım bu Meral Akşener’in isteği.
2019 seçiminin galip belediye yönetimleri bir buçuk yılı devirdi. Buna cevap vermen zor olabilir, yine de sorayım: Performanslarını nasıl değerlendiriyorsun? Genel olarak ve münferiden…
Geçen hafta Agos’un bir söyleşisinde söylemiştim: AKP’nin elinde milyar dolarlar olabilir ve ilk bakışta her şey AKP lehine gibi görülebilir. Ama bir başka konu var ki, AKP’nin tüm avantajını sıfırlıyor. AKP, Kadıköylü bir CHP seçmenini kolay kolay ikna edemez ama sosyal demokrat, halkın derdini dert edinen ve o bölgeye o bölgenin insanlarıyla ulaşan CHP’li bir belediye Bayrampaşa veya Sultangazi seçmenini çok kolay ikna edebilir. 1994’te on dört yaşında olan çocuklar bugün kırk yaşına bastılar. Kentin varoşlarının çoğu kuruldukları günden beri sosyal demokrat bir yönetime tanık olmadı. Bu nedenle şu anda bir mucize yaşanıyor. Sosyal demokratların insan yemediğini; saygı, dayanışma, yardımlaşma gibi kavramları sahiplendiklerini gören en yoksullar CHP’ye kayıyor. 31 Mart 2019’de %15 çıkan CHP oyları bu mahallelerde %50’leri buluyor… CHP 31 Mart’ta en yoksullardan oy alamamıştı. Hiçbir kampanya bunu beceremez. Ama şimdi bu seçmen CHP’li partilere kayıyor. Mersin, Adana, İzmir’de kentin arka sokaklarında değişimi hemen görüyorsunuz, aynı şey İstanbul ve Ankara’da da var. Ama tüm bunların “ideolojik” bir arka plan içermemesi, her belediyenin sanki bağımsız prenslik gibi davranması, kadınların geri plana atılması, eşcinsellerin adının bile geçmemesi, gençlere yaşlanmadıkça kulak asmamak ve diyalojik iletişimin halen pek çok yerde “kendinden farklı ol, fakir halkı kandır” biçiminde anlaşılması gibi handikaplar da var.
AKP ne yaparsa yapsın, ilkeli sosyal demokrat bir belediyenin kent yoksullarına ulaşmasını engelleyemez. Oraya ulaşan kazanır. Bu açıdan, “cin şişeden çıktı” diyebiliriz.