İzmir’de İktisat, Cihanda İktisat

2023 sadece Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının (24 Temmuz) ve Cumhuriyet’in ilanının (29 Ekim) yüzüncü yıldönümü değil. Aynı zamanda, 17 Şubat–4 Mart 1923 tarihleri arasında toplanmış (yaygın olarak İzmir İktisat Kongresi olarak bilinen) Türkiye İktisat Kongresi’nin de yüzüncü yıldönümü. Bu tarihî kongrenin simgesel anlamını hatırlamak ve güncel önemini irdelemek üzere hem hükümet hem de İzmir Büyükşehir Belediyesi ayrı ayrı çalışıyorlar. Ben belediyenin hazırlık mahiyetindeki akademisyen-uzman toplantılarından birine davetliydim. Belediye, “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi–Geleceğin Türkiye’sini İnşa Ediyoruz” başlığıyla duyurduğu bu büyük organizasyon için yedi aylık, yoğun bir hazırlık süreci öngörmüş. Çok emek harcanmış; oldukça ayrıntılı bir Ara Rapor hazırlanmış. Raporu okudum, inceledim. İzmir’deki hazırlık toplantılarından birine 25 Ocak’ta katıldım, izlenimler edindim. “Bu konuda kendimce bir değerlendirme yazısı yazayım mı acaba?” diye düşünürken, tam da İzmir’den döndüğüm gece (hoş bir tevafukla) Tanıl Bora’dan bir e-posta aldım. Birikim Güncel için bu konuda yazmamı rica ediyordu. Şaşırarak kabul ettim ve işte yazıyorum!

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ve ekibi geçtiğimiz yılın ikinci yarısında, 1923’teki tarihî kongreden esinlenerek beş meslek grubunun temsilcilerini üç grup halinde bir araya getiren, geniş katılımlı paydaş buluşmaları ve teknik çalıştaylar düzenlemişler. Bunların sonunda, Ara Rapor’un ekinde yer alan üç bildiri ortaya çıkmış: (1) Çiftçi Deklarasyonu, (2) İşçi Deklarasyonu ve (3) Sanayici, Tüccar ve Esnaf Deklarasyonu (yüz yıl önceki kongrede de esnaf hariç, bu meslek grupları temsil edilmişti). Belediyenin meslekî temsil buluşmalarını takiben düzenlediği dört uzman toplantısının başlıkları da ilginç: (1) Birbirimizden Razıyız, (2) Doğamıza Dönüyoruz, (3) Geçmişimizi Anlıyoruz ve (4) Geleceği Görüyoruz (Ben üçüncü uzman toplantısına katıldım). Henüz taslak olarak derlenen bildiriler uzman görüşleri de içerilerek 15-21 Şubat 2023 tarihleri arasında toplanacak Ana Kongre’de (“İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi”nde) nihai halini alacak ve kamuoyuna duyurulacak. Sanayici, tüccar ve esnafın aynı “kefe”ye konması her ne kadar eleştiriye açık bir tercih olmuşsa da iktisadi bildirilerin hazırlanması için harcanan emeğe, bildirilerdeki ilkelerin ve kararların gayet katılımcı ve demokratik bir yöntemle oluşturulmasına saygı duymamak mümkün değil. Günümüzde farklı toplum kesimlerinin Türkiye ekonomisine bakışlarını, ekonomik işleyişe yönelik talep ve dileklerini ayrıntılı yansıtan böyle kapsamlı bir organizasyonu üstlendikleri ve akademisyen-uzman görüşüne açtıkları için Tunç Soyer’e ve ekibine teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

Bu yazıda yüz yıl öncesine kısaca değinip günümüz Türkiye’sine ve dünyasına gelmeye çalışacağım. 1923 ile 2023 arasında dağlar kadar fark olduğu açık. Tarihsel arka plana hızlıca değinmek, bu farkları hatırlamak açısından yararlı olacak. Bana öyle geliyor ki daha önemlisi şu: Günümüzde bizim çiftçimizin, işçimizin, sanayicimizin, tüccarımızın ve esnafımızın Türkiye ekonomisinin işleyişine dair oluşturdukları talep ve dilekler ile dünya çapında “kanaat önderi” sayılabilecek yüksek profilli kimi siyasal iktisatçıların 2020’lerde dünya ekonomisinde öngördükleri ve önerdikleri değişimler arasında ilginç örtüşmeler saptamak mümkün. Bu yazıda bu saptamamı vurgulamaya da gayret edeceğim.   

İzmir, 1923

Yüz yıl önce İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında Mustafa Kemal Paşa devletin iktisadi işlerde “jandarmalık” yapmayacağını belirtmişti. Kongrenin düzenlenmesine dönemin iktisat vekili Mahmut Esat (Bozkurt) öncülük etmişti. Kısa iktisat vekilliğinin yanı sıra 1920’den 1943’e ilk yedi dönem boyunca milletvekili ve 1924-1930 yılları arasında adalet bakanı olarak görev üstlenen Mahmut Esat’ın çok koyu bir devletçi-milliyetçiliğin sözcüsü olduğu ve “meslekî temsil” ilkesini, yani “korporatizm”i önemsediği biliniyor (Bora, 2017: 137, 142, 159). Kâzım Karabekir Paşa da sanayici temsilcisi ve sivil olarak katıldığı kongrenin başkanlığını üstlenmişti. Kongreye 1.135 civarında temsilci katılmıştı. Kongrenin düzenlenişine ve içeriğine ilişkin en sık başvurulan temel kaynaklardan biri, A. Gündüz Ökçün’ün hazırladığı kapsamlı kitaptır (Ökçün, 1968).

Kongrenin içeriğinin pek “somut” ve “pratik” olmadığı söylenegelmiştir. Yüksek sermayeli tüccarlar ve geniş toprak sahibi çiftçiler başat katılımcılar olarak kongrede boy göstermişlerdi. İşçi ve sanayici temsilcilerinin önemli bir bölümü ise mebuslar ve yüksek bürokratlardan seçilmişti. İktisadi bağımsızlığın ve kalkınmanın önemsendiğini imleyen kongrenin esasen iki amaca hizmet ettiğini saptamak mümkün görünüyor: (1) Ankara’daki siyasi iktidar ile İstanbullu ve İzmirli Türk-Müslüman varlık sahiplerinin tanışıp kaynaşmaya başlamalarını sağlamak ve (2) belirli koşullar sağlandığı takdirde yabancı sermayeye karşı çıkılmayacağının ve bu alanda açık kapı siyaseti izlenebileceğinin sinyalini dış dünyaya vermek (Boratav, 2014: 45-46; Pamuk, 2014: 181).

Özellikle işçilerin kongredeki temsiliyetinin oldukça sorunlu olduğu biliniyor. İşçi temsilcilerinin seçiminde etkili olan İstanbul Amele Birliği, “tüccarın bir kukla teşkilatından, bir paravandan ibaretti” (Ahmet Hamdi Başar’dan akt. Boratav, 2006: 40). Romancı Aka Gündüz de işçi temsilcisi olarak kongreye katımış, hem işçi grubu başkanlığı, hem de kongre reis vekilliği görevlerini üstlenmişti (A. Gündüz Ökçün’den akt. Boratav, 2006: 40). Sonuçta işçi grubunun kongrede “aşırı” taleplerde bulunmaması, “İstanbul basınında övgüyle karşılanmıştı”. Öte yandan, kongrede belirlenen ilkelerin ve alınan kararların ana hattını yansıtmak üzere kaleme alınmış Misak-ı İktisadi metni “ahlâkçı”, “sathi” ve “gayri ciddi” üslubundan dolayı hoş karşılanmamıştı. Yine de kongre farklı toplum kesimlerinin ekonomik işleyişe dair beklentilerinin mümkün mertebe derlenmesine olanak tanırken güçlü ekonomik aktörlerin “birbirleriyle ciddi ihtilaflara düşmeden, ortak mesajlarını siyasi kadrolara etkili biçimde” aktarabilmelerini sağlamıştı (Boratav, 2006: 41-43).   

1920’ler, genç Türkiye Cumhuriyeti için siyasal sorunların baskın olduğu, bütçe kaynaklarının önemli ölçüde demiryolu inşasına ayrıldığı, iktisadi düşünce ve pratik düzeylerinde çok belirgin atılımların yapılamadığı bir dönemdi. İyi bilindiği üzere, millî bir iktisadi bilincin daha somut, pratik ve devletçi bir çerçevede ortaya çıkması ancak 1929 Büyük Buhranı’nı izleyen 1930’lu yıllarda mümkün olmuştu (Okyar, 1979: 326-327). Lozan Antlaşması’na bağlı Ticaret Sözleşmesi’nin hükümlerine göre, Türkiye beş yıl süreyle gümrük tarifelerini artıramayacak, yani korumacı (yurtiçi sanayiyi destekleyici) bir dış ticaret politikası uygulayamayacaktı. Boratav (2006: 34) bu durumu şöyle özetler: “Bu hükümler hükümetin 1929’a kadar etkili bir dış ticaret politikası izlemesini önlediği gibi, aşar gibi önemli bir verginin kaldırıldığı bir sırada devlet bütçesini çok verimli olan gümrük resmi ve vergi hasılatından da önemli ölçüde yoksun kılarak devletin iktisadi müdahale imkânlarını fiilen frenlemiştir.” Yine de örneğin, 1927 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu, yatırımların görece canlı tutulmasına ve İzmir İktisat Kongresi’nde belirlenen ilkeler doğrultusunda özel teşebbüsün desteklenmesine yönelik genel bakış açısının korunmasına yardımcı olmuştu (Toprak, 2022: 99).

İzmir, 2023

1923’teki İktisat Kongresi’nden tam yüzyıl sonra, bugün bambaşka bir dünyada ve Türkiye’deyiz. Yüz yıllık tarihi boyunca Türkiye’de farklı ve yeni iktisadi yönelimler, genellikle dünya sistemi düzeyinde hâkim olan iktisadi paradigma değiştiği ölçüde belirebilmiştir. Türkiye’de 1920’lerin “açık ekonomi” koşullarında ulus-devlet inşası sürecinden 1930’ların korumacı-devletçi sanayileşme hamlesine ve yaklaşık elli yıl sürecek “karma ekonomi” anlayışına geçiş, dünya ekonomisindeki paradigmatik dönüşümlerden bağımsız değildi. 1960’lı ve 70’li yılların ithal-ikameci sanayileşme stratejisi ve “yol gösterici” planlama deneyimi de dünyadaki hâkim paradigmaya koşuttu. 1980’lerin başından itibaren ihracata dayalı sanayileşmeyi, dış ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesini ve kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesini öngören neoliberal paradigmaya Turgut Özal’ın öncülüğünde geçişimizin de dünyada hâkim paradigmanın değişimi ile sıkı bir bağı vardı. Keza, 2001’deki ekonomik krizi takiben Kemal Derviş’in para ve maliye politikası alanlarında öncülük ettiği makro iktisadi reformlar ve siyasetten bağımsız düzenleyici ve denetleyici kurumların oluşturulması ve güçlendirilmesine yönelik çabalar da neoliberalizmin “düzenlemeci” ve “iyi yönetişimci” sürümünün Türkiye’ye geç de olsa yansımasıyla doğrudan ilgiliydi. AKP hükümetlerinin Derviş’in başlattığı bu “ikinci nesil neoliberalizm”e bir süre mümkün mertebe sadık kalıp 2010’ların başından itibaren siyaseten otoriterleşmeye ve iktisaden ana akımdan uzaklaşmaya başlaması ve ülkede kurumsal kalitenin genel olarak düşmesine yol açması da dünyada aynı yöndeki gidişattan bağımsız okunamaz.

Sözün özü, yüz yıllık tarihimiz boyunca kapitalist dünya sistemine siyaseten ve iktisaden sıkıca eklemlendik. Dünyadaki değişimlerden her zaman çok etkilendik. Bu tarihsel siyasal-iktisadi örüntümüzün 2020’li ve 2030’lu yıllarda da devam etmesi oldukça muhtemel. Bu bakımdan, Türkiye’de farklı toplum kesimlerinin ekonomik işleyişe dair beklentilerinin ve değişim taleplerinin dünyadaki olası dönüşümlerle ne kadar uyumlu olduğu üzerinde zihinsel bir alıştırma yapmak yararlı olabilir. Yazının başında değindiğim, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi” için yürüttüğü hazırlık çalışmaları sonucunda ortaya çıkan Ara Rapor, böyle bir zihinsel alıştırma yapmamızı mümkün kılıyor. 

Ara Rapor’un ekinde yer alan çiftçi, işçi ve sanayici-tüccar-esnaf deklarasyonlarını okuyup incelediğimde, belirlenen ilkelerin ve alınan kararların son otuz-kırk yıldır Türkiye ekonomisine damga vuran iktisadi anlayıştan duyulan memnuniyetsizliği yansıttığını gözlemliyorum. Değişim ve yeniliklere açık, çağdaş bir iktisadi planlamaya dayalı, sosyal-demokratik bir Türkiye’nin farklı toplum kesimlerinin ortak özlemi olarak yükseldiği izlenimini ediniyorum. Bu deklarasyonların, akademisyen-uzman görüşleri içerilerek nihai sürümleri oluşturulduğunda ve kamuoyuyla paylaşıldığında ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır, sanırım. Ben bu aşamada, yazıyı uzatmak pahasına, dikkat çekici bazı talep ve dilek örneklerini aktarmış olayım:

(1) Çiftçiler, ithalata dayalı bir tarım politikasının kabul edilemeyeceğinin altını çizerek yerli üretimi ve üreticiyi koruyan kamucu tarım politikalarına geçilmesi gerektiğini belirtiyorlar. Küçük üreticilerin kooperatif ve birliklerini desteklemenin, geleceğin tarım politikasının temel bir öğesi olacağını vurguluyorlar. Verimi kısa vadede artıran, ama orta vadede girdi maliyetini yükselterek dışa bağımlılığı pekiştiren ve üreticiyi yoksullaştıran ürünlerin teşvik edilmesini yanlış buluyorlar. Geleceğin Türkiye’sinde tarımsal ihracatın kaliteli, ülkeye özgü ve rekabet gücü yüksek ürünlerde yoğunlaşmasını ve stratejik ürünlerde tarımsal kamu iktisadi teşebbüslerinin yeniden kurulmasını sağlayacak düzenlemeler talep ediyorlar. Başta iklim krizi olmak üzere temel sorunlara karşı, tarım ekonomisinin değişim kabiliyetinin geliştirilmesinin ve yeniliklere açık bir yapıya kavuşturulmasının önemine dikkat çekiyorlar. Tarımsal “gen” kaynaklarının korunması ve geliştirilmesi, ürün planlanması ve sulama, üreticinin örgütlenmesi, gıda üretim alanlarının korunması, satış ve pazarlama, tarımsal lojistik, tarımda eğitim ve inovasyon, kırsal turizm gibi çeşitli alanlarda yapılması gerekenleri ortaya koyuyorlar.

(2) İşçiler, geleceğin Türkiye’sinde yalnızca üretime değil, aynı zamanda refahın adil paylaşımına ve dolayısıyla bölüşüm sorunlarına odaklanılmasını istiyorlar. Emeğin haklarını güvence altına alan yeni bir anayasa talep ediyorlar. Sendikal hakların ve toplu iş sözleşmesi uygulamalarının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması, güvencesiz çalışma koşullarının tümüyle ortadan kaldırılması için gerekli adımların atılmasını bekliyorlar. İş yaşamındaki her türlü ayrımcılığa son verecek, kontrolsüz ekonomik büyümenin yol açtığı ekolojik hasarları önleyecek, işçi sağlığı ve iş güvenliğini tehlikeye atan piyasa mantığına dayalı uygulamaları kaldıracak, kapsamlı ve kapsayıcı yasal düzenlemeler talep ediyorlar. İş güvencesi ve sendikal örgütlenme, çalışma yaşamı, istihdam ve sosyal politika, iş kollarına ilişkin özel düzenlemeler gibi temel konulardaki beklentilerini ayrıntılı olarak sunuyorlar.

(3) Sanayici-tüccar-esnaf grubunun deklarasyonu ise demokrasi vurgusuyla başlıyor. Bu grubun temsilcileri, demokrasinin sadece ticaret ve sanayinin gelişmesini değil, aynı zamanda refahın adil bir şekilde dağılmasını sağlayan temel unsur olduğunu belirtiyorlar. Geleceğin Türkiye’sini inşa ederken dünyadaki yapısal değişimleri kavramak, sürdürülebilir bir ekonomik modele geçmek, sistematik ve uzun vadeli iktisat politikaları tasarlamak gerektiğini vurguluyorlar. Bu grubun en dikkat çekici beklentilerinden biri, bir iktisadi planlama kültürü ve yeni bir sosyal mutabakat oluşturulmasıyla ilgili. Bütüncül, kapsayıcı ve stratejik bir planlamaya duyulan ihtiyacı vurgulayıp yeni sosyal mutabakatta kültürel farklılıkların ve yenilikçiliğin ekonomik işleyişi destekleyeceğini belirtiyorlar. Geleceğin Türkiye’sinin teknolojiyi sadece tüketen değil, üreten ve kullanan bir ülke olmasını ve girişimciliğe ivme kazandıracak “ekonomik demokrasi” koşullarının oluşturulmasını sağlayacak düzenlemeler talep ediyorlar. Sektörler arası entegrasyon ve sinerji olanakları ile fiziksel ve beşeri sermaye yatırımlarının ve dijital yetkinliklerin geliştirilmesine önem verilmesi gerektiğine dikkat çekiyorlar. Dijitalleşme ve veri yönetimi, planlama, doğayla uyum, demografik hareketlerin yönetimi, eğitim, kapasite geliştirme, düşünce sermayesi ve yeni meslekler, yeni nesil rekabetçilik, girişimcilik, uluslararası ağlar, turizm ve enerji gibi pek çok alanda talep ve dileklerini dile getiriyorlar.

Bana öyle geliyor ki günümüz Türkiye’sinin farklı toplum kesimlerinde iktisadi planlamaya açık ve sosyal demokrasiye yatkın beklentiler oluşmuş olması, başlı başına ilginç ve ümitvar bir gelişme. Çiftçi, işçi ve sanayici-tüccar-esnaf deklarasyonlarının taslaklarına dayanarak ileri sürdüğüm bu saptama eğer benim bir hüsnükuruntumdan ibaret değilse, Türkiye’nin geleceğine dair özellikle son yıllarda yoğunlaşan ve yaygınlaşan karamsarlıklara kendimizi kaptırmamıza belki de gerek yoktur. Farklı toplum kesimlerinin özlem, talep ve dilekleri, ülke için gayet hayırlı olma potansiyeli taşıyan bir dönüşüm dalgasının aşağıdan yukarıya doğru yükseldiğine işaret ediyor olabilir. Dahası, Türkiye’de çiftçinin, işçinin, sanayicinin, tüccarın ve esnafın beklentileri üzerinde yükselme eğilimi sergileyen bu dönüşüm dalgasının, dünyadaki olası siyasal-iktisadi paradigma değişimiyle örtüşerek pekişmesi de mümkün görünüyor. 

2020’lerde ve 2030’larda dünya

Yaklaşık iki sene önce, yine Birikim Güncel’de, “Ekonomi ve Planlama” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. O yazıda, dünyada neoliberal çözülmenin Türkiye’de siyasal muhalefet açısından niçin önemli bir imkân olduğunu, muhtemel bir yeni siyasal-iktisadi paradigmanın nüvelerini saptayarak ve izlerini sürerek izah etmeye çalışmıştım. Dünya çapında “kanaat önderi” sayılabilecek yüksek profilli bazı siyasal iktisatçıların neoliberalizm sonrası döneme dair öngörülerinin ve önerilerinin bir dökümünü sunmuştum. O yazımı okuma zahmetine katlanacak okuyucular görecekler ki kapitalizmin cari sorunlarını saptayan ama bu sorunları kapitalist çerçevenin dışına taşmadan gidermeyi amaçlayan “kanaat önderleri” aslında pek çok siyasal-iktisadi alanda devletin tekrar devreye girmesini talep etmiş oluyorlar, yani devleti göreve çağırıyorlar.

O yazımdan bazı önemli noktaları tekrar aktarmam yararlı olabilir. Söz konusu siyasal iktisatçılar, devletin bir yandan sermayeyi rekabete zorlarken öte yandan teknolojik ilerlemenin yönetimini ele almasını ve aynı zamanda eşitsizlik ve yoksullukla mücadele etmesini bekliyorlar. Rekabet, teknoloji, sanayi, eğitim, bilim, istihdam, gelir ve vergi politikalarının çağdaş dünya koşullarına göre yeniden inşa edilecek bir sosyal refah devleti şemsiyesi altında tasarlanıp uygulanmasının zaruretini dile getiriyorlar. Dahası, devletin üstlenmesi beklenen bu kapsamlı ve karmaşık görevlere, yaşamsal önem taşıyan birçok alanda başka ödevlerin de mutlaka ilave edilmesi gerekiyor: iklim değişikliği, küresel ısınma, çevre sorunları ve müstakbel salgın hastalıklarla mücadele etmek üzere etkili yöntemlerin ve mekanizmaların geliştirilmesi gibi. Demokratik kurumsal gelişmeye yönelik atılması gereken “iyi yönetişim” adımları da cabası...

Bu denli çok-boyutlu ve tarihî düzeyde karmaşık bir sorunlar silsilesi karşısında devletin tüm bu güç görevleri gerçekçi, eşgüdümlü ve etkili bir çerçevede üstlenebilmesi, ancak ama ancak çağdaş bir siyasal-iktisadi planlama rejiminin tesisi ile mümkün olabilir. Planlama kavramı ve olgusu geçmişten gelen birtakım ideolojik bagajlarla yüklü olduğu için, görüşlerini yukarıda özetlediğim siyasal iktisatçılar bu aşamada bu zarureti henüz açıkça ifade etmiyor olabilirler. Fakat saptamalarının ve çözüm önerilerinin mantıksal doğrultusu; dinamik, yenilikçi ve kapsayıcı bir planlama paradigmasının şart olduğuna işaret ediyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yaygın olarak deneyimlenen karma ekonomi ve iktisadi planlama rejiminin günümüz koşullarına göre güncellenip iyileştirilmesi, 2020’lerde ve 2030’larda küresel siyasal-iktisadi gündemin –ister istemez– en önemli konularından biri olacak gibi görünüyor.

Sözün özü, devletin bunca karmaşık görevi üstlenip bunları eşgüdümle yürütmesi gerçekten isteniyorsa, eski planlama ve karma ekonomi deneyimlerinin kusurlarının açıkça saptanıp etkili bir şekilde giderildiği, belirli alanlarda piyasa süreçlerini dışlamayan, çağdaş bir planlı karma ekonomi modeline geçilmesi gerekiyor. Bu kadar kapsamlı ve yer yer birbiriyle çelişecek politika hedefleri arasında eşgüdüm sağlanması ve gerektiğinde önceliklerin rasyonel bir çerçevede belirlenmesi, plansız bir ekonomi modeliyle kotarılabilecek bir iş değil.

Sonuç yerine

Bir yanda Türkiye’deki çiftçi, işçi, sanayici, tüccar ve esnaf temsilcilerinin siyasal-iktisadi talep ve dilekleri var. Diğer yanda dünya çapında kanaat önderi konumunda bulunan sosyal bilim insanlarının neoliberalizm sonrası (olası) siyasal-iktisat paradigmasına dair öngörüleri ve önerileri var. Türkiye’den yükselen talep ve dilekler ile dünyada hararetle tartışılan öngörüler ve öneriler arasında ilginç ve belirgin bir örtüşme olduğunu gözlemliyorum. Böyle bir örtüşmenin, çok kasvetli ve çileli bir siyasal-iktisadi dönemden geçen Türkiye için ümit verici ve cesaretlendirici olduğunu düşünüyorum.

Bana öyle geliyor ki Türkiye’de farklı toplum kesimleri, dünyanın önde gelen siyasal iktisatçıları ile oldukça benzer bir siyasal-iktisadi değişimi ve dönüşümü öngörüp savunuyorlar. Elimizde sihirli bir değnek olsa, Türkiye’nin üzerine peri tozu serpsek ve böylece bizdeki toplum kesimlerinin beklentileri ansızın gerçekleşse, Türkiye bir anda bir İskandinav demokrasisine yakınsardı. Peri tozunu dünyanın üzerine serpsek ve böylece yukarıda değindiğim kanaat önderlerinin öngörüleri ve önerileri ansızın gerçekleşse, dünya bir anda temel siyasal-iktisadi sorunların önemli ölçüde çözümlendiği, daha demokratik, müreffeh, adil ve barışçıl bir mecraya girerdi. Ama elimizde ne sihirli bir değnek, ne de peri tozu var.

Dolayısıyla hem Türkiye’de hem de dünyada bugünün karmaşık ve kapsamlı sorunlarını yaratmış olan ve son otuz-kırk yıla damgasını vuran siyasal-iktisadi paradigmanın değiştirilip dönüştürülmesini talep etmek, doğal ve insani bir tepki olarak beliriyor. Eğer yukarıda özetlediğim gözlemlerim ve saptamalarım fazla naif değilse, Türkiye’de farklı toplum kesimlerinin sosyal-demokratik sayılabilecek bir ekonomik model dönüşümünden yana olduklarını ileri sürmek mümkün görünüyor. Bu bakımdan, son otuz-kırk yıldır hüküm süren “kısa vadecilik” (short-termism) hastalığından kurtulmak için makul ve ikna edici, orta ve uzun vadeyi kuşatan yeni bir siyasal-iktisadi “hikâye” yazmamız gerekiyor. Bu yeni kalkınma anlatısını akademik jargondan günlük siyaset diline tercüme ederek topluma aktarmak, siyasal muhalefete düşen tarihî bir görev olarak ortaya çıkıyor. Kapsamlı ve kapsayıcı, dinamik ve çağdaş bir siyasal-iktisadi planlamaya ve karma ekonomiye ihtiyaç olduğunu güncellenmiş bir sosyal-demokratik lisanla seçmenlere izah ederken, böyle bir “Güçlendirilmiş Ekonomik Sistem” ile “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”in birbirlerini tamamlayacağını ve destekleyeceğini vurgulamak mümkün ve gerekli. İktisadi gelişmeyi demokratikleşerek ve demokratik gelişmeyi de ekonomiyi planlayarak sağlayabilmek için hem siyasal hem de iktisadi kurumlarımızı eşanlı, eşgüdümlü dönüştürmemiz gerektiğinin seçmene izah edilmesi lazım.

Kimbilir, bugünlerde belki de 1923’e göre daha iyi ve ümitli durumdayız, ama henüz bunun pek farkında değiliz. Yakın çevresinde müzmin siyasal-iktisadi karamsarlığıyla tanınan benim gibi birine bile böyle iyimser ve ümitvar bir değerlendirme yazısı yazdırabildikleri için “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi”nin hazırlık çalışmalarına ve organizasyonuna katkıda bulunan herkese tekrar teşekkür ederim.


Kaynakça

Bora, Tanıl (2017), Cereyanlar: Türkiye’de Siyasî İdeolojiler, İletişim Yayınları, İstanbul (3. Baskı).

Boratav, Korkut (2006), Türkiye’de Devletçilik, İmge Kitabevi, Ankara (2. Baskı).

Boratav, Korkut (2014), Türkiye İktisat Tarihi, 1908-2009, İmge Kitabevi, Ankara (19. Baskı).

Okyar, Osman (1979), "Development Background of the Turkish Economy, 1923-1973", International Journal of Middle East Studies, 10(3), s. 325-344.

Ökçün, Gündüz A. (1968), Türkiye İktisat Kongresi, 1923-İzmir: Haberler, Belgeler, Yorumlar, AÜSBF Yayınları, Ankara (1. Baskı).

Pamuk, Şevket (2014), Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi: Büyüme, Kurumlar ve Bölüşüm, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul (1. Basım).

Toprak, Zafer (2022), “From Globalization to Deglobalization: Nationalism and Economics in the Making of Modern Turkey, 1908-1929”, Political Economy of Development in Turkey, 1838–Present içinde (ed. Emre Özçelik & Yonca Özdemir), Palgrave Macmillan, Singapur, s. 79-106.