Üniversite sorunu –ki bunu Mayıs 68’de kesinlikle gördük– öğrencilere ve hocalara ait değil; bilginin aktarılmasını, yöneticilerin yetiştirilmesini, kitlelerin arzusunu, sanayinin taleplerini ve nihayet üniversite ortamında bir araya gelmesi muhtemel her şeyi içermesi bakımından, toplumun tamamının sorunu(dur).
Felix Guattari
1996 yılının yazında açtığımız karpuz tezgâhını ve amansız rüzgârla gelen toz ile güneşten korunmak için un çuvallarından üzerine diktiğimiz çadırı topladığımız zamanı daha dün gibi hatırlıyorum. On sekiz yaşındaydım. İki arkadaş üniversite harcını ödeyebilmek için kafa kafaya vermiş, yöntem olarak en son bunu bulmuştuk. Sevgili annem bize küpelerini hediye etmiş, bozup üzerine biraz da borç koyarak kendimize sermaye yapmıştık. Tezgâhı açmamızın ardından bütün mahalle başarılı olmamız için seferber olsa da karpuz hesabı beklediğimiz gibi tutmadı. Babası her gün karpuz alan ve karpuz yemekten sıkılmış ufaklıklardan birinin, “Abi ya siz bu tezgâhı ne zaman kapatacaksınız?” demesiyle işlerin düzelmeyeceğini anlamış ve bir süre sonra da kapatmıştık. Mahalledeki seferberliğin ardında üniversite sınavında ilk üç yüzde yer alarak ODTÜ’ye girmemin etkisi çok büyüktü. Sınav gününe kadar ara vermeksizin sabahları altıda kalkıp ekonomi politik okuyor, hem çalışıyor hem de dershaneye gidiyordum. Dershane parasını komilik yaparak ödemiş ama harç parasını henüz toplayamamıştım. İşten arta kalan tüm zamanımda Jack London’ın kahramanları misali sobasız soğuk bir odada günde bazen sekiz bazen on saat ders çalışıyordum. Sınava birkaç ay kala nihayet zatürre olup hastanede yattım ve çalışmaya ara vermek zorunda kaldım. Olayı duyan mahalleli dayanışma için yeniden seferber oldu. Hem mahallede hem de akrabalarım arasında bu kadar iyi bir üniversite kazanan ilk kişi olmuştum. ODTÜ’yü mü yoksa Oxford’u mu kazandığıma dair mahallede dönen esaslı tartışmaların ardından, “olsun canım ODTÜ de iyidir” denilmiş ve onların gözünde büyük bir takdire hak kazanmıştım.
ODTÜ’ye adım attığım ilk gün akademisyen olmaya karar verdim. Neredeyse hiç İngilizce bilmeden girdiğim hazırlık okulundan yıl sonunda üç muafiyet alarak bölüme başladım. Bu esnada aylık ortalama yirmi-otuz arası klasik roman okuyor, diğer taraftan Afşar Timuçin, Macit Gökberk ve Frederick Copleston gibi önüme gelen tüm felsefe tarihi kitaplarını birer birer elden geçiriyordum. Dostoyevski ve yoğun varoluşçuluk okumalarımın ardından, üniversitenin ilk yıllarında Marx, Smith, Ricardo, Althusser ve Gramsci ile cebelleştim. Yıllarca dönüp dönüp yirmili yaşımın başında yaptığım bu okumalara göz atmışımdır. Her kitap benim için ayrı bir özgürlük deneyimi ve yeni bir dünyaya yol almak demekti. Kitaplar, kendi işliğimi zenginleştirdiğim ve içinden geldiğim dünyanın dertleriyle üniversiteyi birbirine düğümlediğim ve her ikisine dair kendime has bir perspektif geliştirdiğim yegâne araçlar oldu. Amacım içerisinde büyüdüğüm yoksulların ve emekçilerin dertlerini ve dünyasını görünür kılmak ve onların sesini her alanda olabildiğince güçlendirmekti. Kendimi açıkçası, yıllarca tekstil ve demir atölyelerinde beraber çalıştığım arkadaşlarım tarafından bu işe görevlendirilmiş gibi hissediyordum. Kendi çapımızda mahallede sürdürdüğümüz ve çocukluk arkadaşlarımın çoğunun ağır hak ihlallerine uğramasına yol açan mücadelenin ardından, bunun için kitapların ve okumanın en iyi araç olduğunda karar kılmıştım. Okul hayatım boyunca sahaf sahaf gezer, eski kitapları toplar, burstan ve verdiğim derslerden elimde kalan tüm parayı kitaplara yatırırdım.
ODTÜ’de okuduğum sekiz yılın sonunda üç diploma ve defalarca yüksek şeref belgesi aldım. Üniversite, büyüdüğüm dünyaya oldukça yabancı ama bir o kadar da heyecan verici bir yer oldu benim için. ODTÜ’deki tüm eğitim hayatımı burslu olarak okudum. Aldığım burslarla hem kendime hem de aileme baktım. Lisansımı bitirince asistan olmak için sınavlara girmeye başladım. Mülkiye’nin açtığı sınavı duyduğumda ilk başta girmeyi düşünmedim. Ne de olsa Mülkiye içeriden akademisyen yetiştirmekle ünlü bir okuldu. Sınava biraz da Mülkiye mezunu arkadaşlarımın cesaretlendirmesiyle girdim. Sınavdan önce jürideki hiçbir hocayla kişisel tanışıklığım yoktu. Sınavda okuduğum romanlardan, izlediğim filmlerden ve pek tabii ki Hobbes’tan konuştuk. Bir daha hiçbir akademik ortamda o masa etrafında otururken edindiğim entelektüel yakınlığı ve insani sıcaklığı hissetmedim. O zamanlar Mülkiye’de asistan olmak bir geleneğe temas etmekten çok daha fazlasıydı. Mensubu olduğun ve olacağın akademik geleneğe meydan okuyabilme kabiliyet ve cesaretini edinmek ve memleketin ve dünyanın sorunları üzerine eleştirel düşünmek demekti. En azından bir kısmımız için kendini bu yolda eğitmek, işini layıkıyla yapmanın vazgeçilmez bir parçasıydı. Sonra o bir kısım genç insanın sayısı ve etkisi fakültede giderek azaldı.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde doktoramı yaparken Berlin Freie University, ardından London Brunel University ve California Berkeley gibi pek çok üniversitede araştırma yapmak için uzun süreler bulundum. Bu süreçte iki kitap, yirminin üzerinde Türkçe ve İngilizce makale yazdım. İngilizce ve Türkçe sayısız dergi ve kitap derledim. Uluslararası konferanslarda otuzun üzerinde tebliğ sundum. Cambridge Üniversitesi Yayınevi’nden, çalışma alanımın önde gelen dergilerine kadar pek çok kurum için uluslararası yayınlara hakemlik yaptım. BBC’den RBB’ye, yerel televizyon kanallarından gazetelere kadar çeşitli medya kuruluşlarına görüşlerimi ifade etmek için davet edildim. Ulusal ve uluslararası konferanslar, atölyeler ve paneller organize ettim. Bunları yaparken ailem, bazı arkadaş ve hocalarım dışında hiçbir zaman özel bir destek görmedim. Aksine üniversite ve fakülte yöneticilerinin her daim olumsuz ve engelleyici tavrına tanık oldum. En büyük isteğim yurtdışında doktora yapmak ve Mülkiye’de üyesi olduğum kürsüde kalarak akademik hayatıma devam etmekti. Essex, Sussex, York, Manchester, New School gibi alanında önde gelen onlarca üniversiteden doktora kabulü ve burs aldım. Kürsüde kalmak için o zamanlar yegâne yol olan YÖK bursuyla yurtdışına çıkma talebim zamanın rektörü Nusret Aras ve yardımcısı Erkan İbiş tarafından defalarca reddedildi. Söylemeye gerek yok, benim başvurularım reddedilirken benimle benzer koşulları taşıyan başkalarınınkiler kolayca kabul edildi. Nedenini bugün de bilmiyorum. Adını yukarıda saydığım üniversitelerden bazılarına tam burslu olarak da kabul edildim, fakat Mülkiye’de kalmak için o zaman tüm bu kabulleri reddettim. Bu kararımdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadım, simdi de pişman değilim. Tüm sıkıntılarına rağmen, SBF’de çok daha zengin bir akademik hayatın parçası olduğumu düşünüyorum. Kurumun uzun yıllardır süregelen felaket kötü yönetilme biçimine ve kurumda hakim hale gelen akademik “kültüre” yönelik eleştirilerim baki.
İnsanların başarılarının ve yapıp ettiklerinin reklamını yaparak başkalarının gözüne sokmasını ayıp ve yanlış bulan bir aile ve çevreden geliyorum. Hiçbir zaman da kendi yapıp ettiklerimi sesli bir biçimde dile getirmedim; ama karşılaştığımız muamele ve liyakatsizliğin memlekette ve akademide vardığı noktada bazı şeylerin altını artık kalın kalın çizmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Bizlerin bu konulardaki sessizliğinin, hiçbir liyakate sahip olmadan sadece iktidara yaranarak köşe kapma yarışında olanların ayıbının yanında daha da parlayacağına olan inancım tam olsa da hakim kılınmaya çalışılan çürümeye karşı bunu hatırlatmak bazen gerekli ve şart. Bunu hatırlatmayı haklı kılacak sayısız örnek deneyimledim akademide. Max Weber, “Meslek Olarak Bilim” makalesinde, akademisyen olmak isteyen öğrencilerini, “senden çok daha az yetenekli ve bu iş için senden çok daha az çaba gösterecek olanların, sen yerinde sayarken birer birer yükselişini izlemeyi sineye çekebilecek misin” diye uyarıyordu. Sıradan bir yardımcı doçentlik ataması için yedi sene beklerken ve emsali olmayan bir şekilde kamuda bir yıl sözleşmesiz çalıştırılmışken, hiçbir yayını olmadan yardımcı doçent olanları, tezini bitirdiği güne sipariş kadrosu gelenleri, mensubu bulundukları akademik kabileler tarafından her işi arkadan halledilenleri tek tek izledim. Haksızlık hissim güçlense de derslerimi verebileceğim en iyi şekilde vermeye çalışmaktan hiç vazgeçmedim. Sonuçta, akademi boyun eğdirmek için bekletmelerden, haksız atamalardan, devlet aklını dikte etmekten ve kişisel bağımlılık ilişkilerine tabi olmaktan her zaman daha fazla bir şey oldu benim için.
Türkiye üniversitelerinde engelleme kural, yönetici konumundakilerin geri kalanın işini yapmasına izin vermesi ise istisnadır. Atama ve yükseltmeler de bu kuralın pekiştirilmesinin en önemli ayağı olagelmiştir. Böylece akademisyen adayı, adım adım bu düzeneğe itaati ve onun içinde var olabilmek için hem kendi karakterini hem de işini eğip bükmeyi öğrenir. On beş yıl boyunca parçası olduğum üniversitede, doçentlik sınavından önce hukuken asla yapmaması gereken bir şeyi yapıp beni arayarak, “Geçmek için beni telefonda ikna etmen lazım,“ diyen profesörün yaptığı gibi, bu kuralı ve ona eşlik eden engellemeleri bolca deneyimleme imkânı buldum. “Jüride itirazlarınızı ve eleştirilerinizi konuşuruz” cümlemin ardından, başarılı olmak için gerekli olanın dört katı olan dosyamdaki puanı, keyfine göre bir puana indirmiş, hayırseverlik üzerine yürüttüğümüz tartışmadan sonra da telefonu kapatırken eklemişti: “Akıllı, yetenekli ve çalışkan birisin ama seni dosyadan bırakacağım, çünkü biz … bu işleri iyi biliriz.“ Sonuç olarak, Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisini imzaladığım için KHK ile ihraç edilmem nedeniyle, eserlerini okuduğum pek çok değerli akademisyeni de içeren ve darbe bahanesiyle uzun süre toplanma tarihi belirlenmeyen doçentlik jürim de iptal edildi ve sadece benim değil, dosyayı en iyi şekilde hazırlamak için geceler boyu uğraşan fakültemizin “fahri” fotokopicisi Ergün’ün emekleri de zayi oldu.
Bütün bunları, kendi hikâyemi parlatmak ya da onu başkalarının mağduriyetinin üzerine çıkarmak için yazmıyorum. Üniversitelerimizin tarihinde binlerce benzer adaletsizlik hikâyesi ve muhtemel ki benim yaşadığımdan çok daha ağır hak ihlalleri var; fakat her hikâyenin hakkını vermek ve onun biricikliğini de kabul etmek gerekiyor. Örneğin 686 No’lu 7 Şubat KHK’sı ile üniversiteden beraber ihraç edildiğim pek çok arkadaşımın da benzer bir hikâyesi var. Her bir hikâye ayrıca duyulmayı ve yanında olunmayı hak ediyor. KHK ile bütün emeklerimizin, üniversite hayatına zor, dayatma ve keyfiyet dışında hiçbir katkısı olmayan Ankara Üniversitesi eski rektörü Erkan İbiş’in kararıyla, bir gecede keyfî bir biçimde yok sayılması, bizlere çok şey kaybettirdi. Elbet çok şey de kazandırdı. Fakat kaybettirdiklerinin bazılarının telafisi olmadığını belirtmem gerekiyor. Üniversiteden ihraç edildiğimde yurtdışındaydım ve akademik hayatıma iyi kötü bir şekilde devam edebildim. Pasaportum iptal edildiği için ülkeye uzun süre dönemedim ve bu zamanın bir kısmında yurtdışında hiçbir yasal belgem olmadan yaşamak zorunda kaldım. Çok sevdiğim annemin cenazesine dahi katılamadım. Konsolosluğa pasaport için yaptığım tüm başvurular reddedildi. Hakkımda açılan dava düştükten çok sonra bile yüzüme, “Açıkçası burada sıkıntı yaşamaya devam edeceksiniz,” denildi. Bu koşullardan çok daha ağırına maruz bırakıldığı için canından olan arkadaşlarımız oldu.
Almanya’da geçirdiğim bu süre bende her defasında, bizim üniversitelerimizde büyük sıkıntılarla edinebildiğimiz pek çok şeyin, aslında ne kadar da kolay erişilebilir olduğu hissini uyandırdı. Meselenin hiçbir zaman kaynaklarla ilgili olmadığını defalarca gördüm. Mesele daha çok kurumların yönetilme tarzıyla, siyasal iktidara ve çıkar odaklarına karşı özerkliğinin kurumsallaşmasıyla ve en temelde de kurumları var eden bireylerin temel haklarının tanınmasıyla ilgili. Oralarda da benzer sorunların olduğunu söylemek mümkün; fakat Türkiye’deki gibi despotizm, feodalizm ve kapitalizm kıskacında olan ve örgütlü vasatın bu ölçüde tahakkümü altında girmiş kurumlara denk gelmek çok zor. Weber, aynı makalesinde açıklanmaya ihtiyaç duyan şeyin, Alman akademisinin neden vasatlarla dolu olduğu ve çoğunlukla yanlış kararlar verdiği değil, bu yanlışların ortasında ara sıra da olsa nasıl doğru kararlar verebildiğidir diyordu. KHK’lar yoluyla, Türkiye üniversitelerinin ciddiye alınacak hiçbir akademik çalışması olmayan yönetici zümresi, aslında es kaza alınmış olan bazı doğru kararları “düzeltmenin” de bir yolunu bulmuş oldu. Çok küçük bir azınlık hariç, akademisyenlerin büyük bir çoğunluğu bu kararlardan tümüyle memnun olmasa da bu kararların üniversitedeki sonuçlarıyla yaşamanın ve onları kabullenmenin bir yolunu buldu.
Kendi hikâyeme dönecek olursam. Eğer engellenmeseydim, yapmayı başardığım her şeyden daha fazlasını yapabileceğimi, daha iyi dersler verip daha iyi yazılar yazabileceğimi biliyorum. Elbet bu zaman zaman insanda bir hayal kırıklığı yaratıyor, fakat bütün bunlardan daha değerli olan bir şeyi eksikleriyle de olsa bu süreçte hayata geçirmek için bazı değerli adımlar atabildiğimi düşünüyorum: sorunlarını dert edindiğim insanların sözünü görünür kılmak ve dert edindiğim meselelerin anlaşılması için eleştirel bir bakış açısına mütevazı bir katkıda bulunmak. Bu basmış olduğum makalelerden de, adımın önüne gelen unvanlardan da, almış olduğum atıfların sayısından da çok daha kıymetli benim için. Kendi sözünü oluşturabilmiş olmak, kendi dert edindiğin mesele ekseninde bir perspektif geliştirebilmek ve bu yolda aklını özgürleştirebilmek, her zaman başaramasam dahi, baskının en yoğun olduğu zamanlarda bile yol almamı sağlayan en temel umut ilkesi oldu.
KHK’ların ve atanmış zorbaların baskıyı, adaletsizliği ve eşitsizliği kural haline getirmeye çalıştığı yerde, sadece kendi hikâyemizin sesini duyurmak için değil, mevcut tüm adaletsizlikler arasındaki bağları görünür kılmak ve yaşadığımız tahribatın olumsuz sonuçlarını silebilecek bir hareket, düşünce ve siyasal yönetimin geliştirilmesinin önünü açacak bir düşünme pratiğini hayata geçirmek için, bu umut ilkesinin ve farklı adaletsizlik hikâyelerinin sesini duymaya ve duyurmaya her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Son bir söz: 1996 yılı yazında karpuz tezgâhını kurduğumuz arsada sabahları her gün yüzümüz gözümüz toz içinde uyansak da ne onlarca un çuvalını birbirine dikerek açtığımız çadırımız ne de “Abi siz bu tezgâhı ne zaman kapatacaksınız?” diyen o ufak çocuk bizi hiç ortada bırakmadı. O çadırın altında öğrendiğim ve deneyimlediğim beraberlik duygusu benimle her yere yolculuk etti ve her geçen gün içimde daha fazla kök saldı. Şimdilerde gençliğini çoktan almış olan ve o tezgâha her gün uğrayan ufak çocuk ise, atılmamın üzerinden yıllar geçmesine rağmen düzenli aralıklarla beni arayıp “abi nasılsın” diye sormayı ihmal etmedi ve bu zor süreçte içimdeki umut ilkesinin her daim canlı kalmasını sağladı. Onun her mesajında dile gelen, KHK’ların hükmünü ve zorbaların zulmünü yok eden içtenliğine ayrı bir teşekkür borçluyum.