"Pratikten Başını Kaldırdıkça..."
Canan Özcan Eliaçık'la Hikmet Kıvılcımlı'yla İlgili Çalışması Üzerine

Bu tezi yapma saiklerinden biri, Kıvılcımlı'nın akademik ilgiye mazhar olmasını sağlamak. Biraz da onun üzerine yapılan akademik çalışmaların kıtlığından hareketle... Peki, Kıvılcımlı'nın akademik yönden alımlanması ile siyasi yönden alımlanması arasında nasıl bir mukayese yaparsın? Yani, akademik bakımdan ondan "alınabilecek" olan nedir, sence; siyasi bakımdan etkili olabilecek, "pratiğe" dönük olarak alınabilecek nedir?  Ve hem akademik ve siyasi algılamaları, mevcut haliyle, mevcut deneyimler ekseninde, nasıl mukayese edersin? 

Ben tez konumu Kıvılcımlı olarak belirlediğimde doğrudan Kıvılcımlı üzerine yazılan tez sayısı üçtü. 2018 yılı ve sonrasında benimki dahil altı yeni tez YÖK’ün tez arşivine katılmış. Yani akademik olarak ilginin biraz canlanmaya başladığını söyleyebiliriz. Akademi dışında ise biyografiler de dahil olmak üzere Kıvılcımlı üzerine yazılmış çok sayıda makale ve kitap var. Benim akademik olana vurgu yapmamın iki yönü olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan birincisi Kıvılcımlı’nın yaşadığı dönemde başlayıp bugün hâlâ devam eden Kıvılcımlı’yı “görmeme” mevzusu. O, tarih tezini kitaplaştırdığında bunun bir yankı bulmayacağını tahmin ettiğini söylüyor ve öyle de oluyor. Bugün kitapta da referans verdiğim üzere Necmi Erdoğan akademik yayınlarda, tam da olması gereken yerlerde dahi, Kıvılcımlı’ya referans verilmediğine dikkat çekiyor, örnekler veriyor. Yani aslında Kıvılcımlı’dan akademik olarak zaten bir şeyler alınmış ama adı koyulmamış gibi görünüyor. Demek ki geçmişten bugüne bu konuda bir süreklilik var, ama neden? Halbuki o çok da akademik çalışıyor aslında. Marksist literatürün yanı sıra İbn-i Haldun, Naima, Ömer Lütfü Barkan okuyor, birincil kaynakları kullanıyor, yorumluyor ve yazıyor. Kıvılcımlı’nın aynı zamanda siyasi bir önder olması ya da devrimci kimliği, tarihçiliğinin, entelektüelliğinin önüne geçip onu görünmez kılıyor olabilir. Akademi çatısı altında biri olsaydı belki de kendisine referans verilmek zorunda kalınacaktı ama şimdi buna gerek duyulmuyor. Yeterince bilinen bir isim olmamasının da bunda etkisi olabilir. Kıvılcımlı tarihçi, entelektüel, teorisyen kimliği ile daha bilinir ve görünür hale gelebilir belki. Kıvılcımlı’nın Michelet ile ilgili düşüncelerini çok önemsiyorum çünkü orada kendisini de aslında tarihçi olarak gördüğünü anlıyoruz ve tarih yöntemi üzerine söyleyecek çok şeyi var. Michelet ve toplumsal tarih anlayışı ilişkisinden yola çıkarak Kıvılcımlı’nın aslında toplumsal tarih yöntemini Türkiye tarihyazımında benimseyen erken dönem isimlerden biri olduğunu söylemek mümkün hale gelebilir. Bu akademik olarak incelenmesi gereken bir konu bence. Bir taraftan da Kıvılcımlı sadece Osmanlı ya da İslâmiyet üzerine çalışmamış, tam tersine bir tarih tezi üzerine çalışıp bunu Osmanlı ve İslâm medeniyeti üzerinden somutlamış. Dolayısıyla onu daha evrensel kılmak için de güncel ve yerel ve hatta biraz kısır bir siyasi çerçeveden çıkarıp daha evrensel bir yere oturtmak lazım gibi. Ben biraz bu nedenle siyasi çerçevede Kıvılcımlı üzerine yazılanlardan ziyade, antropoloji, arkeoloji, psikoloji ve dinler tarihine dair literatürü tarayarak bunu yapmayı amaçladım. Kıvılcımlı’nın dinler tarihine, barbarlık kavramına ya da İstanbul’un alınmasına bakış açısı kimlerle benzer, hangi çerçeve içerisinde ele alınabilir, akademik olarak bunlara bakmaya çalıştım. Umberto Eco, birisinin düşüncelerini tartışan bir tez yazıyorsanız onun üzerine yazılan ikincil kaynaklara kendinizi çok kaptırmayın, aksi halde onları tartışırken bulursunuz kendinizi, diyor. Ben de biraz bundan kaçınmaya, birincil kaynakları ilgili literatür üzerinden ele almaya çalıştım aslında. Aksi durum başka bir çalışma ortaya koymayı gerektirirdi.

Akademi mevzusuna bugünden bakacak olursak, Türkiye’de ve aslında dünyada da akademiye gittikçe artan bir şekilde bir “pazar” olarak bakıldığı için o pazarda satacak konulara yoğun bir ilgi var. Eski ve yeni kuşak akademi/akademisyen arasındaki makas gittikçe açılıyor. Emek tarihi/sol tarihi gibi konuları çalışmak, hele de benim gibi vakıf üniversitesinde çalışan biri için çok kolay değil. Kıvılcımlı üzerine tez yazmak kimse için bir avantaj değil esasında. Diğer Kıvılcımlı tezleri için de belki (onlar adına konuşmayayım) ama kendim için kesin olarak söyleyebilirim ki bu ortamda akademide Kıvılcımlı’nın sesini duyurmaya çalışmak biraz da “bu konular, bu çalışmalar hâlâ var” demek anlamına geliyor. Kıvılcımlı bir yerde “üniversite ulemaları” der yine kendine has ifadesiyle ve aslında küçümser onları; ezberden konuştuklarını ima eder. Kendisinin de bu anlamda üniversite ve benzeri kurumlarda çalışmamasını, özgürce yazabilmesi için (fizikî bir özgürlük değil tabii bu hiç) bir avantaj olarak görüyorum ben. Bugün de akademide o ezberi bir şekilde kırmaya çalışmak önemli bence.

Siyasi yönden alınmasına gelirsek, Kıvılcımlı bu akademik/entelektüel yönü dışında pratik siyasi faaliyetten hiç kopmamış bir isim tabii ki. Kendi deyişiyle, “pratikten başını kaldırdıkça” tarih tezi çalışmalarına dönebiliyor, bu çoğu zaman da ilk hapisliğinden itibaren uzun cezaevi yılları oluyor. Kıvılcımlı tarih tezi dahil olmak üzere bütüncül bakışa önem veriyor ve pratikte, siyaseten onun düşüncelerini böyle bütüncül şekilde okumayanlar çok farklı, çok yanlış noktalara savrulabiliyor. Aslında onun akademik olarak doğru okunması siyaseten doğru anlaşılmasını da sağlayacaktır herhalde. Bütün bu akademi vurgusu dışında, Kıvılcımlı üzerine yıllardır emek vererek çalışan akademi dışında kişiler de tabii ki var ama bu akademik çalışmalar, onların da çabasına bir destek olarak düşünülmeli bence. Ben Kıvılcımlı’nın siyasi takipçisi değilim ama ondan pratikte alınacak en önemli şeyin onun iddiası olduğunu düşünüyorum. Marksist teoriye katkı yapma iddiası, Marksizm’de eksikler olduğunu tespit ve kabul etmesi, bu eksiklikleri doldurmaya teşebbüsü bence çok kıymetli ve bugün hâlâ başarılabildiğini söylemek çok mümkün değil. Özellikle dine yaklaşımı, din üzerine olan çalışmaları dikkate alınmalı çünkü bu topraklarda bu konu hâlâ çok önemli bir mesele ve sosyalistler yaklaşımları konusunda hâlâ çok kararsız.

1960'lardaki Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışmalarının, sonradan unutulsa veya küçümsense bile ve sönümlenmiş olsa da Türkiye'de yürütülmüş ender "kaliteli" tartışmalardan biri olduğunu düşünüyorum. Beri yandan, içeriği tamamen kesişmesine rağmen, Kıvılcımlı'nın Tarih Tezi ile Divitçioğlu, Küçükömer, Hilav'ın yürüttüğü ATÜT tartışmaları, keza Aybar'ın adını anmadan bu minvalde sürdürdüğü devlet ve toplum yapımızın tarihi yorumları arasında fazla bir alışveriş olmaması, âdeta birbirlerini pek dikkate almamaları -bu gözlemimde yanılmıyorsam- yazık olmamış mı? Sence neden böyle olmuş ve bu yaklaşımları nasıl mukayese edersin?

ATÜT tartışmalarının aslında Türkiye’ye geç bile girdiği ama bunun da çeşitli iç ve dış sebepleri olduğunu söylenebiliyor. İşte hem dünyada kalkınmacılık tartışmalarının başlaması hem 1960’ların Türkiye’deki düşünce hayatını nispeten rahatlatan koşullarının bunu sağladığı söylenebiliyor. Dünyada ATÜT tartışmalarına baktığımızda Wittfogel’in hidrolik toplum teorisi, Maisels, Chesneaux, Godelier ve Hobsbawm gibi isimlere bakmaya çalıştım ve onlar arasında da aslında tam bir anlaşmaya varılamamış olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan birbirlerini görüyorlar ve eleştiriyorlar, yani tam olarak bir tartışma olarak var olduğunu görebiliyoruz ATÜT’ün. Marx’ı referans alarak kendi teorilerini ispata çalışıyorlar. Türkiye’de bu kavramı ilk defa kullandığı bilinen Hilav, Türkiye’de bu tartışmaların geç başlamasını Türkiye sosyalistlerinin eleştirici ve araştırıcı olmamasında buluyor. Aslında sorunun cevabı da buradan başlıyor galiba. ATÜT konusunda böyle bir rolü bulunan Hilav, Marx’a referansla Osmanlı’nın ATÜT içerisinde değerlendirilebileceğini düşünüyor. Buna dayanak olarak Marx’ın Bizans ruhunun Osmanlı’da devam ettiğini düşünmesini ve Bizans’ın da ATÜT içerisinde değerlendirilebileceği için Osmanlı’nın da ATÜT olarak kabul edilebileceğine dair düşüncesini gösteriyor. Divitçioğlu da Osmanlı’da ATÜT’ü görür mesela ama Osmanlı’nın feodal olduğunu savunan Barkan’a karşı çıkarken söylediği gibi daha Marksist bir tonla bunu savunduğunu söyler. Bu da sınıf temelli bakması aslında. Yani Osmanlı’da asker ve reaya olarak iki sınıf olduğunu, reayanın köle ya da serf olmadığını söylüyor. Toprakla ilişkisinde hür, devletle ilişkisinde sömürülen olan reaya o nedenle bu sömürü ilişkisini umursamıyor. Aslında her iki açıklamada da Kıvılcımlı’nın izleri görülüyor bana kalırsa ama başka şekilde. Kıvılcımlı Osmanlı’nın Bizans’tan üstyapı kurumlarını aldığını kabul eder ama altyapısı İslâm medeniyetinden alınmıştır. Toprak ekonomisi buna dayanır. Bizans ise Roma’dan aldığı iki miras nedeniyle yıkılmıştır ki bunlar “tanrıcıl hiyerarşi” ve “memurluktur”. Memur sayısı arttıkça vergi çoğalmış ve vergi çoğaldıkça memur sayısı artmıştır. Osmanlı’nın ilk dönemi ise eşit kan kardeşliğine dayanır. Toprak ekonomisindeki bozulma çok daha sonraları gerçekleşmiştir. Reayanın sömürülmeyi umursamaması da Osmanlı-Türk atalarının komüncül geleneğinden kaynaklanır. İslâm’da özel mülkiyet yoktur ve toprak işin ehline dağıtılır. Bu gelenekten dolayı hâlâ daha padişahlar sevilir ve özlenir diyor Kıvılcımlı.  

Yine mesela bunu Kıvılcımlı’nın tarih tezinden, yukarı barbarlık konağı için anlattıklarıyla da birlikte düşünebiliriz. Bu konakta ziraatın keşfiyle toprakta oturaklık başlıyor ve vatan düşüncesi doğuyor. Kıvılcımlı tarım komününde insanın toprağı kendi bedeni yerine koyduğunu söylüyor ve köylünün topraktan kopamamasını buna bağlıyor. Toprak fethedilince insanın vücudu da fethedilebilir oluyor ve kölelik/serflik de bundan doğuyor ona göre. Avrupa’da bu “kölelik” ama Doğu toplumlarında garipsenmiyor diyor çünkü komün içinde erimiş zaten insan. Eşit kan kardeşliği böylece bozulurken buradan yeni mülkiyet ilişkileri çıktığını söylüyor. Osmanlı’da ise para iradının başlaması, önsermaye gelişimi kapitalizmin gelişmesini engellemiş ve dirlik düzeni “kendine has bir derebeyliğe yuvarlanmıştır”. Yani Kıvılcımlı ATÜT’te yine tarih tezine dönüyor tam olarak. 1967’de ATÜT üzerine Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun düzenlediği bir seminer oturumunda konuşmacı oluyor ve arşivde Fuat Fegan bu konuşmaya bir not düşüyor, Kıvılcımlı’nın tarih tezinde geçen kavramları açıklamaya çalışmasından ötürü konuyu toparlamaya vaktinin yetmediğini yazıyor. Ama tam da dediğimiz gibi aslında Kıvılcımlı her konuya tarih tezi çerçevesinden yaklaştığı için önce onu anlatması lazım ve anlaşılması lazım. O ATÜT tartışmalarına çok aceleyle yapılmış ve işte yine ithal tartışmalar gözüyle bakıyor. “Zaten ben 1964’te matbaaya gönderilen tezimde bunları yazdım, Grundrisse’yi okuduktan sonra da ekleyecek bir şey bulamadım,” diyor. Hatta kendisi görmezden gelinirken Kemal Tahir’in yıllarca tarih tezini dinleyip Osmanlı tarihi üzerine kendi orijinal çalışmaları gibi sunduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla Tahir’in Osmanlı üzerine yazdıklarının kendi tezinden duyduklarının bir şekilde bir araya getirilmiş hali olduğunu düşünüyor. Bu arada Kıvılcımlı’nın konuşmacı olduğu seminerin diğer günlerdeki konuşmacıları Hilav, Muzaffer Sencer, Divitçioğlu, Kemal Tahir, Ömer Lütfü Barkan ve Muvaffak Şeref. Dolayısıyla Kıvılcımlı burada dikkate alınmamış demek sanki çok mümkün değil; hepsinin ayrı günlerde de olsa katılımıyla bir tartışma ortamı yaratılmaya çalışılmış gibi. İçerik olarak birbirlerini çok dikkate almadıkları tespiti Kıvılcımlı dışındakileri çok değil belki ama işte tarih tezi bağlamında Kıvılcımlı’nın yine dışarıda kalması ilk sorunun cevabı bağlamında okunabilir. Bir de Kıvılcımlı’nın o çok eleştirdiği gibi yerli olana değer verilmeyip hep Batı referanslı konuşulmaya çalışılmasıyla alakalı olabilir. Yani bu isimler birbirlerinin ne dediğinden çok Marksist literatürün ne dediğine ya da “dışarıdaki” tartışmalara kulak vermiş denilebilir.  

Kıvılcımlı'nın din tanımında, "pratik bir evren düzeni" tarifi de geçiyor. O dini sadece dogmalar, naslar ve onların ideolojik "mesajından" öte, ritüellerden öte, gündelik hayatta din dışı konularda da etkisini gösteren bir imgeler, mecazlar, meseller deposu olarak da görüyor, değil mi? Nitekim doğrudan doğruya dinin tarihsel toplumsal etkilerine dair analizleri yanında, bambaşka konulardaki yazılarında dinî deyişleri, dinî imgeleri kullanmasını da buna yoruyorum. Sen ne düşünür, neler söylersin?

Evet, Kıvılcımlı dini hem “teorik bir dünya görüşü” hem de “pratik bir evren düzeni” olarak tanımlıyor ve dinin toplumu, toplumun da dini etkilediğini vurguluyor. Aslında Kur’an doğru okunabilse tarihî bir belge niteliği taşıyor, tarihsel olayları anlatıyor ona göre. Ama işte en çok da istismar edilen alan din olduğu için dogmalar, ideolojik çarpıtmalar yapılıyor. Kıvılcımlı bunlarla ideolojik olarak baş edilemeyeceğini söylüyor, yapılması gereken bilime başvurmak; dinsel anlatılar altındaki gerçeklikleri ortaya çıkarmak. Bunun da âdeta toplumsal bir psikanaliz yoluyla yapılabileceğini söylüyor. Böyle olunca ve içinde yaşadığı toplumu da düşününce Kıvılcımlı’nın dine karşı neden ideolojik bir propaganda yapma yoluna gitmediği açık aslında. Tarihsel toplumsal süreçleri anlayıp dinin nasıl bilinçaltına bastırıldığını, aslında tarihte yaşanmış hangi gerçek olaylara referans verdiğini anlayalım ki dinin bu çarpıtılmış biçimiyle mücadele edebilelim diye düşünüyor.

Din üzerine yazarken teorik ve bilimsel bir kolda ilerliyor, günlük siyasi faaliyette de bunun paralelinde davranıyor aslında. Yani İslâmiyet’in “ilk ülkücü çağı” dediği Dört Halife döneminde barbarlık özellikleri varken medeniyetle birlikte giderek yozlaşıldığını anlatıyor; Eyüp konuşmasında da İslâmiyet’in bu dönemini anlatıyor. Ama bence bunu hitap ettiği kitleyi o anda yakalayabilmek için yapıyor; nitekim konuşmasının bütününe komünizm propagandası “suçlaması” yapılıyor neticede. İlk anda polislerin bunu “dinin siyasete alet edilmesi” zannetmesi gibi hâlâ Kıvılcımlı için dindar/din propagandası yapan/mütedeyyin gibi yanlış nitelemeler yapılabiliyor. Ben bunu strateji olarak değerlendiriyorum. Kıvılcımlı’nın dinî pratikleri bilmesi, işte cezaevinde bayram kutlamaları vs. Kıvılcımlı’nın yetiştiği koşullarla da çok alakalı tabii. O bulunduğu ailenin, toplumun gelenek/göreneklerinden de kopma gerekliliği duymuyor, öyle bir düşüncesi yok. Bir de Kıvılcımlı’nın, tarihi, dinler tarihini çalışma biçiminin de bunda etkisi olabilir. “Tarihi bugünmüşçe yaşayışıma ve üslubuma takmışlar,” diyor; Kıvılcımlı çalıştığı şeyleri yaşıyor gibi de gerçekten. Bu da hayatının her alanına sirayet ediyor olabilir. Din üzerine bu kadar çalışmak, Kur’an’ı incelemek, dinler tarihi okumaları onun hayatına, diline, yaşayışına etki etmiş olmalı bence. Kıvılcımlı’nın tarzı da bu tabii, orijinal kavramlar kullanmak, bazen anlaşılmayı zorlaştırsa da -ki bazen bunu kendisi de fark ediyor- deyimler, dinî kavramlar kullanmak üslubunun bir parçası. Bu dinî deyişlerin, kendisine, uhrevi ve etkileyici bir taraf kazandırdığını da düşünmüş olabilir ki bunda da doğruluk payı var bence.

Kıvılcımlı'yla Kemal Tahir'i birlikte veya karşı karşıya düşünmek ilgiye değer. İkisi de farklı istikametlerde, solun ana akımının kenarında, ikisi de Osmanlı tarihi ile meşgul. Osmanlı tarihine ilgiyle eğilen iki Osmanlı tarihini ele alışta, ikisinin farklı türden "romantik" bakış açılarına sahip olduğunu söylüyorsun. Bunu biraz uzunca anlatmanı isteyebilir miyim? 

İki ismi her bakımdan mukayese edecek kadar -ve de Kıvılcımlı’ya nazaran- Tahir’i çok çalışmadığımı söyleyerek başlamam gerekir. Diğer taraftan özellikle de Kıvılcımlı’nın Tahir’i hedef alan, az önce bahsettiğim ithamını ve tabii söylediğin gibi Osmanlı üzerine çalışmalarını baz aldığımızda bu oldukça anlamlı bir karşılaştırma olacaktır. İnsanlığın bir aşamasında kolektif mülkiyet ve komün yaşamı vardı ve ona geri dönülecek arayışıyla ya da insanlık bir gelişim içerisinde ve o en yüksek gelişmişlik aşamasına bir gün varılacak umuduyla sosyalistlerin insanlık tarihi üzerine çalışmalara yöneldiği şeklinde bir düşünce olabilir. Kıvılcımlı da böyle anlaşılabileceğini düşündüğü için belki, sık sık, “barbarlığa dönelim” gibi bir şeyi savunmadığını belirtiyor. Yine de mesela Şefik Hüsnü, barbarlığı idealize edip, hatta Nazizm’e kaydığından şüphe edip bunu dile getiriyor. Kıvılcımlı da buna karşılık kendisinin “ilkel bir primitivizme” indirgendiğini söylüyor. Ve tam olarak da Engels’in, Bebel’in de bunları çalıştığını ama kendisi yapınca bu tepkiyle karşılaştığından yakınıyor. Din konusunda da aynı yaklaşımı görmek mümkün oluyor. Senden yaptığım aktarımda mesela sosyalistleri modernist ve romantik bir ufka sahip olanlar şeklinde ayırman ve romantik bir ufka sahip olanların, sosyalizmin köklerini “geçmişin eşitlikçi ütopyalarında aramaları” meselesini Kıvılcımlı bağlamında düşünüyorum. Sen orada Bloch’tan bahsediyorsun ve onu romantik sosyalistler arasında sayıp, “Marksizm ile Hıristiyanlığın bir ittifakını düşündüğünü” söylüyorsun. Kıvılcımlı’nın da Marksizm ile İslâm’ı uzlaştırmaya çalıştığına dair yorumlar yapılabiliyor ama buna hiç katılmıyorum. Dine de tarihe olduğu gibi Marksist bir yerden baktığını düşünüyorum. Hem onu ideoloji değil, bilim yoluyla aşılması gereken bir “gerçeklik” olarak görmesi hem de Engels’in, Luxemburg’un ilk Hıristiyanlığa ezilmiş insanların hareketi şeklinde tarihsel bir olay olarak bakması, bence Kıvılcımlı’da da olan şey bu. Din ile sosyalizmi uyumlaştırma ya da dinin de o eski güzel günlerine dönme romantizmi değil, tam olarak da onu aşma gerçekliği içerisinde gibi geliyor bana.

Kıvılcımlı tarih tezini bir anahtar, bir araç gibi görüp onu Osmanlı tarihine de, İngiltere tarihine de, Japonya tarihine de uyarlayabileceğini düşünüyor, buna çalışıyor. Bu anlamda her ne kadar yerellik vurgusu olsa da bu tezi Osmanlı tarihi ya da İslâm tarihini güzellemek için oluşturmuyor. Marksizm’de Doğu toplumları ve antika tarih eksik, çalışılmadı diyerek bu yola çıktığını söylüyor. İlk Osmanlı dediği dönem barbarlıkla medeniyet arasında bir geçiş olduğu için de eşitlikçi yönüne vurgu yapıyor ama medeniyetle birlikte sınıfların devlet içinde kaldığını söylüyor. Onda bir sınıf analizi her dönemde var. Osmanlı’yı bir bütün halinde değerlendirmiyor; senin de dediğin gibi ezilen sınıflara, yönetilenlere ilgisi var, işte Celali İsyanları’na yaklaşımı gibi. Kemal Tahir’in ise düşünce çizgisi karmaşık ve kararsız bana kalırsa. Devleti merkeze alıyor ama başta Osmanlı’da sınıfların olmadığını, devlet eliyle Batı’daki gibi sınıfların oluşturulması gerektiği gibi şeyler söylerken sonra bu bir Batı karşıtlığına da dönüşüyor. Başta devlete dair olumsuz olan şey gittikçe bir güzellemeye dönüşüyor gibi ve bu değişimin Kıvılcımlı’nın 1965’te tarih tezinin yayımlanması dönemlerine denk gelmesi tesadüf mü bilemiyorum. Tahir’in daha kararsız olmasından kastım bu; Osmanlı “devleti” konusunda önce olumsuz ama sonra var gücüyle olumluya doğru giden bir yaklaşıma bürünüyor sanki. Kıvılcımlı’nın o ilk Osmanlı övgüsü, Tahir’de boynuz kulağı geçer noktasına varıyor ve Tahir muhafazakâr/devletçi bir romantizm noktasına varıyor denilebilir belki. Dediğim gibi Kemal Tahir üzerine yorumum bu şekilde olur ama çok daha detaylı bir karşılaştırma yapmaya değer bir konu. Yine senin Kıvılcımlı’da “işçi ayaklanmalarında barbar nüvesi gördüğü” ya da “eşitlikçi kültürlerin varlığına inanması” bakımlarından romantik sosyalizm etkisi olduğu görüşünden yola çıkarak ben de bunun olabileceğine katılıyorum. Özellikle de 27 Mayıs bağlamında orduda barbar nüvesi görmesi ve her ne kadar darbenin sınıfsal analizini yapmaktan geri durmasa da ordunun halk yararına, devrimci bir yön alabileceğini düşünmesinde bu etki okunabilir. Yine mesela Kürt meselesinde Kürtçe’nin konuşturulmaması, ekonomik olarak geri bıraktırılmışlık gibi şeylerden bahsederken, bölgeyi kimsenin anlayamayacağı, herkesin silahlı olduğu âdeta ilkel komünal, barbar özellikleri gösteren bir yer olarak tarif etmesi de bu bağlamda üzerine düşünülmesi gereken bir yaklaşım sanki.

Bu romantizm meselesinde şunu da not düşmek isterim, özellikle hastalığının artık çok ilerlediği son günlerinde Kıvılcımlı hâlâ anılarını yazıyor ve hastalığını dışarıdan bir göz gibi anlatıyor. Vücudunda meydana gelen değişiklikleri yazıyor; ben bunları okurken aklıma hep intihar etmek için bileklerini kesip, ölümünün son anlarında yaşadıklarını bilime katkı olsun diye yazan, kabul edilmese de vücudunu kadavra olarak bağışlayan Beşir Fuad’ı hatırladım, ki Fuad özellikle edebiyatta romantizm akımını eleştiren bir gerçekçi ve pozitivist. Okul yıllarındaki pozitivizm etkisinden bahsetmem bu nedenle aslında, Tıbbiyeli olmaktan gelen böyle de bir tarafı var Kıvılcımlı’nın. 

Kitap, Kıvılcımlı'nın tarih tezi ve din hakkındaki çalışmalarıyla sınırlı. Onun bir dizi başka meselesi, başka çalışma ve ilgi alanı da var. Hangi çalışma başlıklarını belirlerdin? Kıvılcımlı'da özellikle hangi temalar, hangi sorular etrafında çalışmak gerekir sence? Senin planında bundan sonra bir "Kıvılcımlı ödevi" var mı?

Kıvılcımlı’nın çok fazla ilgi alanı var ve hepsine bir doktora tezinde yer vermek gerçekten mümkün değil. Bir de Kıvılcımlı’nın hemen her çalışmasında tarih tezinin etkisi görüldüğü için onu çok iyi bilmedikçe, okumadıkça çok yanlış değerlendirmelere gidilebileceğini düşünüyorum. Kıvılcımlı tarihe bütüncül bakmadan yana, tecrit ve tespit yanlışlarının yapıldığını söylüyor. Ona da bütüncül yaklaşmak gerek. Dolayısıyla tarih tezi ve bu bağlamda dini yorumlayışı Kıvılcımlı çalışmaları için iyi bir başlangıç noktası sayılabilir. Ben kitapta da ATÜT’ü, Osmanlı tarihine bakışını, ordu hakkındaki düşüncelerini tarih tezi bağlamında ele almaya çalıştım. Bundan sonrasında yine kitapta da yer alan Kııvlcımlı’nın tarihçiliği meselesine biraz daha yoğunlaşmak istiyorum; halihazırda çalışıyorum da üzerine. Michelet’yi “usta” olarak belirlemesi onun toplumsal tarih ekolü içerisinde değerlendirilmesine imkân verir mi diye düşünüyorum. Michelet Annales Okulu’nu etkileyen isimlerden biri ve bu ekolün Türkiye’deki ilk etkileri 1930’larda Fuad Köprülü ile başlatılıyor, Ömer Lütfü Barkan, Mustafa Akdağ, Halil İnalcık ile devam ettiriliyor. Kıvılcımlı kırk yıl çalıştıktan sonra Michelet ile benzerliğini fark ediyor; biz de bunu elli küsur sene sonra öğrendik. Şimdi onun tarihçiliğini inceleyerek nerede konumlandırılabileceğine dair fikir yürütebiliriz.

Yine 2016’da Kıvılcımlı’nın Cezaevi Etüdü Ahmet Kale tarafından yayına hazırlanıp bastırıldı. Bence bu da çok önemli bir çalışma. Tutsak emeği, hapishanenin işleyişi görece şu anda popüler konular ama Kıvılcımlı’nın bu çalışmayı 1929-1933 yılları arasında Elâzığ Cezaevi’ndeyken yazdığı belirleniyor. Bu kadar erken bir tarih ama Kıvılcımlı’nın düşünme, yazma pratiği her koşulda durmadan devam ettiği için kendi tecrübesini yine yazıya dökmüş. Bu da benim merak ettiğim, üzerine çalışmak isteyeceğim bir konu.

Kıvılcımlı’nın hâlâ çevrilmemiş yazıları da var tabii, onlar çevrildikçe neler çıkacak kimbilir. Bu konuda çalışan emektarlar da var neyse ki ama gerçekten çok daha fazla insan emeği gerektiriyor bu. Bu konuda ilgisi, bilgisi olan herkesin bir yerinden ilişkilenmesi çok faydalı olur bana kalırsa. Romanları var mesela Kıvılcımlı’nın; Türkçe de, var Osmanlıca da var. Yine bunlar da çevrilir ve yayımlanırsa oldukça ilgi çekici olacaktır. Edebî değerini bilemem ama Kıvılcımlı ile ilgili bildiklerimizi de artıracağını düşünüyorum.