Cumhuriyet’in yüzüncü yılına küresel ve ulusal bir dizi yaşamsal sorun ve kritik gelişme eşlik ediyor. Küresel ölçekte uluslararası ekonomik ve politik rekabet yerel çatışmalar düzeyini çoktan aşmış durumda. Dahası “büyük” devletler arasındaki gerilim, vekalet savaşları düzeyinden açık sürtüşmelere ve yer yer anakaralar üzerindeki belirgin basınçlara yükselmiş halde. Bu sürgit sürtüşme ortamında bugün merkez kapitalist ülkeler de dahil olmak üzere bir dizi gelişmiş ülkenin ekonomik istikrarı zedelenmiş vaziyette. Bu zedelenmede de payı olan küresel ölçekteki bir salgını yüzyılı aşkın zamandır ilk kez deneyimledik ve şimdilerde unutmak istesek de o dönem salgına verebildiğimiz en iyi tepki ekonomik çevrimi yavaşlatma pahasına sağlık sistemlerinin çökmemesi için kitlesel izolasyonu devreye sokmak, evlere kapanmaktı. O zamandan şimdiye değin sağlık sistemlerinde herhangi bir iyileştirme de yapılmış değil. ILO’nun Dünya Sosyal Koruma Raporu’na göre (20-23) “şu anda 4,1 milyar insan (dünya nüfusunun %53’ü) ulusal sosyal koruma sistemlerinden hiçbir gelir güvencesi elde edemiyor, dünya nüfusunun yalnız %47’si etkin olarak en az bir sosyal koruma yardımından yararlanıyor”. Dahası bu rapora göre, herkese en azından minimum sosyal korumayı sağlamak için gereken ek harcama (yani küresel finansman açığı) “COVID-19 krizi başladığından beri yaklaşık %30 arttı”. Bu bedbin tablo içinde son olarak yeni salgınların ortaya çıkmaması için makul hiçbir gerekçe sunamadığımızı ayrıca belirtmeliyiz.
İnsanlık, kendi tarihi içinde bir kez daha geniş ölçekli göçlere tanık oluyor. Bu yeni ve muazzam göç dalgası, tıpkı kendinden öncekiler gibi geniş ölçekli tarih yapıcı niteliğinden ziyade kısa zamanlı bakış açısının tepkiselliği ile idrak ediliyor. Oysa sanayi devrimini izleyen büyük işçi göçleri ile çağ kapatıp açan kavimler göçü arasında salınan bu yeni ve büyük ölçekli göç dalgasının tazyiki duracağa benzemiyor. Demografik değişimlerin, kültürel çatışmaların doğurduğu şok yanında yapısal sorunlar da bu süreç içinde kendini iyice belli ediyor. Sorunun kendisini konuşmayı bütünüyle yasaklayan liberal söylem ile katı ve kaba aşırı-milliyetçi reaksiyon arasında sıkışan kitlelerde kafa karışıklığı sürüyor.
Dahası gezegenimiz türümüzün işgali altında iyice yıpranmış durumda. Kontrolsüz nüfus artışına vasati ömrün her yerde uzaması eşlik ediyor. İklim krizi, bir kriz olarak tarif edildiğinden beri, acilci politikalar ancak kendi enerji politikalarını değiştirme gayreti içindeki Batı hattının, bu sektördeki bağımlılığını azaltma gayretinden ve hasımlarına dönük riyakâr ayıplamalarından öteye geçemiyor. Fosil yakıt ithalatı ile bütünleşik verimsiz ve çevre düşmanı üretim bantları üzerinde niteliksiz işgücü üzerine bina edilmiş Batı-dışı ekonomilerin ise kendilerini değiştirmek için ne niyetleri ne de kapasiteleri var. Göz göre göre bir felaket yaklaşıyor ve sera etkisinin tüm yaşamı mı yoksa yalnızca türümüzü mü etkileyeceği bu konudaki iyimser bakışın sınırlarını belirliyor; durum işte bu kadar vahim.
Gezegeni bütünüyle kendi talep ve beklentileri doğrultusunda bencilce değiştirme gayesinde olan insanlık diğer yandan garip bir şekilde işlevsizleşiyor. Sadece yapay zekâ alanındaki ürkütücü gelişmeler değil, bizzat robotik alanındaki çalışmalar da üretim bantları üzerinde çoktan dönüştürücü bir basınç uygulamaya başlamış durumda. Çeşitli araştırmalar endüstriyel robotik süreç otomasyonlarının insan emeğini üretimin dışına ittiğini gösteriyor. Yakın döneme kadar kendini bu süreçten müstesna gören yaratıcı sektörleri ise yapay zekâ alanındaki ani atılım tehdit etmeye başlamış durumda. Kuşağımız toplam işlerin yarısından biraz fazlasının insanlar eliyle yapıldığını görecek ve bu oran hızla her geçen gün düşecek.
Öte yandan ve belki de en korkutucu olanı toplumsallık, merkez kapitalist ülkelerden çepere doğru yayılarak hızla parçalanıyor. Politikanın alanı daralıyor. Bireyin yeniden (ve yeniden) sürgit inşası hemen her yerde gündemde. Ne var ki bu “birey” kendine güvenilir sabitler bulamadığı için arayışını huzura erdiremiyor; savrulup duruyor. Çeşitli düzeylerdeki fragmantasyon süreçleri toplumsal olandan arta kalan şey her ne ise onu kuşatmış durumda. Bunu merkez kapitalist ülkeler, ilkeler düzeyinde yanıtlama ve bu yanıtı (elbette bir taraftan kendi çıkarları için) yayma gayretiyle karşılıyorlar. Burjuva liberal değerlerle uyumlu olacak şekilde dar grup dayanışmalarının haklı ifadeleri, çeper ülkeler için bir tehdit olarak algılanıyor. Bu algı özellikle dezavantajlı gruplar üzerinde kısıtlayıcı bir basınç haline geliyor. Çeperin büyüyüp serpilen güçleri ise bu süreci büyük anlatıları yeniden canlandırma çabasıyla yanıtlıyorlar. Ne var ki bu yanıtlar kendini hiçbir yerde toplumsal olarak kabul ettirebilmiş değil. Anlamını yitiren insanlığın dekadans içindeki savruluşu gerici sektörlere ve (onlarla ilişkili olmak kaydıyla) ahlâkçı-radikalizme alan açıyor. Oysa insanlığın gerçekten radikal bir kopuşa ve silkelenişe ihtiyacı var.
Bu kopuşun öncüsü olabilecek bir Cumhuriyet mümkün mü? Bu iyimser soruyu sorabilmek için dahi bir neden yok gibi. Üstelik o, her nedense sürgit çalkantılı durum içinde hâlâ kendini bulmaya çalışıyor. Mevcut dünya sistemi içinde pozisyon almaya çalışırken uçlar arasında salınıp duruyor. Ülke iktisadi olarak hayli yıpranmış durumda. Küresel etkiler yerel dinamiklerle birleşerek onu ağır bir şekilde etkiliyor. Dahası Türkiye, toplumsal olarak çeşitli düzeylerde parçalanmış halde. Politik angajmanı ve onun devlet düzeyindeki ilkesel kurallarını büyük ölçüde yitirmiş halde (ya da belki de hiç inşa edememiş vaziyette). Kurucu ideolojisini dönüştürüp kapsayıcı olarak yeniden inşa etmek yerine onu bizzat kendi eliyle tarihi boyunca çeşitli evrelerden geçirerek pastişe indirgediği için bugün Cumhuriyet, “Cumhuriyet” ile tam olarak ne yapacağını bilemiyor. Bu şerait altında Cumhuriyeti’n yüzüncü yılında çok sayıda kitap çıkıyor, etkinlik gerçekleşiyor, sergi düzenleniyor.
Bu yazının odağında da işte bu sergiler var; ne var ki alışılmışın aksine bu teferruatlı ilk izah tam da bu sergilerin kısa kritiği için gerekli. Çünkü tıpkı Cumhuriyet’in kendisi gibi bu sergiler de çoğunlukla “Cumhuriyet” ve “100. Yıl” teması ile ne yapacaklarını doğrusu pek bilemiyor. Türk Tarih Kurumu tarafından hazırlanıp Ankara Cermodern salonunda sergilenen “Tuvalde Yüzyıl” sergisi bunlardan biriydi. Yapı Kredi Kültür Sanat’taki “Cumhuriyet’in İlk Yılı” bir diğer örnek. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’ndeki “Meşgul Şehir” sergisi ve İBB’nin Casa Botter’de açtığı “Lozan 1923/Yüzyıl Önceki Başlangıç” sergisi diğer örnekler. Bu bağlamda ayrıca Institut Français Türkiye’nin Pierre Loti’nin ölümünün yüzüncü yıldönümünde geliştirdiği İstanbul’u Loti’nin izinden sürmeyi sağlayan mobil uygulamasını çevrimiçi bir sergi girişimi olarak, Âşık Veysel‘in ölümünün ellinci yıldönümünde UNESCO tarafından “Âşık Veysel Yılı” olarak ilan edilmesine ithafen Sivas İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ve Sivas İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün ev sahipliği yaptığı “Âşık Veysel’e Saygı” sergisini yerel bir örnek olarak ve nihayet Reşad Ekrem Koçu ve İstanbul Ansiklopedisi Arşivi’ni Kadir Has Üniversitesi işbirliği ile sergileştiren SALT’ın “Başka Kayda Rastlanmadı” sergisini ise kent ve birey odaklı bir diğer örnek olarak bu temayla ilişkilendirmek kısmen mümkün. Ve işte tüm bu sergilerde, yüz yıllık miras ile kurulan ilişkide bir ürkeklik, mütereddit bir hal, sözünde sazında bir yarım kalmışlık seziliyor. İtirazları kısık, tasavvurları eksik sergiler bunlar. Dahası coşkularında da müessir bir yan seziliyor. Koşulsuz sahiplenme örneklerinde bu müessir hüzün belki de “çağdışı” kalmış olmanın bilincindedir. Cermodern örneğindeki gibi söz konusu olan sanat yapıtı ise Alfred H. Barr Jr. tarafından New York’ta Modern Sanat Müzesi’nde 1936’da düzenlediği “Kübizm ve Soyut Sanat” başlıklı sergi için şemalaştırdığı tarihyazımının Nurullah Berk tarafından “yerele” monte edilmiş versiyonunu görmeye devam ediyoruz. Berk, çağdaşı ve öncesi kuşak (Halil Edhem, Celal Esat Arseven, Suut Kemal Yetkin vd.) sanatın ulusal, kendine-özgü, muhakkak-Türk unsurlarının eklektik, telaşlı, kaygılı yorumlarıyla bir yazım hayata geçirmişlerdi. Bu yazımın bugün “çalışmadığını” herkes fark ediyor.
Görsel kültür ürünlerinin ve etnografik materyalin sergilendiği diğer örneklerde ise antropolojik ve tarihyazımsal mesafede mirasın ürkek reddi ya da tersinden o mirasın aşırı sahiplenilmesi söz konusu. Bu yanıyla özellikle 2000’lerden 2010’ların ortalarına değin süren matbuatta belirgin şekilde öne çıkan entelektüel arayışların neredeyse gecikmiş bir yansıması söz konusu olan. Bu sergiler bu yanıyla hafızayı çeşitli düzeylerde tazelemeleriyle elbette önemliler. Ayrıca malzemeyi derledikleri için de yeni bir kayıt oluşturma imkânı sağlıyorlar. Ve kuşkusuz bu sergileri birbirleriyle hem içerik hem de nitelik açısından çeşitli düzeylerde kıyaslamak mümkün. Ne var ki bu çaba olsa olsa toplam ve ortak ürkekliği meşru kılmak anlamına gelecek. Peki, tüm bunun ötesine geçilebilir mi?
Kaba reddiye ve kabullerden sıyrılmış bir sağduyu içinde bu belki mümkündür. Bu da Cumhuriyet’i kopuş ve süreklilik diyalektiği içinde kavrarken onu bir vizyon olarak yeniden tanımlamakla imkânlı hâle gelebilir. Okurun her daim aklında tutması gereken şey, anlamın ancak ve ancak şimdiki zamanda oluştuğunu ve sürgit eylemin onu mümkün kılan olası tek biçim olduğunu anlamaktır. Tarih birçok şeyin yanı sıra aynı zamanda bir ölçek problemidir. Ve sanata/sergilere dönük olanlar dahil her tür eleştiri faaliyeti de zaman aralığı hayli daraltılmış, şimdiki zamana doğru taşınmış bir çeşit tarihyazım pratiğidir ya da en azından bunun arzusudur. Eleştiri, toplumsal beğeninin örgütleme çabasıdır ve beğeni başlı başına politik/etik bir değerdir.
Cumhuriyet, biz onu nasıl tanımlarsak o olacak yaşadığımız toplumsal sözleşmenin idari ifadesidir. Onu bağımsız, çoğulcu, demokratik bir ülkünün ifadesi olarak görmek, mevcut toplumsal cinsiyet rejiminin dayattıklarını aşan bir aracı olarak tanımlamak, iklim krizine devletler düzeyinde yanıt verebilen bir dönüşümün ifadesi olarak çalıştırmak, sosyal refahı ve onurlu bir yaşamı sağlayan bir güvence olarak deneyimlemek bizim elimizdedir. Cumhuriyet, reddi miras ile sırt dönülecek ya da nostalji ile yad edilip mirası yenecek bir sabit değil, devingen toplumsallığımızın bileşkesidir. Onu konu alan her kitap, her etkinlik, her sergi… Bu bileşkenin içindeki sağaltıcı unsurları gözetmek, yeniden tanımlamak ve onlara alanlar açmak durumundadır. Bugün Cumhuriyet’in yüzüncü yılı vesilesiyle gerçekleştirilen tüm sergilerde eksik olan şimdinin hikâyesini kurmayı başaramamalarıdır.
Yine de çoğu zaman tarihsel birikimin bu iyimser yeniden okumayı ketleyen yanını görmezden gelemeyiz. Başka bir çevrimiçi müze “Tarihsel Adalet İçin Bellek Müzesi”, Research Institute on Turkey içinde Kolektif Hafıza Çalışma Grubu’nun önerisinin kurucu bir ekip tarafından hayata geçirilmesi sonucunda ortaya çıkmış bir internet sitesi. Bu müze, kırk yılı aşkın süredir devam eden “adalet mücadelesi ve geçmişle yüzleşme pratiklerine sözlü tarih, dava dosyaları ve bellek nesneleri koleksiyonlarıyla dijital bir bellek mekânı sunuyor”. Müzede dönemin öğrenci hareketlerine, kadınların siyasi mücadelesine, sendikal örgütlenmeye, faşizm karşıtı direniş odaklarının tanıklıklarına ulaşmak, darbenin, askerî rejim ve onun hukuk sisteminin, buna karşı adalet mücadelesinin ve uluslararası dayanışmanın bilgi, belge ve tanıklarına ulaşmak mümkün. (Bellek Müzesi’nin eksiği de dönemin ve o döneme ilişkin sanatsal işleri teşhirine almamış olması. Darbeye giden sürecin, darbenin ve ardından toplumsal çözülüşün izlerini bu eserlerde de görmek mümkün oysa. Sanat, çoğu zaman yarayı değil ama kabuğu yerinde betimler.)
Sonuçta hem 12 Eylül 1980 darbesiyle ilgili bu dijital müze ve insan hakları arşivi olan sitede “dolanırken” hem de Cumhuriyet tarihi boyunca “deneyimlediklerimiz” işbu okumayı hayli zorlaştırıyor, biliyorum. Sonuçta Cumhuriyet, aynı zamanda “milletin üzerine yükselen”, “denetimsiz hükümranlık sahibi”, “hâkim-hakem” rolü üstlenen bir “asker-polis-bürokrasi” diktatörlüğü olarak yaşanageldi. Kemalizm’in inşacısı olduğu modern ulus-devlet olarak Cumhuriyet, her şeyden önce kendine bir toplumsal temel yaratma zorunluluğuyla karşı karşıya kalmış sivil ve asker bürokrasinin elinde tutmayı başardığı topraklarda kendisi için bir “ulus yaratma” girişiminin aracı olmuştu. Bu ulusun artık “yaratıldığından” ve dahası çoktan çeşitli şekillerde aşınmaya başladığından hareketle, belki kendini ve Cumhuriyet’i aynı anda dönüşüme uğratmak gereği ile hareket edilmelidir. Bunun yolu, birer mecaz olarak (tekinsizliklerini kabul edip dikkatli olmak kaydıyla), psikanalitik didikleme değil, bilişsel-davranışçı bir yeniden yapılanmadan geçiyordur. Edimselliği gözeten bu kısmî-pragmatik yeniden okuma geçmişin sevap ve günahlarını da ele alabilecek inşacı bir değerler-kümesi ile toplumsal muhalefeti öncelemekten geçer. Yüzüncü yıl sergileri bu muhalefetin inşasında olmasa bile o muhalefeti teşkil edecek kitlelere ilgili değerleri tanıtmada yardımcı olabilirlerdi, olamadılar…