13 Şubat 2021 Cumartesi günü Birikim Güncel’de, Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi isimli kitabımın Levent Köker tarafından yazılan bir eleştirisi yer aldı. Levent Köker değerli bir siyaset bilimci… Ama yazımın başında şunu belirteyim. Levent Köker yaptığı eleştiriler konusunda yanılıyor.
Atatürk 1 Aralık 1921 yılında Meclis’te Nutuk’tan sonra gelen en uzun konuşmasını yapıyor. Bu konuşması benim “kurucu felsefe” dediğim hakimiyet-i milliye ve güçler birliği üzerine… Dört saat süren konuşma sonraları 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun da gerekçesi olarak literatüre geçiyor. Geçen yıl (2020) İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi başlıklı kitabımın hukuk bölümünde “milli egemenlik” kavramını işlerken Atatürk–Rousseau ilişkisine değinmiş bulunuyorum. Ve 1 Aralık 1921 konuşmasının Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme başlıklı ünlü eserinden esinlenerek yapıldığını yazıyorum.
Levent Köker’in eleştirileri işte bu ilişki üzerine… Bu ilişki konusunda eleştirilerini de değerli dostum Mete Tunçay’ın bundan kırk üç yıl önce Toplum ve Bilim’de yayımlanmış olan “Atatürk’e Nasıl Bakmak” başlıklı yazısı üzerine bina ediyor. Toplum ve Bilim’in kurucuları arasında yer alışım ve o tarihte yayın kurulu üyesi oluşum nedeniyle yazıyı gayet iyi hatırlıyorum. Gayet iyi hatırlıyorum, zira yayımlandıktan sonra epey yoğun bir eleştiri almış olmasından… Niyazi Berkes’in bu yazı üzerine yapmış olduğu sert eleştiriler günlerce akademik camiada paylaşıldı.
Levent Köker’in yazısına dönersek, eleştiri ana hatlarıyla iki noktaya odaklanıyor. Her ikisi de son kertede gizil olarak Atatürk’ü “tezyif” etmeye yönelik…
Bunlardan ilki Çankaya kitaplığında bulunan Rousseau’nun İçtimai Mukavele kitabında yer alan şerhlerin Atatürk’e ait olup olmadığı… Levent Köker “gerçekten, Rousseau’nun bizim kısaca Toplumsal Sözleşme diye bildiğimiz eserini okuyup notlar düşen Atatürk müdür, yoksa Afet İnan mıdır?” diye soruyor.
İkinci husus ise Mete Tunçay’dan yola çıkarak Atatürk’ün bu konuşmasında muhtemelen Rousseau ile Montesquieu’yü karıştırdığı… Bunun için de Meclis zabıtlarına gönderme yapıyor. Hemen hatırlatalım, bu ünlü konuşma zabıtlara geçtikten sonra Atatürk tarafından tashih edilerek ayrı bir risale olarak yayımlanacak. Bunu aşağıda belirtiyoruz.
İlk önce Çankaya’daki Rousseau’nun Mukavele-i İçtimaiyye’sinden, yani Toplumsal Sözleşme kitabından söz edelim. Bu kitap Atatürk’ün ünlü 1 Aralık 1921 konuşmasına kaynaklık edecek eser. Levent Köker’in yazısında şu hususa dikkat çekiliyor: Atatürk’ün Çankaya kitaplığındaki Rousseau’nun Mukavele-i İçtimaiyye şerhlerinin onun tarafından değil, ama Afet Hanım tarafından okunmuş olma olasılığı… Levent Köker şöyle diyor: “Millî Kütüphane’nin eski genel müdürü Dr. Müjgân Cumbur, [Atatürk Bibliyografyası] Önsöz’ünde ‘Kataloğun hazırlanması sırasında Sayın Prof. Afet İnan işaretlerin kısmen kendisinin olduğunu söylemişlerdir’ diyor. Kısacası, Toprak’ın Atatürk’e ait olduğundan emin olduğu şerhler, Atatürk’e değil de Afet İnan’a ait olabilir.”
El İnsaf… Bu satırları yazanlar Afet Hanım’ın doğum tarihini bilmiyorlar. Konuşma 1 Aralık 1921’de yapılıyor. Atatürk bu konuşmasında şerhlenmiş Mukavele-i İçtimaiye’ye konuşmasında defaatle yer veriyor. Hemen hemen Mukavele-i İçtimaiye’deki satırları tekrarlıyor. Afet Hanım ise o sıralarda İzmir’de herhalde kız rüştiyesine yeni girmiş, 13 yaşında bir çocuk… Afet Hanım’ın o yaşta kitabı şerhlemiş olması olanaksız.
Bu hususu bir kenara bırakalım. Asıl sorun Atatürk’ün Rousseau konusundaki “yanılgısı”… Levent Köker, Atatürk’ün kuvvetler birliğini savunmasına rağmen Rousseau’yu andığını kaydediyor, ama “anıyor anmasına da, destek almak için değil de itiraz etmek için anıyor” diyor. Bunun bir çelişki olduğunu söylüyor. Kuvvetler birliğini savunan Atatürk’ün kuvvetler birliğinin teorisyeni olan Rousseau’ya karşı çıktığını kaydediyor. “Oysa övmesi gerekmez miydi?” diye soruyor.
Onu bu sonuca vardıran da Atatürk’ün 1 Aralık 1921 tarihli Nutuk dışında Atatürk’ün en uzun konuşmasında yer alan bir paragraf… Konuşma benim kitabımda hukuk bahsini içeren ilk bölümün girizgâhı niteliğinde… Levent Köker, benim metindeki bu paragrafı görmezlik ettiğimi söylüyor ve bu paragrafta Atatürk’ün Rousseau algılayışında yanılgı olduğunu iddia ediyor.
Levent Köker yanılıyor… Günümüz siyaset bilimcilerini ve tarihçilerini hataya düşüren husus Atatürk’ün uzun konuşmasında Rousseau’nun yer aldığı paragrafın yanlış yorumlanması ve Atatürk’ün çelişik ifadelerde bulunuyor olduğunun iddia edilmesi… Peki bu şehir efsanesi çelişki nereden kaynaklanıyor? Metnin dikkatsizce yorumlanmasından…
Önce Levent Köker’in yazısında da alıntı yapılan paragrafı verelim:
Efendiler! Bu nazariyat-ı meşrutiyeti [kuvvetler ayrılığı -LK] bulan en büyük filozofların bu nazariyatı kurmak için çalıştıkları esasları tetebbu ettim. Bunlara nüfuz ettim. Benim gördüğüm şudur; düşünmüşler ve nasıl yapalım da bu kııvve-i müstebide o irade-i içtimaiye ve küliyenin dûnunda kalabilsin. Yahut sıfıra müncer olabilsin diyorlar. Ve buna muvaffak olamamak yüzünden büyük ve derin bir ıstırap duyuyorlar. J. J. Rousseau'yu baştan nihayete kadar okuyunuz. Ben bunu okuduğum vakit, hakikat olduğuna kail olduğum, bu kitap sahibinde iki esas gördüm. Birisi bu ıstırap, diğeri de cinnettir. Merak ettim. Ahval-i hususiyesini tetkik ettim, anladım ki: hakikaten bu adam mecnun idi. Ve hal-i cinnette bu eserini yazmıştır. Binaenaleyh; çok ve çok istinat ettiğimiz bu nazariye [kuvvetler ayrılığı -LK] böyle bir dimağın mahsulüdür.
Köşeli parantezler sonradan Levent Köker tarafından eklenmiş. Bir de alıntı metinde “irade-i içtimaiye ve küliye” değil, “irade-i içtimaiye ve milliye” olacak… İrade-i milliye Atatürk’ün hakimiyet-i milliye anlayışının omurgası…
Levent Köker’i yanılgıya düşüren husus bir paragrafı metnin bütününden ayırarak yorumlama çabası olsa gerek... Oysa metin bir bütün... Ve kuvvetler birliği ve kuvvetler ayrılığının tartışıldığı bir metin değil... Atatürk konuşmasında baştan sona güçler birliğinden yana… Metinde güçler ayrılığından bir kez söz ediliyor ve bunun bir aldatmaca olduğu söyleniyor. Şöyle diyor Atatürk: “Fakat milleti aldatmak için de bir kuvve-i teşriiye ve yine o kuvve-i icraiye ve kuvve-i müstebidenin tesirini tahfif için bir kuvvet daha. Kuvve-i adliye!”
Atatürk için hakimiyet tek bir şekilde tecelli ediyor. “O da hâkimiyetin sahibi olan insanların doğrudan doğruya bir araya gelerek teşriî, icraî ve adlî vezaifi bizzat ifa etmeleriyle mümkündür,” diyor. Rousseau’nun Toplumsal Sözleşmesi’nde belirttiği gibi…
Yukarıda kaydettiğim gibi 1 Aralık 1921 konuşması Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun gerekçesi olarak biliniyor. Daha doğrusu Atatürk’ün aşağıdaki risalesinde böyle deniyor. Atatürk’ün bu uzun konuşmasında tartıştığı konu “kuvvetler birliği-kuvvetler ayrılığı” değil. 1 Aralık 1921 konuşmasında esas çelişki “kuvve-i müstebide” ile “irade-i asliye-i milliye” arasındaki mücadele... İşte Büyük Millet Meclisi hükümetinin şekli olan “irade-i asliye-i milliye” “hakimiyet-i milliye”nin esası... Bir diğer deyişle “hükümet-i avam”. Halk hakimiyeti…
Levent Köker Atatürk’ten alıntılandırdığı metne gelişigüzel köşeli parantezler açarak “kuvvetler ayrılığı”nı oturtuyor. Metin çözümlemesini yanlış yapması sonucu Atatürk’ün “nazariyat-ı meşrutiyet” tanımlamasını “kuvvetler ayrılığı”na yoruyor…
Levent Köker’in alıntıladığı paragraftan bir önceki satırlar söyle: “Binaenaleyh, hükümet-i avam denilen, bu izah ettiğim nokta, bugün için ancak ve yalnız bizim şeklimizde kabil-i tecelli ve tatbiktir. Bundan başkası doğru değildir.” Yani ancak “güçler birliği”nin tecelli ve tatbik kabiliyeti olan rejimden söz ediyor Atatürk.
Bu satırın hemen ardından Levent Köker’in paragrafı geliyor: “Efendiler! Bu nazariyat-ı meşrutiyeti bulan en büyük filozoflar…”
Bu nazariyat hangi nazariyat? Bir öncesi paragrafın sonunda belirtilen “güçler birliği” nazariyatı. O nedenle Levent Köker’in köşeli parantez içerisine koyduğu [kuvvetler ayrılığı] nereden çıkıyor, bilemiyorum. Kuvvetler ayrılığı bu koca metinde tartışılan bir konu değil.
Nitekim izleyen satırlar da bir önceki paragraftaki sorunun çözümüne yönelik... “… en büyük filozofların bu nazariyatı kurmak için çalıştıkları esasları tetebbu ettim. Bunlara nüfuz ettim. Benim gördüğüm şudur; düşünmüşler ve nasıl yapalım da bu kuvve-i müstebide, o irade-i içtimaiye ve milliyenin [Levent yanlış olarak küliye diye yazmış] dûnunda (altında) kalabilsin. Yahut sıfıra müncer olabilsin diyorlar.” Yani bütün sorun “kuvve-i müstebide”ye ket vurmak. Bu da Türkiye örneğinde olduğu gibi TBMM’nin çatısı altında güçler birliğiyle sağlanıyor. Yani burada sorun müstebit gücü kontrol altına almak, yoksa “kuvvetler birliği ya da kuvvetler ayrılığı” değil.
Ve Atatürk devam ediyor: “Ve buna muvaffak olamamak yüzünden büyük ve derin bir ıstırap duyuyorlar.” Yalnız Rousseau değil, “irade-i müstebide”ye karşı olan bütün filozoflar bu ıstırabı duyuyorlar. Cümlenin gerisi şöyle: “Jean Jacques Rousseau'yu baştan nihayete kadar okuyunuz. Ben bunu okuduğum vakit, hakikat olduğuna kail olduğum …” Yani Rousseau’nun söylediklerinin hakikat, yani gerçek olduğuna aklım yattı diyor Atatürk. Ve böylece Atatürk Rousseau ile aynı fikri paylaştığını söylemiş oluyor.
Levent Köker’i yanıltan bundan sonraki satırlar: “... bu kitap sahibinde iki esas gördüm. Birisi bu ıstırap, diğeri de cinnettir. Merak ettim. Ahval-i hususiyesini tetkik ettim, anladım ki: hakikaten bu adam mecnun idi. Ve hal-i cinnette bu eserini yazmıştır. Binaenaleyh; çok ve çok istinat ettiğimiz bu nazariye böyle bir dimağın mahsulüdür.” Burada nazariyeye bir eleştiri yok; bir gerçeğin ortaya konması var. Rousseau cinnet geçirmiş olabilir, ama nazariye doğru… Rousseau’nun “mecnun” olduğu, “hal-i cinnet”te oluşu Atatürk’ün uydurduğu bir husus da değil. Rousseau ile ilgili biyografilerde sık sık gündeme getiriliyor. Rousseau’nun “hal-i cinnet”te oluşu genel literatürde zikredilen bir husus… Atatürk, istibdad-ı müstebidenin sınırlanamamasından kaynaklanan bir bunalımdan söz etmek istiyor. Bu tür bir bunalım insanı “mecnun” kılıyor.
Bu arada şunu belirtelim. Bu ünlü konuşmanın tashih görmüş metni 1922 yılında bir risale olarak yayımlanıyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Bir Hitabesi: Halkçılık, Halk Hükümeti ve Hakimiyet Bila Kayd u Şart Milletindir (1338-1340, Hakimiyet-i Milliye Matbaası, Ankara). Tashih görmüş metinde “mecnun” ve “hal-i cinnet” tamamen kaldırılmış durumda… Atatürk Meclis’teki zabıt kâtiplerinin tuttuklarını düzeltiyor. Şöyle bitiyor paragraf: “Jean Jacques Rousseau'yu baştan nihayete kadar okuyunuz! Ben bunu okuduğum vakit, hakikaten bu kitap sahibinde bu ıstırabı gördüm. Binaenaleyh çok ve çok istinat ettiğimiz bu nazariye de bundan ibarettir.”
Son satırdan da görüleceği gibi Atatürk Rousseau’nun bu nazariyesine “istinat” ediyor. Yoksa ona karşı değil…
Tashih görmüş metin bu kadar… Ne Rousseau mecnun, ne de hal-i cinnette… Metin doğru okunduğunda “istibdat-ı müstebide”ye karşı tek çözüm güçler birliği nazariyesi ve Rousseau da bu nazariyeyi kurma çabalayan bir filozof… Atatürk de bu nazariyeyi benimsiyor.
Levent Köker’in bundan sonra söyledikleri aynı minval üzerinde… Yazının sonlarına doğru Levent Köker şu satırlara yer veriyor: “Atatürk’ün Rousseau hakkındaki görüşleri, Zafer Toprak’ın ifadesiyle ‘[Rousseau’yu] hatmetmiş’ birisine hiç yakışmayacak ölçüde yanlış görüşler. İnsan, eserini hatmettiği, fikirlerini benimsediği birisine, ‘bunun bütün derdi egemenliği bölüp yok etmek, ben bunun özel hayatını da araştırdım, bu adam bir mecnundu, cinnet halinde bu eserlerini yazmıştır’ der mi, hiç!” Bu satırlar Levent Köker’in yorumları…
Tekrar ediyorum, alıntı metnin bir paragraf öncesi dikkatlice okunursa Atatürk’ün sözünü ettiği “nazariyat-ı meşrutiyet”, Levent Köker’in sandığı gibi “kuvvetler ayrılığı” değil, “bizim şeklimiz olan hükümet-i avam”, yani “kuvvetler birliği”… Yani müstebit gücün “irade-i içtimaiye ve irade-i milliye” ile alt edilme sorunu. Alıntının yapıldığı paragraftan bir önceki uzun paragraf baştan sona müstebid bir gücün sınırlanması üzerine… Bu müstebid de tek bir şekilde sınırlanabiliyor; o da “hükümet-i avam”la, “irade-i içtimaiye ve irade-i milliye” ile… Ve paragraf şu satırlarla bitiyor: "Binaenaleyh, hükümet-i avam denilen, bu izah ettiğim nokta, bugün için ancak ve yalnız bizim şeklimizde kabil-i tecelli ve tatbiktir. Bundan başkası doğru değildir.” Yani biz güçler birliğini uyguluyoruz, ve böylece müstebit bir hükümdar sınırlanmış oluyor. İşte bundan sonraki paragrafta “bu nazariyat-ı meşrutiyet” deniyor. Bu noktada Levent Köker, bu “nazariyat-ı meşrutiyet”i “güçler ayrımı”na yoruyor. Yok böyle bir şey… Söz konusu olan “irade-i içtimaiyye ve irade-i milliye” üzerine kurulu “hükümet-i avam”… O da “kuvvetler birliği” üzerine kurulu bir düzen…
Rousseau’nun çektiği ıstırap ise “irade-i içtimaiye ve milliye”nin, yani halkın iradesinin, “kuvve-i müstebide”in altında ezilmesinden kaynaklanıyor. Nasıl yapalım da bu müstebid gücü “sıfıra” düşürelim. İşte Rousseau’nun temel sorunu bu…
Evet, Osmanlıcaya hakim olmayan kişiler bu tür hataları sık sık yapıyorlar. Tavsiyem Levent Köker’in Osmanlıcayı “bir bilen”le birlikte metnin üzerinden geçmesi…
Levent Köker’in “tek parti apolojisi” polemiğine ise cevap verme gereği duymuyorum.
Tabii bu arada Levent Köker’in eleştirisi kitabın ilk beş sayfasında takılı kalmış durumda… Geride onu beş yüz küsur sayfa bekliyor. Ona iyi okumalar dilerim.