Birikim Güncel’de 13 Şubat’ta yayımlanmış olan “Atatürk’ün Tercihi ‘Kuvvetler Birliği’, Elhak Rousseau’nun da Öyle! O Zaman Atatürk Otomatikman Rousseaucu mu Oluyor?” başlıklı yazıma Zafer Toprak bir cevap yazdı ve benim “yaptığım eleştiriler konusunda yanıldığımı” söyledi. Zafer Toprak, 1970’lerden bu yana, çalışmalarından, verdiği eserlerden çok şey öğrendiğim, bu anlamda “hocam” saydığım, çok değerli bir tarihçi, bir bilim insanıdır. Kendisine eleştirilerime gösterdiği ilgisi, nezaketi ve buradaki konuda yanılanın ben olmadığımı vurgulama imkânı verdiği için müteşekkirim.
Hemen belirteyim, benim yazım Zafer Toprak’ın kitabının bir eleştirisi değildi. Bu tür bir eleştiriyi başka bir yazıya bıraktığımı şöyle ifade etmiştim: “Kitabın bütünlüklü bir değerlendirmesini başka bir yazıya bırakarak, burada ilk dikkatimi çeken ve önemli bulduğum bir hususa değinmekle yetineceğim.” Zafer Toprak’ın bana yönelttiği ve eleştirimin odaklandığı noktaların “son kertede gizil olarak Atatürk’ü ‘tezyif’ etmeye yönelik” olduğu ifadesine ise, hâşâ, ne diyeceğimi bilemedim! Biraz Mete Tunçay’ın “Atatürk’e Nasıl Bakmak” başlıklı makalesine yöneltilen emekli paşaların sözlerini çağrıştırdı bana.
Mete Hoca’nın o eleştirileri yanıtladığı “Atatürk Konusunda Yanıtlara Yanıt” yazısında değindiği ve benim de yazımda alıntıladığım bir noktaya Zafer Toprak itiraz ediyor: “El İnsaf… Bu satırları yazanlar Afet Hanım’ın doğum tarihini bilmiyorlar. Konuşma 1 Aralık 1921’de yapılıyor. Atatürk bu konuşmasında şerhlenmiş Mukavele-i İçtimaiye’ye konuşmasında defaatle yer veriyor. Hemen hemen Mukavele-i İçtimaiye’deki satırları tekrarlıyor. Afet Hanım ise o sıralarda İzmir’de herhalde kız rüştiyesine yeni girmiş, 13 yaşında bir çocuk… Afet Hanım’ın o yaşta kitabı şerhlemiş olması olanaksız.”
İlginç. Afet İnan kitaptaki şerhlerin kısmen kendisine ait olduğunu söylemiş, şerhlemeyi “o tarihte” yaptığını değil. Ayrıca Afet Hanım hiç işaret koymamış olsa, neden işaretlerin kısmen kendisine ait olduğunu söylesin. Yok, Afet Hanım böyle bir şey söylememişse, Dr. Cunbur -ki, herhalde Afet Hanım’ın doğum tarihini biliyordu- neden katalogda böyle bir not düşme gereğini duysun? El insaf, hakikaten!
Geçelim işin esasına. Zafer Toprak diyor ki: “Levent Köker Atatürk’ten alıntılandırdığı metne gelişigüzel köşeli parantezler açarak “kuvvetler ayrılığı”nı oturtuyor. Metin çözümlemesini yanlış yapması sonucu Atatürk’ün ‘nazariyat-ı meşrutiyet’ tanımlamasını ‘kuvvetler ayrılığı’na yoruyor… O nedenle Levent Köker’in köşeli parantez içerisine koyduğu [kuvvetler ayrılığı] nereden çıkıyor, bilemiyorum. Kuvvetler ayrılığı bu koca metinde tartışılan bir konu değil.”
Hayret! Aynı metni mi okuyoruz? Ben TBMM tutanaklarını takip ediyorum. Yazımda atıf da yapmıştım, TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: I, Cilt: 14, 1.12.1337 (1921) günlü “yüzyirminci içtima”. Benim takip ettiğim bu tutanaklarda “nazariyat-ı meşrûtiyet”, “tefriki kuva” ve “taksimi kuva” terimleri her zaman eşanlamlı olarak kullanılmakta ve bu terimler 436. ile 440. sayfalar arasında pek çok defa geçiyor. Atatürk diyor ki: “Nazariyatı meşrutiyet demek, tefriki kuva demektir. Kuvayı adliye, kuvayı teşriiye, kuvayı icraiyenin tefrikidir. Meşrutiyetin mevcudiyeti bu üç kuvvetin ayrı ayrı müstakilen idare edilmesine mütevakkıftır.” Kezâ yine diyor ki: “Bu kanun, nazariyei meşrutiyete istinad ettirilmiştir. Eğer müsaade buyurulursa eğer bundan da sarfınazar ederlerse onu da bırakacağım. Madem ki, nazariyatı meşrutiyete istinad ettirilen bir kanundur. Mutlaka nazariyatı meşrutiyette taksimi kuva vardır. Bunu inkâra mahal yoktur ve bunu tefsir etmek, nazariyenin anasırı asliyesi ve sairesi arasındaki irtibatı ve münesabatı bertaraf edemez... Nazariyatı meşrutiyeti vaz'eden vâzıı kanunlar kuvayı taksim etmekle bu çareyi bulmuşlardır.”
Burada “bu kanun” ile kastı, “meşrutiyet”i getiren Kanun-ı Esâsi. Yine bu minvalde diyor ki: “Halbuki maatteessüf bendenizce eski denilmesi lâzımgelen kitaplarda bu tefriki kuva vardır. Bu tefriki kuvanın validi olan bir nazariyei meşrutiyet vardır. Efendiler; ben size şimdi ispat edeceğim ki, meşrutiyet gayritabiî; gayrikanuni ve gayrimeşrudur.”
Örnekleri çoğaltabilirim. Zafer Toprak’ın “bu koca metinde tartışılan bir konu değil” dediği kuvvetler ayrılığını Atatürk sayfalar boyu tartışıyor. Amacı, Kanun-ı Esâsi (ve meşrutiyet) ile Teşkilât-ı Esâsiye Kânunu’nu mukayese ederek, kuvvetler ayrılığına dayanan ve kuvvetler ayrılığı getirerek istibdada son verme iddiasında olan “meşrutiyet”in bunu neden yapamadığını, yapamayacağını kanıtlamak ve bu yolla istibdada gerçekten son vermek için kuvvetler birliğinin gerektiğini izah etmek. Bunu da Osmanlı pratiğinin yanında, Kanun-ı Esâsi düzenini savunanlara karşı, “nazariyat-ı meşrutiyet” dediği kuvvetler ayrılığının teorisini yapan “büyük filozofları” çürüterek yapmak istiyor. Rousseau’yu da bu bağlamda kuvvetler ayrılığını savunanlar arasında sayıyor ve kuvvetler ayrılığı ile istibdadı önleyebileceğini zanneden bir mecnun diye niteliyor. Aman yanlış anlaşılmasın, Rousseau’da “hâl-i cinnet”in sebebi budur demiyor, hâl-i cinnette yazılmış bu tefriki kuvva saçmalığı demek istiyor (Oysa, “Rousseau halk hakimiyetini gerçekleştirip istibdâda son veremediği için ıstırap içindeydi” gibi bir espri de yapabilirdi!).
Bu nedenle, benim Toprak’ı eleştiren yazımda köşeli parantez içinde “kuvvetler ayrılığı” diye yazmam, tutanağın önceki sayfalarını takip etme imkânı olmayan okuyucuya bir hatırlatma niyetinin ifadesidir. Asıl Zafer Toprak’a sormak lazım, bu konuşma metninin neresinde Atatürk “nazariyei meşrutiyet” veya “nazariyat-ı meşrutiyet” terimlerini, kuvvetler ayrılığının zıddı olan “kuvvetler birliği” anlamında veya bu anlamla olumlu bir bağlantı içinde kullanıyor? Bu kadar “gelişigüzel” bir yorum olur mu?
Özetle Atatürk, 1 Aralık 1921 günkü TBMM konuşmasında Rousseau’yu ya yanlış anlamış ya da kuvvetler ayrılığını savunan başka düşünürlerle, galiba onların en ünlüsü olan Montesquieu ile karıştırmış. Cumhuriyet’in kurucu felsefesi, Atatürk’ün müstesna şahsiyetini tenzih ederek söylemek isterim ki, sonraki süreçte bundan çok daha karmakarışık bir hale evrilmiş vaziyette ama bu, kuşkusuz Atatürk’ün değil, ondan sonrakilerin sebep olduğu bir sonuç.