Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 2 Mart 2021 günü “İnsan Hakları Eylem Planı”nı açıkladı. Lakin açıklanan eylem planıyla fezaya bile gidilebileceğini iddia eden Barolar Birliği başkanı hariç, konuyla ilgili hemen hiç kimsenin eylem planının uygulanacağı ve sonuç getireceğine dair bir kanaati bulunmuyor. Eylem planının “inanılırlığı”[i] bir yandan süregiden ihlaller diğer yandan muhalefetteki milletvekilleri hakkında hazırlanan fezlekeler ve Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) açılan kapatma davası gibi nedenlerle neredeyse yok hükmünde. Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi çetelesini tutan raporlar eylem planı açıklanmadan önce hal-i pür sefaletimizi zaten açıkça ortaya koyuyordu. Son günlerde yaşanan gelişmeler -bir gece yarısı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi, HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi ve ardından bir polis müdahalesiyle TBMM’den çıkarılması- ortada bir eylemin olduğunu ama bunun kesinlikle insan haklarını güçlendirmeye yönelik değil, tam aksine insan haklarına karşı olduğunu açıkça gösteriyor.
Güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışmalarının yapıldığı bir ortamda, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesiyle birlikte parlamentoyu güçsüzleştiren bir adım daha atılmış oldu. Hükümetlerarası bir kuruluş olan Parlamentolar Arası Birlik (IPU) Demokrasi ve İnsan Hakları Komitesi’ne bir iş daha düştü. IPU uzunca bir süredir “Güçlü Parlamentolar” başlığı altında hakları ihlal edilen ve zor durumdaki parlamento üyelerinin izlemesini ve savunuculuğu yürütüyor. Türkiye IPU’nun vaka takibi yaptığı ve parlamenterlerin risk altında olduğu ülkeler sıralamasında 58 vakayla üçüncü (3.) sırada (140 vakayla Venezuela 1.; 92 vakayla Yemen 2.).[ii] Ömer Faruk Gergerlioğlu kararıyla muhtemelen 59’a çıkacak olan vaka sayısıyla yerini korumaya devam edeceğini söyleyebiliriz.
Yukarıdaki noktaların yanında milletvekilliğinin düşürülmesi “1990’lara geri mi dönüyoruz?” sorusunu tekrar gündeme getirdi. 1994’te Demokrasi Partisi (DEP) milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılıp, TBMM önünde gözaltına alınması kolektif hafızadan çağrılan imgelerden biri oldu. Ancak şunun altını çizmemiz gerekir ki söz konusu olan 1990’lara dönüş değil, anti demokratik uygulamaların bir sürekliliğidir. Bu nedenle günümüz Türkiye’sini 1990’lı yıllara dönüş referansıyla değil de, ilk anayasa ve parlamenter sistem deneyimlerimizden itibaren süregiden uygulamaların bir devamı olarak ele almak daha doğru olacaktır. Osmanlı Devleti’nin son dönemine, İttihat ve Terakki’nin hüküm sürdüğü II. Meşrutiyet dönemine uzanarak, söz konusu sürekliliği somut bir örnekle açıklamaya çalışayım.
II. Abdülhamit’in Anayasa’yı (Kanun-ı Esasi) askıya alması ve yaklaşık otuz yıllık bir baskı rejiminin (istibdat) ardından, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin başını çektiği muhalefetin “Yaşasın Hürriyet! Kahrolsun İstibdat” şiarıyla 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edilmesini sağlaması, Osmanlı Devleti’nde görece bir özgürlük ortamını da beraberinde getirmişti. Böylece farklı görüşlerin ifade edilebildiği çeşitli politik partiler ortaya çıkmıştı. Ancak çok zaman geçmeden İttihat ve Terakki iktidarın tek hakimi olmaya ve otoriter uygulamalarla, faili meçhul cinayetler de dahil şiddet kullanarak muhalefeti bastırmaya çalışmıştı. Bu nedenledir ki, II. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamında gerçekleşen 1908 Genel Seçimleri’nden sonraki genel seçim tarihe “sopalı seçim” olarak geçmiştir. II. Abdülhamit’in istibdat rejimi yerini İttihat ve Terakki’nin istibdat rejimine bırakmıştır.[iii]
İttihat ve Terakki’nin baskısına maruz kalan politik partilerden bir tanesi de Osmanlı Demokrat Fırkası’dır (Fırka-i İbad). Mecliste herhangi bir varlık göstermeyen Osmanlı Demokrat Fırkası, özellikle de İbrahim Hakkı Paşa kabinesi döneminde uğradığı baskılar nedeniyle yoğun tartışmalara neden olmuştur. Gazetelerini satan çocuklar dövülmüş, üyeleri işkenceden geçirilmiştir. Bunun üzerine Ahali Fırkası Reisi Gümülcine Mebusu İsmail Bey, partinin üyelerine yapılan işkenceler hakkında bir gensoru önergesi[iv] vermiştir. Konuyla ilgili olarak muhalefetin önde gelen isimlerinden Dersim Mebusu Lütfü Fikri Bey Meclis kürsüsüne işkencenin delillerini taşımayı başarmış ve Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:
Lütfi Fikri (Dersim Mebusu)- İşte efendim, bu ve emsali pek çok müthiş şeyler. Eğer anket parlmanter yapılmasına müsaade ederseniz, tamamen tezahür edecektir (ortaya çıkacaktır). Pek çok şeyler ispat olunacak. (Elindeki bir sopayı göstererek) Şu gördüğünüz kanlı sopanın da orada bu biçareler üzerinde kırılmış sopalardan olduğu anlaşılacak. (Bir kamçı irae ederek (göstererek)). Şu gördüğünüz kamçının da hapishanedeki memurinin kamçısı olduğunu ve bunun ile maznunların (sanıkların), size ispat ederim ki, dövüldüğü̈ meydana çıkacak.
Kezalik (keza, bunun gibi), efendiler, ispat edeceğiz ki, (Elinde bir zarf içindeki cismi irae ederek) şu gördüğünüz ufak şey, işkence edilen bir adamın parmağından düşmüş bir tırnaktır. Bu kadar kati ve sarih ithamların karşısında, zannederim ki, namuslu bir Kabine, anket parlmanterin aleyhinde bulunamaz. Alelhusus (özellikle), efendiler, şu sarih ithamla, Hükümete âtiyen (ileride) aleyhimizde kullanacak bir büyük silah vermiş oluruz.[v]
Dersim Mebusu Lütfi Fikri Bey’in muhaliflere yapılan işkenceler hakkında sunduğu kanıtlara rağmen, karşı sıralardan hemen itirazlar gelmiştir. İddialarının gerçek olmadığı, gösterdiği delillerin sahte olduğu ya da gerçek olduğunun ispatının mümkün olmadığı belirtilmiştir. Hararetli bir tartışma ve kavga gürültünün ardından gensoru reddedilmiştir. Tam adı Ömer Lütfi Fikri olan Dersim Mebusu Lütfi Fikri Bey politika tarihimizin gördüğü en renkli simalardan biri sayılmaktadır.[vi] II. Abdülhamit döneminde olduğu gibi, İttihat ve Terakki döneminde de baskılara maruz kalmıştır. Açtığı tüm gazeteler sıkı yönetim komutanlığınca kapatılmış ve komutanlığa götürülerek üstü örtük tehditler almıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) kurulmasından sonra da ilk olarak TBMM usullerini eleştirdiği için, ikincisinde ise hilafeti savunduğu için iki kez İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmıştır. Yakalandığı hastalık nedeniyle tedavi olmaya gittiği Paris’te vefat etmiştir.
Mebus olduğu dönemde insan haklarını, bireysel özgürlükleri, hukukun üstünlüğünü, kadınların oy verme hakkını, şeffaflığı savunan Dersim Mebusu Ömer Lütfi Fikri’nin Meclis-i Mebusan’da yaptığı konuşmanın üzerinden 110 küsur sene geçtikten sonra, bu sefer de HDP TBMM’de cezaevlerinde gerçekleşen hak ihlallerinin, özellikle de “çıplak arama” uygulamalarının araştırılması amacıyla bir Meclis araştırma önergesi[vii] sundu. Araştırma önergesi AKP ve MHP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi. TBMM’de Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu şu konuşmayı yaptı:
ÖMER FARUK GERGERLİOĞLU (Kocaeli) – (…) Bakın, halkın vicdanı konuşuyor. Burada eski ve yeni milletvekillerinin ne dediğini duyuyorsunuz. Hiç kimse itiraz etmesin. Ben size kamu vicdanından, binlerce kişiden örnekler vereceğim.
Bakın, “Vekilim, Çankırı Cezaevinde tutuklandığımız gün, girişte kıyafet teslim ederken arama yaptıklarında ‘Ben müsait değilim, âdetliyim, ne olur.’ dememe rağmen çıplak aramaya, ‘Otur, kalk!’ muamelesine maruz kaldım, ‘Rutin uygulama’ dendi.” diyor.
“Vekilim, Muğla Cezaevine girerken çıplak arama yaptılar. Rutin bir işlem değildi, aynı gardiyanların içeriye soktuğu koğuş arkadaşlarıma yapmamışlardı. Tutuklandığımda ağlamamıştım ama iç çamaşırıma kadar çıkarttırıp ‘Çök, kalk!’ yaptırdıklarında gözlerim doldu.”
“Benim de 3,5 yaşında bir kızım var, babası içerdeyken dünyaya geldi. Kızım bezden çıkana kadar her görüşte o bez açılıp içine bakıldı.”
(…) Devam ediyoruz. Bir başkası, bakın: “Vekilim, oğlum 3,5 yaşında idi, babası gidince iyice bana bağlandı, aramadan geçerken ‘Benim yanımda arayın.’ dememe rağmen 3,5 yaşındaki çocuğu ayrı yerde aradılar. ‘Anne, pantolonumun içine baktılar.’ diyerek oğlum, aylarca kakasını altına yaptı. Bu zulüm yetti artık.” diyor.
Dün, Hüseyin Yayman, “Bakın, cezaevi raporlarında çıplak arama yok.” dedi. Baktım, olduğunu biliyordum ve ikisinde de Diyarbakır, Elâzığ Cezaevi raporlarında var çıplak arama. Bakırköy, Silivri Cezaevi raporlarında var çünkü o cezaevlerine ben de gittim; biliyorum, yüzlerce binlerce mahpusla konuştuk biz, burada bir şeyleri reddederek bir yere varamazsınız arkadaşlar.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)[viii]
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun TBMM’deki konuşmasının ardından AKP milletvekilleri itiraz ettiler. Karşılıklı konuşmalar, atışmalar, tartışmalar derken Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği bu konuşmadan yaklaşık üç ay sonra gayri meşru bir şekilde düşürüldü. Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılmış olması şimdilik en büyük tesellimiz. Bir siyasetçi, bir tıp doktoru ve bir insan hakları savunucusu olarak Ömer Faruk Gergerlioğlu, hükümet yanlısı bir grup hüküm sürmeden önce Mazlum-Der genel başkanlığı yaptı. Bu dönemde Türkiye’deki dinî azınlıkların hakları, işkencenin önlenmesi, ifade özgürlüğü gibi pek çok konuda aktif bir mücadele yürüttü, 28 Şubat’ın karanlık dönemlerinde başörtüsü yasağına karşı çıktı, Ergenekon, Balyoz gibi davalarda hasta tutukluların hakları için çaba harcadı. Kısacası her dönem rüzgârın estiği yöne değil, tersine koştu. Ardından 15 Temmuz darbe girişiminden sonra KHK’lı oldu. Hem kendisi hem de diğer KHK’lılar için mücadele etti. Mücadelesini milletvekili olduktan sonra sürdürdü. LGBTİ+’lara destek verdi. Kürt sorununun barışçıl çözümü için çaba harcadı. İnsan hakları ihlallerini Meclis kürsünde dile getirdi. Halen insan haklarını, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, barışı savunmaya devam ediyor.
Gelinen noktada Tarık Zafer Tunaya’nın İttihat ve Terakki için yerinde bir şekilde sorduğu ve cevap aradığı şu soruyu hatırlamakta fayda var: “Nasıl olmuştur da hürriyet savaşının şampiyonu sayılan bir parti siyasi iktidarın bütününü nefsinde toplayarak mutlak bir hâkimiyet kurmuş ve istibdadı geri getirmiştir?”[ix] Bu soru düne ait olmakla birlikte bugünün iktidarı için de geçerliliğini koruyor. Ama sadece bugünün iktidarı için değil, Cumhuriyeti ilan eden kurucu parti Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), çok partili hayata geçtikten sonra 1950’lilerin ikinci yarısından itibaren Demokrat Parti (DP), 1960’ların Adalet Partisi (AP) ve 1970’lerin Milliyetçi Cephe hükümetleri, 1980’lerin Anavatan Partisi, 1990’ların koalisyonları, olağanüstü hal uygulamaları derken liste uzuyor. Kısacası, söz konusu olan bir tür geriye dönüş değil, bir üst evreye, totaliterizm yörüngesine girmiş otoriter bir sürekliliktir.[x]. Bu nedenledir ki, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi ve HDP’ye açılan kapatma davasını, parlamenter demokrasiye “tekrar eden bir diğer darbe”[xi] olarak nitelemesi son derece yerindedir.
Hak ve hukuk mücadelesi bir uzlaşmaya dayanır. Ama politik liderlerin, üstelik “seçilmiş” liderlerin çıkıp “ben üst mahkeme kararlarına, uluslararası sözleşmelere saygı duymuyorum, bu kararlar, sözleşmeler beni bağlamaz, şahsımın kendine münhasır kanunları var” demeye cüret ettiği bir ortamda ne yapılmalıdır? Daha doğrusu ne yapılabilir? Ezberimizdeki yaklaşımlarla bunun üstesinden gelemeyeceğimiz çok açık. Bu nedenle toplumsal hareketler ve politika arasında yeniden ve yeni bir bağ kurulması gerektiğinin önemi bir kez daha tüm ağırlığı ile karşımızda duruyor. Ama nasıl? Örneğin kadın hareketinin, çevre hareketinin deneyimlerinden faydalanabiliriz. Ama yeterli değil. Zira hayatın gündelik akışı içinde üzerinde düşünüp eylemde bulunmamız gereken, ama nedense hareketsiz kaldığımız pek çok konu var. Yurttaşların, üstelik sınır aşan bir şekilde, süreçlere nasıl dahil olabileceğinin yollarını bulmak zorundayız. Burada muhalefetteki politik partilere kuşkusuz büyük bir rol düşüyor. Bildiklerini bir kenara koyarak, birlikte nasıl hareket edilebileceğinin üzerine ve yine yurttaşlarla birlikte düşünmeleri gerekiyor. Zira partilerin kapatılması, dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla kendileri “seçilme haklarını” kaybederken, haklarında “bela okunan” milyonlarca seçmen de “seçme haklarını”, yani dahil olma, katılma, söz söyleme, fikirlerini, taleplerini dile getirme haklarını kaybetmiş oluyor. Yurttaşları işin içine dahil etmeyerek atılan her adım nafile olacak gibi. Hukuki yollar kullanılırken bile bu milyonlarla birlikte olmalı, birlikte planlanmalı ve yapılmalı. Alanlara çıkılacaksa bile, bekçi Murtaza efendilerin hışmına uğradan çıkmanın bir hal çaresini bulmak durumundayız. Kısacası birlikte düşünmeye, konuşup ve eylemeye başlasak güzel olacak. En azından her şey olmasa bile bağzı şeyler daha güzel olabilir.
[i] Şirin Erensoy, “This Week in Turkey (208): with Rıza Türmen on the Human Rights Action Plan”, medyascope.tv, 5 Mart 2021, <http://bit.ly/2P9OdCu>
[ii] Inter-Parliamentary Union, Committee on the Human Rights of Parliamentarians, Committee on the Human Rights of Parliamentarians, <http://bit.ly/3tJT78t>
[iii] II. Meşrutiyet’in ilanı ve yaşanan politik gelişmeler hakkında son derece detaylı incelemeler mevcuttur. Bunların başında kuşkusuz ki Tarık Zafer Tunaya’nın çalışmaları gelmektedir: Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İlanı (İkinci Meşrutiyetin Siyasi Hayatına Bakışlar), Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., Temmuz 1998, s. 24-27; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, Cilt-I İkinci Meşrutiyet Dönemi, Hürriyet Vakfı Yayınları, Ocak 1988, 2. Baskı, İstanbul, s. 173-174; Ayrıca Aykut Kansu’nun çalışmalarını da burada anmak gerekir: Aykut Kansu, 1908 Devrimi, İletişim Yayınları, 3. Baskı, 2002, İstanbul, s. 143; Aykut Kansu, 1908 Devrimi’ni Anlamaya Çalışmak, Toplumsal Tarih Dergisi’nin 175. sayısından aktaran Bianet, 5 Temmuz 2008, <http://bit.ly/3r1vm9R>. Son olarak Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin farklı yazarlarca ele alınıp incelendiği iki detaylı çalışmaya da değinmek gerekir. Bunlardan ilki Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi’dir( İletişim Yayınları, 1985, İstanbul): Özellikle bkz. Alpay Kabacalı, “Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde Sansür”, 3. Cilt, s. 65 ve Orhan Koloğlu, “Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi”, 1. Cilt, s. 91. Doç. Dr. Sina Akşin, “İttihat ve Terakki”, 5. Cilt, s. 1421-1435. Son olarak Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (Ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, İletişim Yayınları, 8. Baskı, 2009, İstanbul) başlık çalışmayı da anmakta fayda vardır: Suavi Aydın, “İki İttihat-Terakki: İki Ayrı Siyaset İki Ayrı Zihniyet”, s. 117-128.
[iv] Meclis tutanaklarına Fransızcasının Türkçeleştirilmiş hali olarak “anket parlmanter” (Fr. enquête parlementaire) olarak geçmektedir.
[v] Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (Tutanak Dergisi), Devre: 1, Cilt: 1, İçtima Senesi: 3, Yirminci İnikad (oturum, birleşim), 18 Kânunuevvel (Aralık) 1326 Cumartesi (31 Aralık 1910 Cumartesi- Miladi), s. 723, TBMM Kütüphanesi, <https://bit.ly/3rdxGuu>. Metni daha anlaşılır kılmak için bazı kavramların parantez içinde günümüz Türkçesiyle yazılan karşılıkları bana aittir (Hakan Ataman). Söz konusu döneme dair işkenceler hakkında ayrıca bkz. Taner Akçam, Siyasi Kültürümüzde Zulüm ve İşkence, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Nisan 1992, İstanbul, s. 318-319.
[vi] Tarık Zafer Tunaya, İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa, İstanbul, 1988, s. 194; Harun Tuncer, Bir Müzmin Muhalif ya da Karışan Ömer Lütfiler, Yedi Kıta, Ocak 2014, s. 56, <http://bit.ly/3vTCBEO>
[vii] https://www2.tbmm.gov.tr/d27/10/10-795061gen.pdf
[viii] Türkiye Büyük Millet Meclisi, Tutanak Dergisi, 37’nci Birleşim, 23 Aralık 2020 Çarşamba (TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı tarafından hazırlanan bu Tutanak Dergisi’nde yer alan ve kâtip üyeler tarafından okunmuş bulunan her tür belge ile konuşmacılar tarafından ifade edilmiş ve tırnak içinde belirtilmiş alıntı sözler aslına uygun olarak yazılmıştır.) Yedinci Oturum, Açılma Saati: 21.3, Başkan: Başkan Vekili Süreyya Sadi Bilgiç, Kâtip Üyeler: Mustafa Açıkgöz (Nevşehir), Sibel Özdemir (İstanbul), <https://bit.ly/3s7C1AR>
[ix] Tarık Zafer Tunaya, “Hürriyetin İlanı”, a.g.e, s. 31.
[x] Bu konuda bkz. Ahmet İnsel, “Otoritarizmin Sürekliliği”, Birikim, 125-126 - Eylül/Ekim 1999, < http://bit.ly/3rmt6KR>; Ahmet Çiğdem, “Otoriter Süreklilik”, Birikim, 125-126 - Eylül/Ekim 1999, < http://bit.ly/3rfcYL1>; İrfan Aktan (söyleşi), “Nilgün Toker: HDP sadece Kürt partisi olsa bu kadar tehditkâr görülmezdi”, 20 Mart 2021, <http://bit.ly/2NLQT9a>.
[xi] “Stripping Turkish MP’s mandate is another blow to parliamentary democracy, say PACE monitors”, PACE, 18 Mart 2021, <http://bit.ly/31795wY>