Zulüm ve haksızlığa karşı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne müracaat edildiğinde istenilen sonuçların alınamayışının ve devletlerin yasal kıskaçlarına mahkûm kalınmasının esas nedeni, bu bildirgenin metafizik saiklarla hareket etmesi ve devletlerin vatandaş olan veya olmayan insanlara dair bu saiklardan doğan yorumlarını olumlaması olmasın? Bu bildirgeye göre, bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar, akıl ve vicdan sahibidirler; lakin eylemleri, yurttaşı oldukları devletin ahlâk, kamu düzeni ve refah tasavvuruyla ve bu bağlamda da yasalarla sınırlandırılır.* Yani kısacası, bir insanın hangi şartlarda özgür ve onurlu olabileceği, devletlerin ideolojisine, güvenlik algısına bağlıdır. Stephen C. Angle’ın[1] kitabında alıntıladığı, 1993 Haziran’ında Liu Huaqiu’nun Çin heyeti başkanı olarak Viyana’da Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'ndaki sözleri, tam da bu bağlantıyı ortaya koyar niteliktedir. Şöyle der Liu Huaqiu konuşmasında:
İnsan hakları kavramı, tarihsel gelişimin bir ürünüdür. Belirli sosyal, politik ve ekonomik koşullarla ve de ülkelerin bizatihi tarihleri, kültürleri ve değerleri ile yakından ilişkilidir. Farklı tarihsel gelişim aşamalarında farklı insan hakları gereksinimleri vardır. Farklı gelişim aşamalarındaki ülkeler veya farklı tarihsel gelenekleri ve kültürel geçmişleri olan ülkeler de farklı insan hakları anlayışına ve uygulamalarına sahiptir. Bu nedenle insan hakları, ülkeler için uygun bir standart ve model olarak düşünülmemeli ve tüm ülkelerden bu haklara uymaları talep edilmemelidir.
Benzer bir retoriği, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, İnsan Hakları Eylem Planı’nı açıklarken yaptığı konuşmasında da izleyebilmek mümkündür. Zira Erdoğan’ın konuşmasındaki kimi ifadeler şu şekildedir:
… İşte bunun için bizim adalet davamızın pusulası insandır, insan onurudur, insanın sahip olduğu tüm haklarıyla hayatını sürdürebilmesidir… Ne uluslararası belgelerin kayıtsız şartsız kopyalanmasından yanayız ne de insanlığın evrensel kazanımlarına bigane kalmak gibi bir düşünceye sahibiz. Biz bugüne kadar tüm reformları, falan kuruluş dayattığı, filan teşkilat talep ettiği için değil, milletimiz bunlara layık olduğu için gerçekleştirdik. İnsan Hakları Eylem Planı'nın hazırlığında da asıl belirleyici, milletimizin ihtiyaç ve talepleri olmuştur. Her reform, daha özgürlükçü, daha katılımcı, daha çoğulcu demokrasiye ulaşma konusunda milletimizle aramızdaki duygu ve düşünce birliğinin eseriydi, İnsan Hakları Eylem Planı da böyledir.
Peki, nedir bu “haklı” yorumlara sebebiyet veren? Ernst Block, insanı “doğuştan” özgür, onurlu ve eşit varsayan yaklaşımların savunulabilir olmadığını söyler. Böyle kabul edildiğinde, ortada “verili bir adalet” olacaktır ve “aşağıdan” yürütülecek adalet mücadelesi tasavvur edilemeyecektir. Bu tarz aktarımlar insanı, haklarını eyleyerek kazanan olarak kabul etmez; onu, yasanın nesnesi durumuna getirir. Maddeci bir metafiziği savunan Block'a göre, “yaradılıştan gelen haklar yoktur, bunların edinilmiş olması ya da mücadeleyle edinilmiş olması gerekir; başı dik duruş, kazanılması gereken bir şeydir”.[2] Yasanın nesnesi olan insan, devletin ideolojik konumlanışı doğrultusunda, bu ideolojinin giydirildiği bir bedendir; böylelikle, kimliklerin psikolojik devamlılıkları bölünür, tarih ve kültürel algı ikame edilir. Kendi meşruiyetini, kanaatlerden doğru metafizik olarak kurgulayan ideolojiler, Saffet Murat Tura'nın da belirtti üzere[3] tarih şuuru, ötekiler fikri, dünyanın “ne”liğine dair bir tür doktrin ve bir yaşam biçimi oluşturma adına ortaklaşırlar. İnsanların doğuştan sahip olduğu savunulan hakları da, bu kurgulara tabidir. Burada politik beden (corpus politicum), amaç kavramından hareketle, devlet ideolojisi tarafından yeniden oluşturulur. Kamusal olanın nasıl görünür olacağına dair hakikat önermeleri, her türlü direnci reddeder. Heidegger’den doğru bakarsak, metafizik dilinin diktiği bariyerler, öznellikten vazgeçilmesine ve “varlık”tan yoksun kalınmasına neden olur.
Habermas, insan hakları bildirgelerinin, doğal hukukun pozitifleşmesi anlamına geldiğini belirtir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin, Block'tan doğru bakarsak, hukuka “doğal koşul” atfettiğini söyleyebiliriz. Örneğin tüm insanların doğuştan özgür, onur, akıl ve vicdan sahibi oldukları ve kardeşlik bağlarıyla bağlı oldukları ifadesi; bu ebedi insan tabiatının, homojen ve tarih üstü bir altkatman yaratılarak yasalara tabi kılınmasına ve böylelikle sözde özgürlüğünün ve de güvenliğinin sağlanmasına, nihayetinde ise yasaların “nesnesini” kaybetmesine evirilen tümdengelimsel bir yaklaşımın sonucudur. Zaten “evrensellik” fikri de, böyle bir tümdengelime hizmet eder; her halükarda Achille Mbembe'nin de değindiği üzere, “evrensellik fikri, daha önceden tesis edilmiş bir şeye veya bir entiteye dâhil olmayı gerektirir”[4] ki tam da bu nedenle, evrensel ve yerel olan arasındaki çatışma kaçınılmazdır. Evrensel bir etik yaklaşımı, insan tabiatına dair bir doktrin olmadan kabul edilemez. Bu ilişkisellik, Richard Rorty'nin insan haklarının metafiziksel tabiatına yönelttiği eleştirinin ve ironiyi öncelleyişinin, “birlik” adına topluluklara giydirilmiş metafizik “doğruları” sorgulayışının da temel gerekçesidir.
Mithat Sancar'a göre, “insan haklarının pozitif hukukun üstünde yer aldığı tezinin felsefi temellendirmesinde doğal hukuk kadim bir kaynaktır”.[5] Bu kaynaktan feyiz alan Rousseau'nun toplum sözleşmesi de benzer bir algıyla oluşturulmuştur ki Türkiye bağlamında, Barış Ünlü'nün tabiriyle Türklük Sözleşmesi de… Hareket ettiği evrensel normlar ve bu bağlamda yerelde yurttaşın devlet kanaatleriyle yeniden yorum-oluşuyla İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Türkiye yurttaşlarının, Türklük Sözleşmesi'ne tabi kılınmasını kolaylaştırmıştır denilebilir. Bahsettiğim husus, Türkiye'nin 1949'da İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne imza atması dolayısıyla, her 10 Aralık günü gazetelerde yer bulan köşe yazılarıyla da görünür halde. 10 Aralık 1949'da, bildirgesinin birinci yılı vesilesiyle kaleme alınan yazılardan biri, devletin insan hakları meselesine yaklaşımını hayli yerinde ifade eder; Son Posta gazetesinde 10 Aralık 1949'da baş sayfada, ''İnsan Hakları Günü Münasebetiyle'' başlıklı bir yazı kaleme alan Selim Ragıp Emeç, yazısında, bu bildirgenin gayesinin, “mümkün olabildiği kadar geniş insan kütlelerini, demokratik bir inanç sembolü etrafında toplamak” olduğunu dile getirir. Cumhuriyet Türkiyesi'nde bu inanç sembolü elbette ki Türklük ve Müslümanlıkta vücut bulur. İnsan onurunu, özgürlüğünü, haklarını korumanın yolu, akıl ve vicdan ile temellendirilmiş Türklük Sözleşmesi'ni payidar kılmak, böylelikle kamusal ahlâkı, düzeni ve refahı mümkün eylemek, karşı çıkanları da insan hakları uğruna cezalandırmaktır.
Metafizik temellere dayanan ve Tanıl Bora'nın da değindiği üzere, halihazırda etno-merkezci bir Türk'ün insan hakları programı halinde bulunan, “insan” denilince “Türk insanı”nın anlaşıldığı, sıfatı başka olan veya sıfatsız olan insanlardan “daha insan”[6] kabul edildiği Türklük Sözleşmesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile onaylanmıştır denilebilir. Bu bağlamda “insan”a yapılacak göndermeler bizi, Jacques Ranciere'den doğru bakarsak, “nüfusun şu ya da bu kısmının yurttaşlıktan dışlanmasına ya da yurttaş eşitliği kuralından kolektif yaşamın şu ya da bu alanının çıkarılmasına”[7] götürecektir. “Egemen halk” retoriği de, doğuştan devlet ideolojisinin giydirildiği ve metafizik kurguyla dünyaya gelen, böylelikle insan olmanın gerektirdiği haklara kavuşabilen kitleye tekabül eder. Emilio Gentile'nin yorumuyla, “'egemen halk'a ait olan insanın fiziki bedeni, devletin yurttaşlarının yaşayan nüfusuyla, mistik bedeni ise ulusla özdeşleştirilerek tanımlanır”.[8] Bu bağlamda gündeme gelecek “demokratik toplum” tartışmaları da, Ranciere'nin ifade ettiği üzere, “iyi yönetime ilişkin şu ya da bu ilkeyi desteklemek için ortaya konmuş bir fantezi resminden” başka bir şey değildir.[9] Böylelikle âdeta, Marcel Gauchet'in tabiriyle, yurttaşını arayan demokrasiler hasıl olacaktır ki oluyor da…
Ülkemizde Mart 2021 yılında ilan edilen İnsan Hakları Eylem Planı da, yukarıda bahsettiğim metafizik temellerden feyiz alan ve pozitif hukuku doğal hukuk içerisinde tanımlayan bir plandır. Belirtmek gerekir ki bu plan, ortaya koyduğu amaçlar bağlamında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile çatışmaz ve hatta bize, bu evrensel bildirgenin, eylemde nasıl bir forma bürünebileceğini gösterir. Şöyle yazar İnsan Hakları Eylem Planı'nda, “... hukuk devleti, doğası ve tanımı gereği temeline insan haklarını koymaktadır. Bu temel üzerinde yükselen tüm kamusal faaliyetlerde insan onuru, devlet yönetiminin doğruluğunu ve hukuk kurallarının adalete uygunluğunu ölçmenin en temel aracı olacaktır. Mevzuat çalışmalarının gerisindeki motivasyon, yürütme faaliyetine ayna tutan hakikat ve yargıya güveni sağlayan mihenk, insan onurudur. İnsanı, insan olma onurunu, insanın doğuştan gelen haklarını merkezine almayan her görüş, her politika ve her sistem noksan ve malul olacaktır”.[10] İnsan hakları ihlallerinin bu eylem planına rağmen devam ettiğini söyleyenlerin, Avrupa Konseyi tarafından verilen uzmanlık desteği ile hazırlanan bu planda, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile çakışan bir nokta bulunmadığını ve sorunun, bu bildirgenin kendisine içkin olduğunu göz önüne almaları gerekir.
Marcel Gauchet, yeni bir”insan hakları insan” doğduğunu ve onun, 1789'da ortaya çıkan atasıyla tek ortak noktasının, sahip olduğu isim olduğunu yazar ve şöyle der:
Bu son mahsul, selefinin varlığını etkisiz hale getirmiş olan karşıtlığı kolayca bir uzlaşmaya dönüştürür. O, toplum içinde ayrı bir bireydir, hem topluma aittir, hem de toplumdan bütünüyle bağımsızdır. O doğal durumdaki atomdur, fakat benzerleri arasındaki yerini alır. Bu şekilde insanların bir aradalığı içinde, toplum ve birey arasındaki ayrılık, soyut düzlemde, zararsızca gerçekleşebilir. İşte bu işlev sayesinde, bir kopuş yaşanmaksızın, hatta yapılan şeyin açık bir şekilde bilincine bile varmaksızın, insan haklarının en geniş ve kurucu yorumuna geri dönmek mümkün olabilir.[11]
Gayet ütopik olarak addedebileceğimiz Gauchet'in bu ifadelerinin vücut bulabilmesi için, ulusal ve uluslararası düzlemdeki kurucu metinlerin yeniden gözden geçirilmesinde fayda var. Referans noktası olarak alınacak metinlerin kendi kendilerini yok ediyor oluşları, toplulukların bu metinleri kendi üst-yorumlarıyla yeniden kurgulamalarına olanak tanır ki benzer tavrı, ülke hükümetlerinin insan hakları meselesi doğrultusunda geliştirdikleri eylem planlarından da okumak mümkündür.
* İnsan Hakları Bildirgesi’nin 29. maddenin 2. şıkkı, bu bağlamda bir hareket noktasıdır. Her ne kadar metnin 30. maddesinde “Bu Bildirgenin hiçbir hükmü, herhangi bir Devlet, grup ya da kişiye, burada belirtilen hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan herhangi bir etkinlikte ve eylemde bulunma hakkı verecek şekilde yorumlanamaz” yazıyor olsa da, 29. maddenin 2. şıkkındaki “Herkes, hak ve özgürlüklerini kullanırken, ancak başkalarının hak ve özgürlüklerinin gereğince tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması ile demokratik bir toplumdaki ahlak, kamu düzeni ve genel refahın adil gerekliliklerinin karşılanması amacıyla, yasayla belirlenmiş sınırlamalarla bağlı olabilir” ifadesiyle, bireyler, mensup oldukları devletlerin ideolojik insaflarına terk edilirler.
[1] Stephen C. Angle, 2003, Human Rights and Chinese Thought: A Cross- Cultural Inquiry, Cambridge University Press, s. 1.
[2] Ernst Bloch, 2013, “Marksizm ve Doğal Hukuk”, çev. Serhat Öztopbaş, Defter Dergisi, sayı 40, s. 126.
[3] Saffet Murat Tura, 2013, “Türk ve Müslüman Olmak”, Defter Dergisi, sayı 34, s. 143.
[4] Achille Mbembe, 2020, Düşmanlık Politikaları, çev. Ayşen Gür, 2. baskı, İletişim Yayınları, s. 59.
[5] Mithat Sancar, 2020, Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti, 9. baskı, İletişim Yayınları, s. 105.
[6] Tanıl Bora, 2017, Medeniyet Kaybı, 6. baskı, İletişim Yayınları, s. 67.
[7] Jacques Ranciere, 2020, Demokrasi Nefreti, çev. Utku Özmakas, 4. baskı, İletişim Yayınları, s. 68.
[8] Emilio Gentile, 2019, ‘’Demokraside Halk Her Zaman Egemendir’’ (Yalan!), 2. baskı, İletişim Yayınları, s. 102.
[9] Ranciere, a.g.e., s. 60.
[10] “İnsan Hakları Eylem Planı”, Mart 2021, s. 6.
[11] Marcel Gauchet, 2013, Yurttaşını Arayan Demokrasi, s. 168.