Eleştirmensiz Eleştiri (I): Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa

Tanpınar “Tenkit İhtiyacı” başlıklı yazısında eleştirinin “Garp”tan ithal edilirken bize “eleştirmensiz” olarak geldiğini söyler, eleştirinin bizde oturmayışını gerçek anlamda bir eleştirmenin olmayışına bağlar; Nurullah Ataç’ı kısmen tenzih eder, ama özlemini duyduğu o derinlikli analizler kovalayan eleştirmenin Ataç olmadığını da belirtmeyi ihmal etmez.[1] Tanpınar’ın yakındığı eleştirmen yoksunluğunun bugüne değin süregeldiğini söyleyemeyiz, ama eleştirinin bizdeki başlangıç evresi, bir anlamda temeli hakkında apaçık bir bilgi verdiği ortada. Peki sahiden böyle mi; Cumhuriyet’e varan zaman diliminde kendini eleştiriye hasretmiş bir eleştirmenimiz yok mu? Bizde eleştirinin ilkin “muaheze” (=azarlama) olarak algılandığı, yer ettiği doğru, ama kendini bu muaheze-münakaşa-polemik curcunasından özerk tutmayı başarabilmiş eleştirmenimiz olmadı mı? Tanpınar yanılıyor olamaz mı? Yazı bir yanıyla bu sorularla meşgul olacak.

Çiğlik değil de bir hamlık var sözgelimi; Tanpınar’ın sözünü ettiği şey de bu değil miydi zaten, yazının neşredildiği tarihe, 1940’lı yıllara kadar edebî eleştirinin bizdeki hamlığına, öznel kanaatlerden, kalem kavgalarından sıyrılamayıp olgunlaşamadığına dikkat çekiyordu. Pek de haksız sayamayız bu konuda Tanpınar’ı, çünkü eleştirinin roman gibi “Garp”tan ithal edilen türlerin izleğinden, aldığı biçimden başka, özgül bir seyir izlemediğini, diğer türlerin yazgısından bağımsız düşünmemize, değerlendirmemize zemin teşkil edecek ayırıcı bir özelliğinin olmadığını görüyoruz. Eleştirinin bizdeki ilk evresini ve onu tezcanlı düşüncelerini dile getirebildikleri bir araç belleyen edebiyatçıları halef-selef ilişkisi gözeterek bir bütünün içinde ele almayı, Namık Kemal’den Ali Kemal’e ortak düşünsel refleksleri olan ilk eleştirmenlerimize bu yolla yaklaşmayı deneyeceğim; tabii “belli yerlerde” yoğunlaşarak.

Tanzimat henüz ilan edilmeden önce açılan Tercüme Odalarında yetişmiş bir aydınlar topluluğundan söz ediyoruz; her biri devletin hesaplı inayeti dolayısıyla eğitim gören, öğrenimlerini devlete borçlu oldukları duygusu ve bilinciyle yetişen birer Osmanlı, Müslüman aydındır. O halde devlet görgüsünün rahle-i tedrisatından geçen Osmanlı aydınının Avrupa ile kurduğu düşünsel ilişkisindeki niyetinin, daha geniş manada meselesinin ne olduğunu oğulun babaya duyduğu minnet duygusu gibi devlete olan bağlılığında aramamız gerekiyor.

Zihinlerine âdeta iltisak etmiş “doğru”ları dikkate alarak bir açımlama yapmak durumundayız; örneğin Tanzimat devri Osmanlı aydınının benliğinde, düşünce dünyasında devletin telkin ettiği hakikatin rolü neydi? Batılılaşma atılımlarının, sürgün cezasına mahkûm edilmek pahasına yenilikçi atılganlıklarının devletin telkin ettiği içgüdüden nemalandığını söyleyeceğim ben. Zihinlerinde nüvelenen “medenileşme” düşüncesi, devletin onları yetiştirirkenki niyetiyle örtüşür, çağdaşlaşmayı kendini din-i İslâm’ın yıkılmaz kalesi olarak gören devletin bekası için gerekli bir payanda kabul ederler.[2] Şu sözler Ahmet Mithat’ın: “Tedeyyün (dine bağlılık) denilen emr-i celilin (yüce emrin) temeddün (medenileşme) denilen diğer emr-i celil ile o kadar münasebeti vardır ki zahirdeki suret-i telaffuz ve imlalardaki müşabehetlerinden (benzerliklerinden) pek çok ziyade olmak üzere bunlar hakikatte yekdiğerinin hemen lazım ve melzumu gibidirler.”[3] Aynı bilinç Ahmet Mithat’tan önce yazı hayatına atılan Şinasi’nin, Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in zihninde de hüküm sürüyordu; Şinasi’nin “Hak yol aramak vâcibedir akl-ı selîme / Tevfîkini isterse Hüdâ râhber eyler” beyti bu bilincin bir emaresidir bence.

İsmail Habib Sevük’ün her yeniliğin “baba”sı ilan etmesiyle her şeyin ilk devinimini Şinasi’de aramak gibi bir âdetimiz var. Eleştiri ve bir eleştirmen olarak kabul edip etmeme konusunda bu ezber vargıya uymayacağım, çünkü eleştirinin salt bir iki metin ile, numune ile vücut bulan bir şey olmadığını, bilakis sürdürülmesi gereken, kendini ilintili alanlara açan bir tür olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Divan edebiyatında eleştirinin olduğu yolundaki açılımları da zorlama değerlendirmeler olarak görüyorum; bir kere eleştiri hususunda en önemli kaynak addedilen tezkirelerde geçen, eleştiri terimleri olduğu ileri sürülen örneğin pür-gû’luk, bedîhe-gû, cevher-dâr, hem-vâr, yek-dest, mesel-âmîz gibi kavramların tam olarak ne anlama geldiklerine ilişkin net bir saptama yoktur, sadece olumlu veya olumsuz olduklarına ilişkin akıl yürütülmekte, bu iki tezat unsuru içeren bir tasnifle aslında bir anlamda yetinilmektedir.

Şinasi’nin bir eleştiri metni olduğu vurgulanan meşhur yazısı da o sıralar yayına hazırladığı bir tezkire hakkındadır, ve başkaca bir açılım, bir maksat gütmediği için yazı tezkirenin başlığıyla aynı adı taşır (=Fatin Tezkiresi); devamı gelmeyen bir dikkate niteliğinden fazla anlam yüklemek, ilgili cümleleri cımbızlayarak eleştiri şeceresini Şinasi’ye dayandırmak makul görünmüyor bana. [Küçük] Said Bey ile girdiği, Mes’ele-i Mebhûset-ün Anhâ olarak bilinen kalem kavgası da bu tezkire yazısından hallice değildir, tartışmaya Cerîde-i Havâdis ile Tasvir-i Efkâr arasında basit bir gazete haberi yüzünden çıkan tatsızlık sebep olmuştur. Cerîde-i Havâdis gazetesi Tasvir-i Efkâr’a sataşmak için resmen vesile kollamış, malumatfuruşluk yapmaktan zevk aldığı anlaşılan Said Bey istediği fırsat doğunca engin bilgisini de sergileyebildiği bir yazı kaleme almıştır. Bunun üzerine Şinasi, Said Bey’in yazısında geçen, o dönemin yazı dilinde de kullanılan “mes’ele-i mebhûset-ün anhâ”, “tercüme-i sâlifetüz-zikr”, “tûl u diraz” gibi deyimlerin yazımının doğru olmadığını, Türkçedeki kullanımlarının “mebhus-ı anha”, “sâlifüz zikr”, “dur u diraz” olması gerektiğini, Said Bey’in bu yanlış kullanımları taklitçilik uğruna kendisinin uydurduğunu söyler, onu hadsizlikle itham eder. Said Bey bu yanlış kullanımları “büyük”lerin de yaptığını söyler, fakat Şinasi ‘hatayı yapan büyük de olsa yanlışa uymak hatadır’ diyerek Said Bey’i bu tartışmada edilginleştirir; daha sonra tartışmaya Arapça ve Farsçadaki yetkinliğiyle nam salmış Ahmet Faris Efendi de dahil olur, Şinasi’nin görüşlerini destekler. Tartışma Said Bey’in gazetede yazmayı bırakmasıyla son bulur.

Kısa bir süre sonra Şinasi de el ayak çeker yayın âleminden, bunda o sıralar yürürlüğe giren Matbuat Nizamnamesi’nin payı var, ama asıl neden kalem kavgasında alaşağı ettiği Said Bey’in devlet kademesindeki nüfuzundan çekinmesidir. 1865 yılının Ocak ayının son günlerinde, yani Said Bey ile aralarında geçen kalem münakaşasından tam bir ay sonra Paris’e gider. Gitmeden gazetenin idaresini Namık Kemal’e bırakır.

Şinasi’nin yazı hayatındaki gelişmelerin Namık Kemal’in üzerinde etkisinin olduğu su götürmez. Tasvir-i Efkâr gazetesinin sorumluluğunu Namık Kemal’e devrettiğinde, Namık Kemal 25 yaşındaydı; bunu yapmakla halefine bir “tavır”, bir “zihin dünyası” da bırakıyordu. Miras kalan “zihin dünyası”, devletin sağladığı imkânla Paris’e öğrenim görmeye giden, hangi alanda öğrenim görmesi gerektiğini sadrazam Mustafa Reşit Paşa’ya danışan, böylelikle maliye eğitimi alan, Tanpınar’ın “bazı kasidelerinde medeniyetten bir din gibi bahseder”[4] dediği, “tedeyyün” ile “temeddün” arasında bir ilişki kuran Şinasi’nin “zihin dünyası”dır; miras kalan “tavır” ise, Namık Kemal’in münakaşalarında etkisini rahatlıkla gözlemleyebileceğimiz, Said Bey’e “haddini bildiren” Şinasi’nin tavrıdır.

Eleştirinin başlangıç evresi itibarıyla özgül gelişiminden söz edemeyeceğimizi söyledim. Çünkü devrin edebiyatçıları kendilerini belli bir alanda derinleşmeye zaman hasredecek, mesai harcayacak bir durumda görmemişlerdi, bir karşı-aydınlanma refleksiyle her alandan bir fayda kotarma telaşı içindeydiler. Şinasi son yılları bakımından istisna kılınabilir belki; palas pandıras gittiği Paris’te kendini dil ve edebiyat çalışmalarına vermişti, kuşakdaşlarına ve ardıllarına nazaran özgül bir eğilimdi bu. Namık Kemal’in sürgünde ilk uğradığı yerlerindendi Şinasi’nin yanı, onu dil ve edebiyat çalışmalarına yoğunlaşmış, kendini adamış bir halde gördüğünde acaba ne hissetmişti? Bunu tam olarak bilemeyeceğiz, ama Namık Kemal’in Hürriyet gazetesi ile yeni bir soluk kazanan yazı hayatına etkisinden söz edebiliriz; Şinasi’de gördüğü o adanmışlık onda ilgi ve cazibe kapsamına giren her alana nüfuz etme isteğini kışkırtmış olabilir. Şu da var yalnız: Şinasi’nin, yanına uğrayan heyecanlı delikanlıları, Namık Kemal’i pek sıcak karşılamaması, mesafeli yaklaşımı Namık Kemal’de bir düşkırıma neden olmuştur. Nitekim görüşlerinin dozu giderek artan, belagatine coşkulu bir ton katan bir Namık Kemal görürüz bu tarihten sonra. Beşir Fuad’a kadar eleştirinin özgül gelişimini baltalayan bir Namık Kemal’le karşılaşacağızdır artık.

Namık Kemal’in edebî üretiminin ancak yekpare bir değerlendirmesi yapılabilir. Dil odağında bir dikkati var örneğin, lafzın, sözün renginden söz eder, çünkü ifade ediş biçimi de mana kadar önem arz eder onun için (“Lisan-ı üdebayı [edebiyatçıların dilini] anlamağa avam muktedir değildir ki usul-i idaremiz hitabete müsaid olsa dahi tesirinden istifade mümkün olsun. Hatta edebiyatımız nutuk denilecek bir esere malik olmadıktan başka mükalemede [karşılıklı konuşmada] fesahatın [güzel ve düzgün söz söylemenin] kadri bile malum değildir”[5]). Bunu yadırgamamak lazım; Namık Kemal’in fikir ve eylemleri ihtiyacı karşılamaya yönelik, derinleşme niyeti taşımayan, gücünü tercih ettiği, sürdürdüğü yüzeysellikten alan bir niteliği içeriyordu. Meşhur yazısı Lisan-ı Osmani’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir, yani göze çarpan ilk eleştiri yazısı bu damardan neşet etmiştir. Gazeteyi devralalı bir buçuk yıl geçmiştir henüz, 26 yaşında bir turfandadır. Selefi Şinasi’nin zihin dünyasındaki izdüşümünü görürüz bu yazıda, onun Said Bey ile girdiği kalem münakaşasını anmadan edemez, belli ki iki gazete eşrafını birbirine hasım eden Mebhûset-ün Anhâ tartışmasının yankıları hâlâ kesilmemiştir. Namık Kemal eskinin bağnazca müdafaasını yapan kalem erbaplarına, edebiyatçılara karşı daha o zamandan gardını almıştır.

Dil meseleleri dışında ilk edebi yazısını (=Tiyatro) 1873’te, Şinasi’nin ölümünden iki yıl sonra kaleme alır. Dil bahsindeki ısrarı ilk tahlilde garip gelen bir çehreyle görünebilir bugünün okuruna. Oysa Namık Kemal’in şartları baz alan, toplumsal ve sosyal meseleleri önceleyen bilinciyle su sızdırmaz bir bağıntısı var bu dil hassasiyetinin; her konu gereği ölçüde ve zamanı gelince ele alınır, edebiyat meramı anlatmanın en iyi aracıdır onun zihninde. Zaten görüyoruz ki bir yıl önce (1872) yayımladığı Vatan Yahut Silistre oyununun sahnelenmesi dolayısıyla kaleme almıştır yazıyı. Mesele de burada zaten: eser yokluğu. Mustafa Nihat Özön’ün Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde bu meyanda yerinde bir tespite rastlarız; ilk eleştiri devinimlerinin bizde dil kavgası üzerinden vuku bulduğunu, bununsa normal olduğunu söyler, çünkü eleştiri için öncelikle eserin olması gerekir, bu ise o zamanlar yoktu; Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa tabii ki mevcut meseleler üzerine kafa yoracak, daha doğrusu ceht edecekti. Bu açıdan bakınca Tanpınar’ın eleştirisi biraz eksik mi kalmış ne? Eserin olmadığı bir devir ve ortamda neyin eleştirisi yapılacaktı? Tabii ki “lisan-ı Osmani”nin ve eski edebiyatın tahlili yapılacak, veya Beşir Fuad ve Ahmed Şuayb örneğinde olduğu gibi yüz “Garb”a çevrilip Batı edebiyatı ele alınacaktı.

Bab-ı Ali’nin bürokrat diktatoryasından usanan, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın da bulunduğu bir grup Yeni Osmanlı, 1867’de Avrupa’ya kaçar. Hürriyet gazetesinin iki yıllık yayın macerası bu zaman dilimine rastlar; iki yıl sürecektir. Namık Kemal 63. sayıdan sonra gazetede yazmayı bırakır, idareyi Ziya Paşa üstlenir. Ziya Paşa, Namık Kemal ile yoldaşlığı boyunca onun cevval kaleminin, düşüncelerinin, özellikle edebiyat hakkındaki görüşlerinin etkisi altında kalmıştır. 1868’de, Hürriyet gazetesinin 11. sayısında çıkan “Şiir ve İnşa” başlıklı yazısını bu etkiden bağımsız değerlendirmemek gerekir.

Devamı gelmeyen bir dikkati içerir “Şiir ve İnşa”. “İlan” başlıklı bir metnin hemen altına dercolunur, hatta bu metnin devamı gibidir: Önce “İlan”ın son cümlesine bakalım: “İleride Hürriyet daha tevessü eder (genişler) ve müteaddid (çeşitli) günlerde çıkmaya başlarsa evvelki ashab-ı hisseye (hisse sahiplerine) yine bedeliyle verilecek ve senedat (senetler) mevzu tarihlerden itibaren bir sene muteber olacaktır (geçerli olacaktır).” Şu cümle de “Şiir ve İnşa”nın ilk cümlesi: “Çünkü mahsul-ı tahsil (alınan ürün) bizim memalike (memleketlere) göre yalnız şiir ve inşa cihetindedir, bunlardan bir nebze bahsedilmek faideden hali değildir.” İki cümleyi araya konan bir hat ve parantez içinde yazılan “Şiir ve İnşa” başlığı ayırır, ancak birbirinin devamı iki cümle oldukları açıktır.[6]

Bu ayrıntı “Şiir ve İnşa”nın hususen zihinde tartılmış bir yazı olduğu vargısını zayıf düşürüyor, ama önemli değil. Zira çarpıcı bir soruyla genişler yazı: “Osmanlıların şiiri acaba nedir?” Devam eder: “Necati ve Baki ve Nefi divanlarında gördüğümüz bahr-ı remel ve hezecden mahbun ve muhbis kasaid (kasideler) ve gazeliyat (gazeller) ve kıtaat (kıtalar) ve mesneviyat mıdır (mesneviler midir), yoksa Hace ve Itri gibi musikişinasanın rabt-ı makamat eyledikleri (makamlara bağladıkları) Nedim ve Vasıf şarkıları mıdır?” Cevap peşi sıra gelir: “Hayır, bunların hiçbirisi Osmanlı şiiri değildir; zira görülür ki bu nazımlarda Osmanlı şairleri şuara-yı İran’a (İran şairlerine) ve şuara-yı İran dahi (İran şairleri bile) Araplara taklit ile melez bir şey yapılmıştır.” Bu taklit dolayısıyla “acaba bizim mensub olduğumuz milletin bir lisanı ve şiiri var mıdır?” diye sorar Ziya Paşa. Osmanlı şiirini vasat duruma getiren, Acem şivesini taklit etme hatasına düşmek ve ulema-yı Rum’un (=Anadolu alimlerinin) affedilemez ihmalidir; sözgelimi dil düşüncenin anasıdır onun zihninde. “Vah bize, yazık bize!” der Ziya Paşa, “Bu hale göre bizim millette tabii hal üzere ne şiir ve ne de inşa yok mu demek olur? Hayır, bizim tabii olan şiir ve inşamız taşra ahalileri ile İstanbul ahalisinin avamı (halkı) beyninde (arasında) hala durmaktadır. Bizim şiirimiz hani şairlerin namevzun (vezinsiz) diye beğenmedikleri avam (halk) şarkıları ve taşralarda ve çöğür (saz) şairleri arasında deyiş ve üçleme ve kayabaşı tabir olunan nazımlardır.” Şöyle toparlar bahsi: “Ümmet-i Osmaniye ilerlediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden, oldukları halde kalmışlar, büyüyememişlerdir. Hele bir kere rağbet o cihete dönsün, az vakitte ne şairler ne katipler yetişir ki akıllara hayret verir.”[7]

Yazıyı Ziya Paşa’nın ağzından aktarmamdaki maksadı anlamışsınızdır. Söylediğinden fazla anlam yüklenen, değer atfedilen bu yazı gücünü yazarının memleketten uzakta olmasından, uzakta olmanın rahatlığından alır, tıpkı yine Hürriyet’teki Osmanlı yönetimine yönelik sert eleştirilerini içeren yazıları gibi; Namık Kemal’in Hürriyet’teki yazıları iyi okunursa o toplumsal, siyasal meseleler hakkında yazdığı cüretkâr yazıların da gücünü buradan aldığı görülecektir. “Şiir ve İnşa”nın başat niteliği öncelikle meramını belagat bataklığına batmadan anlatabilmesidir bence. Doğru sorular sorar, ama muhakemesi iyi yapılmamış yargılar içerir, alelacele bir sonuca varır.

Daha esaslı sorular sorabilirdi Ziya Paşa, Namık Kemal’in etkisi olmasa sorabilirdi de belki, bunu bilemeyeceğiz. Divan şairlerini ayıplamaktansa niçin Arap ve İran edebiyatlarıyla, İslâmi klasiklerle göbek bağlarının olduğuna dikkat çekebilirdi. Ama buna yeltenmedi, çünkü şartlanmışlığın tutsağıydı Ziya Paşa. Namık Kemal ile araları açılıp yolları ayrılınca bir derece kırılır şartlanmışlığı. 1870’de Hürriyet’in yayın hayatına son verir, bir yıl sonra İstanbul’a döner. Devlet ile dirsek teması devam eder ama karşılık bulamaz. Sıkıntı içinde geçen üç yıllık zaman zarfında Harabat üzerine çalışır. “Şiir ve İnşa”da ihmal ettiği bazı noktalar, ıskaladığı sorular belli ki bu defa zihnini meşgul etmiş, denebilir ki bu bilinçle Türkçe, Arapça, Farsça şiirler olmak üzere üç dili de içeren, üç ciltlik bir antoloji olan Harabat’ı (1874) hazırlamıştır.

Kitabın içerdiği şiirlerin iyi örnekler olup olmadığı etrafında cereyan eden eleştirilerin yanı sıra asıl infial yaratan dokuz bölümlük mukaddimesi olmuştur. Düzyazı değil de manzum olarak yazılması tezkire geleneğinin bir izdüşümüydü; bu yazım tarzının yer yer ciddiyetsizliğe de sebebiyet verdiği görülür (“Her defteri şi’ri kim tanırdım / Yok nüsha-i aharı sanırdım / Kendim de nazire der idim gâh / Amma ne söz, el’iyazu billah / Guş etmesin öyle söz kulaklar / Alûdesi olmasın dudaklar / Divançeme onları yazardım / Mümkün olsa taşa kazırdım”), öyle ki işi halk şiirlerini eşek anırmasına benzetecek kadar ileriye götürür. Ama “Şiir ve İnşa”da ıskaladığını düşündüğüm şeyin farkına varmış gibidir Ziya Paşa. Bu defa klasik Osmanlı şiirinin bir “imaj zihniyeti”nin devam çizgisinde seyir aldığını kavramış, bunun hücum edilecek bir yanının olmadığına kanaat getirmiştir: “Ettim şuara-yı Rum’u tahkik / Asar ü zamanlariyle tatbik / Gördüm olmuş halef selef hep / İran şuarasına halef hep”. İhmal ettiği yanları da yok değil tabii, Tevfik Fikret’in de belirttiği üzere (=Harabat’tan Bir Sahife) bazı şiirlerin yanlış aktarımı söz konusudur. Bunun yanı sıra Namık Kemal Ziya Paşa’nın iyi şiirlerini değil de toyken yazdığı ve artık beğenmediği bir şiirini kasıtlı olarak kitaba aldığını iddia eder, ancak Ziya Paşa’nın bu konudaki açıklaması yeterli görünüyor: “Ben Harabat’a görebildiklerimi aldım. Siyasette meslektaşım olan Kemal Bey’in eş’arını da (şiirlerini de) görmüş olsa idim ve yahut kendisi göndermiş olsa idi, memnuniyetle dercederdim. Kemal Bey ile Avrupa’da bu kadar müddet beraber bulunduk; kendi eseri olarak bana hiçbir şiir göstermedi ve bundan dolayı Harabat’ı tertip ederken, elime geçen birkaç parçasını aldım.”[8]

Namık Kemal Tahrib-i Harabat’ta (1874) metnin başına iliştirdiği manzum nesirde ilkin Ziya Paşa’yı taltif eder, tek tek hünerlerini zikreder, iyi şairliğinden dem vurur, sonra sorar: “Ey cami-i mecma-i kemalat / Lazım mı idi bize Harabat?” Yeni edebiyat bilincine ket vurduğunu düşünüyordu çünkü Harabat’ın. Ziya Paşa’nın böyle bir niyet taşıyıp taşımadığını bilmiyoruz; ihmal ve kusurlarının yanı sıra önemli bir noktaya parmak bastığını görüyoruz. Menşei Arapça ve Farsça olan sözcüklerin vezne uydurulmak için o dillerdeki aslıyla (=şive) şiire geçirilmesini Divan şiirinin Türkçeye verdiği zarar olarak görür yine, ama değerini teslim etmekten yanadır, geçmişin edebî birikimine dikkat çekerek boşuna dışarıda (=”Garb”da) kaynak arandığını göstermek ister. Buna karşılık Namık Kemal Türkçede şiirin hâlâ kurulamadığını, yapageldiklerinin hep Acem taklitçiliği olduğunu, bu taklit ile de edebî dili düzeltmeye çalışmanın abesle iştigal etmek olduğunu söyler, Harabat’ı bu anlamda yarar sağlamadığı gerekçesiyle gereksiz bulur (“Tarz-ı Acemi niçindir ihya?”).

Yanlış anlamaları ve eski edebiyatın mirasını inkâr etmekteki inadı bir yana Tahrib-i Harabat’ta aşırı söylemlere rastlamayız, Harabat’ın “tahrib”ini bolca alıntılarla izaha çalışır. Ama iki yıl sonra, Harabat’ın ikinci cildi dolayısıyla yayımladığı “Takib” (1876) başlıklı yazısında Tahrib-i Harabat’taki makbul söylemin hırçınlaştığını, saldırgan bir üsluba evrildiğini görürüz (“Harabat’ın her sahifesinde bir ciğer mazmununa tesadüf ettikçe, kendimi Bahçekapısı’nda Süslü’nün lokantasında zannediyorum da gönlüme istikrah geliyor”); bunun arka planında Yenişehirli Avni Bey’in Harabat’a hücum eden Namık Kemal’e Ta’mir-i Harabat adlı bir manzume göndermesi ve bu istihza karşısında Namık Kemal’in daha çok öfkelenmesinin muhakkak payı vardır.

Kitap dolayısıyla Ziya Paşa’ya yolladığı mektubunda “Vaktiyle şerik-i hareket ü hamiyetim olan zatın ben Magosa’da bulunduğum halde bir selamına bile nail olamadığımıza ziyadesiyle gönlüm kırıldı,” der. Harabat etrafında dönen tartışmaların, söylentilerin dışında Ziya Paşa’nın Namık Kemal’e dargın olduğuna ilişkin belirgin bir emare yoktur, hatta eski dostuna hâlâ muhabbet beslediğini görürüz, sarayda göreve başladığında ilk iş olarak Namık Kemal’i sürgün yeri olan Magosa’dan kurtarmaya çalıştığını, bu nedenle göze batıp memuriyetinden olduğunu biliyoruz. Namık Kemal’in Ziya Paşa’ya yolladığı mektuptan da anlaşılacağı üzere asıl kırgınlığı mücadelesinde yalnız kaldığına kanaat getirmesidir; bu yüzden Ziya Paşa’yı Sultan Abdülaziz’e yaltaklanmakla itham eder. Giriştikleri mücadelede Ziya Paşa’nın taraf değiştirmesine ifrit olur, ama Ziya Paşa’nın husumetli olduğu Sadrazam Ali Paşa’nın direktifi üzerine artık Hürriyet ile ilişiğinin kalmadığını beyan eden mektubu gazetede yayımlaması için Ziya Paşa’ya gönderen de ondan başkası değildi. Bir mücadele vardı evet, ama kime karşı, ne uğruna? Namık Kemal’in bazı tavizsiz eylemleri, refleksleri kendi “ayıp”larını örtbas etmek içindi. Sultan Abdülhamid’in jurnalcilerinden biri olduğunu ve bu jurnallerinin vaktiyle Sahaflar Çarşısı’nda yakıldığını biliyoruz; bu da mücadelenin ne uğruna yapıldığını açık ediyor zaten.

Divan edebiyatı taklitçi bir edebiyattı onun nazarında, ama zamanında eski tarzda şiirler yazan şairlerin bir araya gelmesiyle oluşan Encümen-i Şuara’nın bir üyesi olduğunu unutmayalım. Henüz Şinasi ile tanışmamıştı, 21 yaşındaydı. Hersekli Arif Hikmet Bey’in evinde tertiplenen bütün toplantılara iştirak ederdi. Sanıldığı gibi “muhteşem” şiirleri dolayısıyla girmemişti aralarına, talihin çeşitli yollarla kurdurduğu yakınlıklar vesilesiyle aralarına dahil olmuştu. Leskofçalı Galip ve Hersekli Arif Hikmet de en az Şinasi kadar selefleriydi Namık Kemal’in, şiir terbiyesini onlardan almıştı. Görülüyor ki sadece edebî görüşlerinden hareketle eski şiire olan sert ve tavizsiz tutumunu kavrayamayız.

Namık Kemal, Avrupa olgusu ile Babıali Tercüme Odası’nda tanışmıştı, ama Batı edebiyatı ile bir ünsiyeti yoktu o zamanlar. Encümen-i Şuara üyesi olduğu dönemde de Batı edebiyatından bihaber olduğu görülüyor. Haberdar olduğu ve açıktan açığa ünsiyet kurduğu zaman dilimi, Tasvir-i Efkar yıllarına rastlar. Batı edebiyatıyla bir ünsiyet kurma, tanışmadan çok, bir çarpışma idi (=sadme) onunki.[9] Bu tanımı Bahar-ı Daniş Mukaddimesi’nde kendisi yapar:

“Bir iki asırdan beri canib-i mağribden (Batı tarafından) ziya-paş-ı zuhur olan (ışık saçan, nur getiren) afitab-ı marifet ki (ilim güneşi ki) efkar-ı atika (eski fikirler) aleminin münteha-yı devam (devamlılığın sonuna) ve ibtida-yı kıyametine (kıyametin başına) delalettir. Tabiatiyle buralarda dahi neşr-i nur etmeğe (nur yayılmaya) başladığından her şeyde bir hayli tağayyür (başkalaşma) göründü. Bu inkılabatın (inkılabların) mülkümüzce en büyük sadmesine uğrayan şey ise edebiyattır.”

Başka-yabancı bir nur ile karşılaşınca o güne dek süregelen eski edebiyatın ondaki sürekliliği kesintiye uğrar; önce ve sonra arasında bir karşıtlık belirir.[10]

Batı’dan gelen yabancı ışık Namık Kemal’in özgül düşüncelere varmasını baskılamış, bir yanıyla kendisine muhtaç bırakmış, onu kendi belagatine hapsetmiştir. Hatta Namık Kemal de bu “belagat tutulması”nın farkındadır, diline pelesenk olan söz oyunlarından usanmıştır artık: “O itiyadın (alışkanlığın) Allah belasını versin. Babama mektup yazarken bile münasebetsiz kafiye yapmaktan kurtulamıyorum. Fakat bütün bütün ifade perverliği de sakil göremiyorum. Gönlümce güzel lafız, Frenk gelinlerinin tel fistanı gibi gayet sade, gayet tabii olmalı.” Bu belagat tutulması sabitfikirliliğe mahal verecek, bu da bariz çelişkileri peşi sıra getirecektir; Divan şiirini gerçeklikten uzak olmakla eleştirirken aynı zamanda Beşir Fuad’a gerçekçiliği savunduğu, Victor Hugo’yu eleştirdiği için muhalefet edebilecektir, kanıksadığı romantizmin eski şiire muhabbeti gibi tuz buz olmasını istemiyordu anlaşılan.

Acaba diyorum Namık Kemal edebî meselelere bir milletin mensubu olarak değil de bir “yabancı bakış”la bakabilseydi, bunun eleştirinin seyrine etkisi olur muydu? Harabat yayımlandığında hücum etmeyip dingin bir üslupla değerlendirseydi, bunun edebiyata etkisi ne olurdu? Bazı şeyleri açık yüreklilikle söyleyebildiğini biliyoruz: “Şinasi’nin açtığı rayet-i edeb, ilm-i cehalet imiş. Ne mani! Şimdi o ilm-i cehaletin altında bizler bulunuyoruz. Eserlerimiz de meydandadır.”[11] Harabat’ın yayımlanmasından sekiz yıl sonra söylüyor bu sözleri. Ne yazık ki hapsolduğu belagati, kemikleşmiş, omurga bellediği sabiteleri umuma açık bir yayında özeleştiri yapabilmesine maniydi.

Süleyman Nazif’in şu sözü eleştirinin bizde oturmayışının veciz bir ifadesi gibidir: “Bizi yaratan Allah, yetiştiren de Namık Kemal’dir.” Jale Parla bu cümleden hareketle Namık Kemal’in Tanzimat yazarları için bir baba figürü oluşturduğunu, onu izleyenlerin kendi babalıklarında rol modeli olarak Namık Kemal’i benimsediklerini söyler.[12] Ben biraz daha ileri götürerek Namık Kemal’in bizde eleştirmen yaklaşımının rol modeli olageldiğini söyleyeceğim. Tanpınar’ın onun ilk eleştirmenimiz olduğunu söylemesinin altında nedense bir ironi arıyorum.

 

 

[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Tenkit İhtiyacı”, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2011, s. 73.

[2] Kimi Osmanlı bakiyesi Cumhuriyetçilerin, Cumhuriyet aydınlarının düşünsel-siyasal çırpınışı da burada düğümlenir; “üç kıtaya hüküm sürmüş” koca imparatorluğun bilinçaltlarına zerk ettiği din-i İslâm’ın yayıcısı böbürlenmesi onlara bir “büyük güç” olamama ağrısı olarak tevarüs etmiştir. Refleksleri itibarıyla onları Tanzimat aydınlarından ayıran bir yan da yoktur, şu var yalnız: “babasız ev” babasına kavuşmuştur.

[3] Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Midhat Efendi, Milli Eğitim Basımevi, 1989, s. 240.

[4] Ahmet Hamdi Tanpınar, 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1988, s. 200.

[5] Namık Kemal’in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri ve Yazıları, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1989, s. 9.

[6] Sürgünde Muhalefet: Namık Kemal’in Hürriyet Gazetesi 1, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul, 2018, s. 50.

[7] A.g.e., s. 50-53.

[8] Fevziye Abdullah Tansel, Namık Kemal’in Hususi Mektupları I: İstanbul, Avrupa ve Magosa Mektupları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1967, s. 326.

[9] Fatih Altuğ, Namık Kemal’in Edebiyat Eleştirisinde Modernlik ve Öznellik, yayımlanmamış doktora tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2007, s. 16-17.

[10] A.g.e., s. 17.

[11] Namık Kemal’in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri ve Yazıları, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1989, s. 444.

[12] Jale Parla, Babalar ve Oğullar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 54-55.