Kuyu, Türk Dil Kurumu’nca diğer başka tanımlarla beraber “içinden çıkılamayan durum veya yer”[1] olarak da tanımlanmış. Kuyu, bir sıkışmışlık hali ve mekânsızlık mekânıdır bir bakıma. Osmanlı döneminde kuyulara kestiği cesetlerin kafalarını atan Kuyucu Murat Paşa’dan, kuyunun bir Ermeni mezarlığına dönüştüğü Yakınçağ’ın Türkiye’sine veya Şeyh Galip’in Hüsn’e ulaşmaya çalışan aşkının erginlik makamı olana kuyuya uzana değin edebî bir anlatının acı ve kemâlat ile yoğrulduğu, anlatıcının felaket tanıklığına ayna olan, acı ile içkin ama ve bir bakıma hayatın da tersine işleyen göğe doğru değil, dibe doğru sürüklenen, alçalma ile erginlenmeyi koşut kılan bir sonsuzluk halidir kuyu. Nitekim Ahlat Ağacı[2] filminde baba ile girilen ödipal çatışmanın, babaya benzememek isterken babaya dönülen bir yolun gölgesi olmanın sancılarını taşıyan kahramanın baba ile başlayan bir kuyuya eğilerek büyük bir hınçla kuyu kazmaya çalışması, karakterin erginlenme ile kaçınılmaz olanın sıkışıklığından sonsuz olanın enginliğine açılan bir arafta kalmasını sağlamıştı. Babanın final sahnesinde bakan “muktedir” göz olması bakılanın kuyunun dibinde aradığı şeye âcizane ulaşma çabası ile birlikte biraz önce bahsettiğimiz içinden çıkılamayan durumu işaretler filmin anlatısı.
Kemal Varol’un “benzemem diye düşünürken müsvedde oldum ona”[3] dediği babayı, baba ile de psikanalitik açıdan girilen kavganın bitişini, olmamışlığı imler kuyu. Özyaşar’ın önceki bahiste “Şimdi kuyulara ayna tutan ben,” dediği noktada var olmayana, olmamışlığa ayna tutmanın felaketin ve yıkımın olmamış olmak ile yekvücut olduğu bir acının çeperinde durur kuyu.
*
Kuyu söz ile gözün anlatısına yerleşik bir yerde dinleyiciye veya izleyiciye uğranılan düşüşü işaret eder. Ayna Çarpması’nda[4] öykünün gövdesini sırtlayan kuyu ile kuyulara bakmaktan gelmek üzerine; Aşk’ın Hüsn’e ulaşmaya çalışırken düştüğü kuyuya ayna tutmanın, bir bakıma kuyu ile hemhal olmuş bir phoenix’e varmaya amaçladığı da spekülatif bir soru olarak sorulabilir belki de. Anlatıcının Ayna ile girilen/kırılan yolda önüne çıkan varoluşsallığı simgeler bir bakıma kuyu. Her ne kadar Kaygalak’ta bilinmeyeni de arzulayan bir başkalaşmayı içerse de (Kimse görmedi. kimse görmedi / bir kuyuya düştüğünü yüzümün.[5]) olmak olana eğilmek ile birleşir kuyu mefhumu. Şeyh Galip’in Aşk’a çizdiği yolda eğilip düşülen, zayi değil zahir olana delil olan anlatısına koşut bir imgeselliği de değinebiliriz belki de. Bir önceki bahiste Kuyuya bakmanın, bakmaktan gelmenin sınanan bir varlığa denk düşmesi bu çerçevede okunabilir. Cansever’in “bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi”[6] dediği benzeşmenin kesitsel boşluğuna işaret ettiği yerde, var olmanın acısını, var olmak ile sınanan varlığın mekânsızlığını imler kuyu. Var olmak-olmamak sorunsalının ve acı ile yoğrulan erginlenme anlatısının başat unsurlarını taşıyan Kaygalak’ta yüzleşilen kuyu bu bakımdan varlığın sancısına denk düşer.
Bora Abdo’nun[7] varlıksal sancıya işaret ettiği yerde bu bahis bir nebze daha anlaşılabilir kılınır belki de. Keza Uzun Yürüyüş’te[8] varılan menzilin olmayışı veya olmanın yükü ile sınanan varlığın dışına çıkma çabalarının kuyu ile birleşik bir anlatıya eklemlendiği iddia edilebilir.
*
“Puhu kuşlarıyla uyanıp/endam aynasında gördüğüme kıyam etsem / o isli tandırın etrafında ne kadar dönsem de / bir kuyu başında herkes kadardım işte/”[9]. Varol’da neşet eden kuyu başında herkes gibi olma durumu önceki bahiste Kaygalak’ta çırılçıplak bir üşümeyle dönülen çocukluğa dair bir anlam da taşır özünde. Varlık-oluş sahası, bir lamekân olan kuyu görüleni, çıkılamaz olanı, çaresizliği, çocukluğu imler. “Doğu” denilen mefhumu görünür kılan acı, kanıksanmış ölüm kavrukluğu şiirde ve öyküde bir yerde kuyu ile kesişen bir anlatının çevresinden teşekkül olur gibidir. Özyaşar ve Kaygalak’a bu bahiste Varol’u da katarak ilerlemek gerekecektir belki de.
“Herkes kadar sevdim hatamı / söz olsun ki kustum öğrendiğim kelimeleri / ve eğildim uzağımdaki seyrime / kuyuya düşen kara çocuğa bakarken/” kuyuya düşen yüzü mimleyen Kaygalak’tan, kuyu ile beslenen hafızadan demini alan bir çocukluğun özdeşim kurduğu kanala evrilir sözün iması Varol’da. Zira Ayna Çarpması’nın genel iklimsel temasından beslenen çocukluk ve ilk gençlik yıllarının mağdur diline yaslanamayan acısı ile Varol’un kuyuya düşen kara çocuğunun aynı zamansallıkta erginlendiği açıktır. Kaygalak ve Özyaşar’da var olan çatışmanın ilkel kutbu çocukluğun bıraktığı ağır ve sancıyan dilden alır kaynağını. Kuyuya eğilip yüzünü döken Kaygalak’tan kuyudaki aksine, düşülenin çocukluk olduğuna dair Varol’un iması eşlik eder. Ve kuyulara bakmaktan gelen, lütfen bana kuyuları hatırlatmayın diyen Özyaşar’ın diliyle açığa çıkan kılcal acının metni yoğurduğu bir noktaya gelmiştir anlatı.
*
Abbas Kiyarüstemi Kirazın Tadı[10] filminde kendi mezarı etrafında gün boyu dolanan, yaşamdan vazgeçmiş (ya da öyle olduğunu düşünen) karakterin son sahnede girdiği çukurda (mezarda) endişeli ve kararan yüzüyle baş başa bırakmıştı bizi. Yağmaya hazırlanan bir gök ve arada aydınlanan gecenin karanlığında soluk alıp veren, toprağın matemine boyun eğmeye çalışan bir canlının kaygılı yüzünü. Özyaşar’ın “Kar ya da Tuz” öyküsünde “Tamam, acınızı da anlıyorum. Ama bu böyle nasıl kin? Çıkarıp gömleğimi veriyorum: Unutmuştum. Pişmanım,” dediği yerde anlatının gövdesine sarmalanan kaygının yüzüyle eştir Kirazın Tadı filmindeki endişenin yüzü. Bir kabullenişi sırtlanmanın acısı, gömleği çıkarıp vermenin, belki de yaşamsal olana giydirilenin çıkarılıp canın ayırdına varmanın ve her anlam duygusunu saran kaygının, insanın endişeden yaratılmışlığının üzünç menziline varmanın ayrıksılığını taşır dil ve göz.
*
“Hasılı hep kendine sığınmış / Ve fakat başkasında kalmış / Kasrışirin’den Adrian’a dek / Mezopotamia’nın / Ve Anatolia’nın / Ve dahi baht-ı Rum’un / Bakiyeli nazarlık dilemması / Murad görmemiş Kürdler… / Yani Allah’ın Kürtleri / Yani Allah’ın / Kendine Müslüman olmayan Kürtleri/”[11] Kaygalak’ta durulan acı, dille sarkar kendinden olmayana, kıyam edilen, köşe bucak aranan ve fakat içinden çıkılamayan, onulamayan bir sarkaca dönüşür dil. Acziyetin uzun, Kavruk ve Zerdüşti adamlardan şiire evrildiği, tapınılanın dille yerleşik bir kekemeliği beslediği yerde yaşanan dönüşüm, yaşamın da dönüşümüne işaret eder. Özyaşar’ın “İsmin Halleri” öyküsünde “Dedim bir yerlerimi kesmeliyim; bu saçlarım olmamalı”[12] dediği yerle tümleşik, varlığa biçilen erginlenmenin eksilmeyle (kesmek) yahut, reddiye ile katıştığı, göğerdiği, kaynağını bulduğu bir terennümle dağılır anlatı ve vezin. Alçalmanın ve eksilmenin acı ile eklemlenmiş doğasından anlatının çetrefil bir mesele bağlandığı her eşikte hafızadan türeyen kuyuya eğilmek, belki de söz ve göz arasında dökülen, dağılan “ima”ya dair bir kez daha düşünmeyi gerektirir. Bu da tabii başka bir bahsin konusu olur.
.
[1] http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5c5020fd826fa2.50123590
[2] Ahlat Ağacı, film, 2018, Nuri Bilge Ceylan.
[3] Kemal Varol, “Küfran”, Bakiye: Bütün Şiirler, Edebi Şeyler Yayınevi.
[4] Murat Özyaşar, Ayna Çarpması, Doğan Kitap.
[5] Metin Kaygalak, Yüzümdeki Kuyu, Avesta Yayınevi.
[6] Edip Cansever, “Mendilimden Kan Sesleri”, Sonrası Kalır: Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınevi.
[7] Bilhassa Bora Abdo’non Balık Boğulması kitabı bu minvalde pek çok gönderme taşır özünde.
[8] Ayhan Geçgin, Uzun Yürüyüş, Metis.
[9] Kemal Varol, “Veda Tavafı”, Bakiye: Bütün Şiirler, Edebi Şeyler Yayınevi.
[10] Kirazın Tadı, film, 1997, Abbas Kiyarüstemi.
[11] Metin Kaygalak, Doğu Kapısındaki Jonglör, Avesta Yayınevi.
[12] Murat Özyaşar, Sarı Kahkaha, Doğan Kitap.