Şansa ya da şansızlığa inanmıyor olabiliriz ama güzel ya da kötü tesadüfler, iyi ya da kötü karşılaşmaların gerçek olmadığını düşünmek pek mümkün değil. Bu anlamda Rönesans İtalya’sında bir sanatçının mekân ve zamanla iyi bir karşılaşması olduğunu söyleyebilirken, Ortaçağ Avrupa’sında heterodoks bir inanan ya da 1915 Osmanlı İmparatorluğu’nda bir Ermeni için aynı şeyi söyleyemeyiz. 1917 Ekim Devrimi ve sonrasında Sovyet Rusya’da özgürlükçü bir edebiyatçı olmanın da, on dokuzuncu yüzyılda Paris’te sürrealist bir bohem olmanın aksine, ne yazık ki iyi bir karşılaşma olduğunu söylemek mümkün görünmüyor.
Sovyet Rusya’da edebiyatın parti tarafından devlet ideolojisinin bir parçası ve bu ideolojiyi yaymak için bir araç olarak kullanılması gerektiği düşünülür ve Lenin’in “Parti Teşkilatı ve Parti Edebiyatı” adlı makalesinde edebiyatın parti ilkelerine bağlı olması, proleter amaçların bir parçası olması gerektiği ifade edilir. 1925 yılında ise başını Maksim Gorki’nin çektiği faaliyetlerle bu anlayış somut olarak, hızla ve yoğun bir şekilde hayata geçirilir. 1934 yılında kurulan Sovyet Yazarlar Birliği de Sovyet edebiyatının ilk ve tek görevinin devrime hizmet olduğunu kabul ederek, edebiyatın bu doğrultuda yapılmasını “emreder”. Neredeyse tüm içerik ve tanımların tamamı Maksim Gorki tarafından yapılan ve adına “Sosyalist Gerçekçilik” denilen yeni akımın ideal kahraman tipi de partiye ve sosyalist devrime gözü kapalı bağlı olan emekçilerdir. Birliğin başkanı da elbette Maksim Gorki’dir.
Ama kimin partiye ve devrime bağlı olduğu, kimin olmadığı konusu, kişinin kendi hissiyatıyla belirleyeceği bir husus değildir Sovyet Rusya’da; bunu belirleyen partidir. Bu durumda kendini sosyalist devrime, partiye, proletaryaya yürekten bağlı hisseden bir Sovyet Rusyalının bu iddiası parti tarafından onaylanmadıkça hiçbir anlam taşımaz. Yine parti, kişinin devrime bağlılığı hakkındaki fikrini her zaman değiştirme hakkına sahiptir. Birinin söz konusu bağlılık nedeniyle onurlandırılması, sırtının sıvazlanması ve parti tarafından benimsenmesi, daha sonra devrim düşmanı ilan edilmesine ve cezalandırılmasına engel değildir; kişinin somut durumunda herhangi bir değişiklik olmasa da. Dolayısıyla devrime, partiye ve proletaryaya bağlılığın tanımını sadece parti yapabileceği gibi, bu tanımı değiştirme hakkına da sadece parti sahiptir.
Sovyet edebiyatçıları da -özellikle edebiyatın neye hizmet etmesi gerektiği konusundaki yukarıda söylenenler düşünüldüğünde- bu yaklaşımdan azade değildir. Nitekim, Rus edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan İzak Babel’in (1894-1940), kendini sosyalist bir devrimci olarak görmesi ve iç savaşta savaşmış olması, bir cezaevinde ensesinden kurşunlanarak infaz edilmesine, yine bir edebiyat dâhisi olan Andrey Platonov’un (1899-1951) kendisini devrime bağlı hissetmesi ve geçmişte bir Kızıl Ordu askeri olması, eserlerinin on yıllar boyunca yasaklanmasına ve unutulmuş bir halde ölüp gitmesine engel olmamıştır; eserleri ancak 1980’li yılların sonunda basılabilmiştir. Her ikisinin ve onlarla benzer kaderleri paylaşan edebiyatçıların tek hataları, “Sosyalist Gerçekçilik” akımına bağlı olmamaları ve Lenin ve Stalin dönemlerinin “gerçek”lerini yazmalarıdır ki, bu elbette parti için affedilmez bir hatadır.
Bir edebiyatçı ve savaş muhabiri olan Vasili Grossman’ın da (1905-1964) zaman ve mekân olarak Sovyet Rusya’yla karşılaşması, diğer özgürlükçü edebiyatçılar gibi kötü bir karşılaşmadır. Onun da eserleri yasaklanmış, yok edilmiş ve en önemli eseri Yaşam ve Yazgı, ancak bir kopyasının yurtdışına kaçırılmasıyla kurtarılmış ve ilk kez 1980’de İsviçre’de basılmıştır. Vasili Grossman da, neredeyse hiçbir eserinin yayımlandığını göremeden umutsuzluk içinde ölmüştür.
Grossman’ın insan özgürlüğüne tutkusu bambaşkadır. Partinin dediğinin dışına çıkmayan bir romanın, bir propaganda broşüründen nasıl bir farkı olabilir? Özgürlük kavramı, onun için öylesine hayatidir ki Her Şey Geçip Gider adlı romanında (Can Yayınları, Eylül 2013, çeviri: Ayşe Hacıhasanoğlu), didaktizme kaçmaktan kendini alamadığı kahramanı onun değil, kendi ağzından konuşturduğu, akışı bozarak araya girdiği kısımlar mevcuttur. Grossman’ın Sovyet Rusya’yla kötü karşılaşması, sadece eserlerinin başına gelenlerle sınırlı kalmamış, bir edebiyatçı olarak içinde bulunduğu baskı ve buna isyanı, çok daha iyi yazılabilmesi mümkün olan romanı bariz bir biçimde sakatlamıştır. Bir edebiyatçı için eserini sakat bırakan bir karşılaşmadan daha kötü ne olabilir ki?
Romanda Grossman, kahramanı İvan’a bir okul defterine tutturduğu notlarla, Lenin ve Stalin’e dair kendi “kabul edilemez” görüşlerini ayrıntılarıyla açıklar. Grossman kahramanın ağzından içini döker ve zaten başka hiçbir yerde hiçbir şekilde dile getiremeyeceği bu isyanı, romanın içine zerk eder. Lenin ve Stalin’e dair bu iki kısım romanla öylesine ilgisizdir ki, bunları romandan çekip aldığınızda hiçbir eksiklik ya da kopukluk duygusu uyandırmaz.
Grossman, halihazırdaki istibdadın çok önemli bir nedenini dinde bulur. Rus Hıristiyanlığının çileci ve fedakâr ruhunun yüzyıllar boyunca din adamları ve yöneticiler tarafından nasıl onaylandığını ve desteklendiğini ifade eder. İnsanlığın kurtuluşu, İsa’nınkine benzer biçimde bu çilecilikte yatar. Ruslar, tarihleri boyunca Rus Hıristiyanlığının biçimlendirdiği ve salık verdiği anlayışa uygun olarak, hükümdara ve devlete bir uşak gibi boyun eğmiştir. Bireyin aman vermez bir şekilde bastırılması Rusya’nın bin yıllık tarihine yol arkadaşlığı etmiştir. Dostoyevski de “en sonunda büyük ortak uyumun, tüm kabilelerin İsa’nın İncil yasasına göre kesin olarak uzlaşmasının son sözünü söylemelidir” dememiş midir?
Hem Lenin hem de Stalin, bu anlayışın en önemli takipçilerinden ve destekçilerinden biridir Grossman’a göre. Dünyada ilk kez sosyalist bir devrim yapmış, mülkiyet ilişkilerini yerle bir etmiş, o âna dek eşi benzeri görülmemiş bir toplumsal düzen kurmuş bir siyaset, özgürlük yerine istibdadı seçmiş ve her iki lider de o istibdadı sağlamanın bir yolu olarak Rus halkını Rus Hıristiyanlığının gözüyle görmeyi tercih etmişlerdir. Lenin de Stalin de bu Hıristiyanlığın köle ruhlu “tebaa”sını can-ı gönülden talep eder ve destekler.
Grossman’ın her iki lidere karşı kızgınlığı o kadar yoğundur ki, eleştirilerini tamamen kişiliklerine yöneltmekten çekinmez. Lenin’in sade yaşamı, ucuz giysileri, hayvanseverliği, çalışkanlığı vs. hiçbir şey ifade etmez yazar için. O, demokrasiden ve özgürlükten nefret eden, en küçük muhalefeti bile sindiremeyen ve gördüğü anda tepesine binmekten çekinmeyen, gözünü iktidar hırsı bürümüş ve bu iktidar için de her şeyi mubah sayan bir siyaset adamıdır. Lenin başka seslerden ve itaatsizlikten o denli hoşlanmaz ki, muhalifleri eleştirirken dahi onları yok sayarak, muhatap kabul etmeyerek, üçüncü kişilere karşı konuşur. Kedi okşayan Lenin’le muhalefetin kafasını ezen Lenin’in hangisinin gerçek olduğu sorusuna da şahane bir örnekle yanıt verir: “Bu karakter, insanlar arasında bir cerrahın hastane koğuşlarında davrandığı gibi davranır. Cerrahın hastalara, hasta yakınlarına gösterdiği ilgi, espriler, yaptığı tartışmalar, emeklilik yaşına gelmiş işçiler için duyduğu kaygı önemsiz ve boş şeylerdir. Bu cerrahın ruhu, neşterindedir.”
Lenin’in halefinin neden Troçki, Buharin ya da Zinovyev değil de Stalin olduğu sorusunu da yine kendi yanıtlar yazar. Lenin’i Lenin yapan gerçek özelliklere, kısaca elindeki neştere sahip olan en uygun aday odur.
Stalin’in kurduğu devletin en önemli ilkesi özgürlüksüzlüktür. Stalin de yasanın sadece bir despotluk silahı olan devlet yapısını, toprak sahibi köylüleri bile kul haline getiren, köylüleri yöneten prensleri birer uşağa dönüştüren devlet yapısını özgürlüklere karşı korumuştur. Stalin, acıma nedir bilmeyen toprak köleliği Rusya’sının bütün özelliklerini kendinde toplamış, sert, hain, ikiyüzlü, kinci ve kaba biridir. Bütün komitelerin, kurulların, Sovyetlerin aldığı kararlar ise zaten önceden alınmış devlet kararları, başka bir deyişle Stalin kararlarıdır. Bolşevik Partisi devlet partisi, devlet parti, parti de Stalin’dir. Stalin devletin kendisidir. Zaman zaman Stalin’in devleti kendi uşağı gibi gördüğünü de ifade eder Grossman.
Stalin’in karakteri, kurduğu güvenlik birimlerinde de ifadesini bulur. Özgürlükten ölesiye korkan, kuşkucu ve neredeyse paranoyak olan lider, Rus halkının çilekeş ve fedakâr karakterini sonuna kadar sömürdüğü gibi, tarihsel Rus polis ve istihbarat örgütlerini de kendine örnek alır ve geliştirebileceği kadar geliştirir. İşkenceli sorgulamalar, sürgünler, cinayetler, işkenceyle ihbarcı yapılan binlerce yurttaş… Özgürlüğü alt edemeyeceğini anlayınca onu kandırmaya ve yanıltmaya çalışan eli kanlı bir diktatör.
Devrim sonrası muhaliflerin ya da parti tarafından muhalif olanların gönderildiği, İkinci Dünya Savaşı toplama kamplarını aratmayan, yine Rus devlet geleneğine uygun olarak sürgün yeri Sibirya’da kurulan çalışma kampları, gulaglar. İnsanların açlıktan, işkenceden, sefaletten, soğuktan ve çalışmaktan sakat kaldığı, aklını yitirdiği, öldüğü gulaglar. Cezası bittiğinde “özgür” dünyaya salıverilen ama toplumun kendilerine böcek muamelesi yaptığı, çoğu zaten çalışamayacak durumda olan ve gulaga geri dönmek isteyen yüzlerce eski mahkûm. Bütün tahılına devletin el koymasıyla açlıktan kırılan, ayakkabılarının derilerini yiyen, ottan yaptığı unla ekmek yapmaya çalışan, sonunda ölümle tamamen yok olan yüzlerce köy. Şehirlerin ekmek kuyruğunda, açlıktan bayılmamak için önündekine tutulanlar. Bütün bunların sebebinin, halkın yeterince çalışmaması olduğunu söyleyen, işçi-köylü partisi olmasına rağmen, köylüleri insan yerine bile koymayan parti. Lenin ve Stalin gibi siyasetçilerin ortaya çıkmasını istemediği bu gerçekleri yazan edebiyatçıların mümkünse kafaları koparılmalıdır elbette. Kendileri için bir şey istiyorlarsa namerttirler, her şey devrim içindir. Devriminse kimin için olduğu muammadır esasında.