“Lütfen kuyuları hatırlatmayın. Kuyulara bakmaktan geldim ben buralara,” der anlatıcı “Kar ya da tuz” öyküsünde. Bakılan kuyuyu ve gelinen bir yolu işaret eder, mimler hikâye. Zira anlatıcının yolu uzundur; dilini kışa biçmiş ve uzadıkça dökülen, dağılan bir bedenden söz eder durmadan, dinlenmeden. Kuyu, İbrani dinlerin de vazgeçilmez Yusuf meseline bağlanan, gizil, bâtıni bir anlam da taşır özünde. Kar ya da tuzun bir arada ikame edildiği, karın ceza ve eza ile bir tutulduğu bir yoldan bahseder anlatıcı, anne ile hesaplaşma ve belki de yüzleşmedir beklenen, belki de uzadıkça insan denen mefhumdan uzaklaşan ve fakat yine o çemberin sınırlarına “yezidi çemberine” takılıp kalan hikâyedir asıl dert. Ayhan Geçgin Uzun Yürüyüş’te[1] edilgenliğinden de sıkılan, boğulan, hiçbir şey yapmak istememeyi dahi istemeyen kahramanına uzun ve sancıyan bir dönemeç göstermişti, romanda bağlanan sekans öyküde yalın bir acı ile bu kez Murat Özyaşar’da doğurur kendini.
“Bir zamanlar doğru sandığım, şimdiki pişmanlıklarıma dönmek için yoldayım,” der nitekim anlatıcı ve yine de Metin Kaygalak’ta varılan menzil ile eştir Özyaşar’ın yolu. Kaygalak, Yüzümdeki Kuyu’da[2] şöyle der: “Kimse görmedi. kimse görmedi/ bir kuyuya düştüğünü yüzümün.” Yüzün düştüğü bir kuyu ve kendine kış biçen anlatıcının karşılaşma, kırılma ve kendini bulmak üzere musallat olduğu bu ağır dil bir yerde şairin yüzünü düşürdüğü kuyudan el alan Özyaşar’ın, bu kez o yüze bakması üzerine, bu kez bakmaktan gelmesi üzerine “buralara” taşınır.
***
“Artık, kendimle karşılaşmanın vaktidir: Kuyulara tutulan aynalar gibi, karşı karşıya bırakılan iki ayna.” Anlatıcının dilinde bitmeyen bir hesaplaşma, birikmiş bir boşluk ve ora dediği çocukluktan bir kaçış vardır. Utanmanın çocuklukla özdeşleştiği anlatıcının kuyularında küflenen kimliğinde açılan yaralar, annenin siyahlığı, abi ile “Kokulu silgi” öyküsünde girilen gerilim hattından beslenen kin ve karakterin ayağı gibi aksayan topal bir dil. Özyaşar’da dil biraz da aksayan bir şeydir. Doğu’dan dile temas etmenin, dille acının bir tutulan politik ikliminin üvey sancılarını taşır anlatıcı. Kuyu biraz da ayna ile özdeştir nitekim. Kuyuya bakmak, bakmaktan gelmek sınanan bir varlığa denktir zira. Ayna Çarpması’nın[3] genel iklimine uygun düşen ağır ve aksayan bir dille teşhir edilen, âdeta gösterilen beden ve bedenden yayılan yara üzerine bir hesaplaşmanın varlığını sezdirir anlatıcı. Yüzün döküldüğü kuyu aynaların karşı karşıya bırakıldığı bir mekândır aynı zamanda. Dil Kaygalak’ta eğilip dökülürken, Özyaşar’da başkalaşır bu yüzden.
***
“Şimdi kuyulara ayna tutan ben, dilimde biten bu kışla nereye kadar…” der anlatıcı, bu sefer “Tuz ya da kar” öyküsünde. Özyaşar’ın gramatik denkleminde kuyuya ayna tutmak nereye varır bilinmez ama dil bu kez kışı da yük etmiştir kendine, Kuyu ve ayna özdeş ise mekân olan kuyunun ortadan kalktığı ve yalnızca karşı karşıya bırakılan iki aynanın hikâyenin sarmalını dokuduğu bir âna gelmiştir anlatıcı. Ve işte tam da burada Kaygalak’ın yüzünü dökündüğü mekânın varlığına bir itiraza dönüşür dil. Öyküde yer değiştiren sadece kar ve tuz değildir bu kez, karı önceleyen tuz ve yaradır bu sefer, mekânsızlığa, yüz’ün de ortadan kalktığı, yalnızca ve sadece karşılaşma’nın mekânın bizatihi kendisi olduğu bir zamansızlıkta asılı kalır her şey.
***
“Oysa Doğu’da her şey kendine kopuk / bir dille tutunmaktaydı.” Kaygalak’ta Doğu, dille tutunulan ve susulan bir yerdir biraz da. Doğu, kekeme ve ağır bir yaradır. Doğu’da tarif edilen çocukluk Özyaşar’da “oraya” nihai olarak tüm yolculukların varacağı yere, çocukluğa döner yine. “Bense dönmek istemiyordum bir daha oraya. Ora. Çocukluğuma,” der Ayna Çarpması’nın anlatıcısı. Kırılmanın neşet ettiği ve ayna sekansında öykünün gövdesini sırtlanan geçmişle bir olamamışlık, kaçış ve yine varılan çocuklukla yüzleşme aralığı. Kaygalak’ın dilin kanadığı ve annenin çocukluğun utancı olmasından uzak havzasında Özyaşar daha karaşındır. “Dağları ve suları unutsam, dokunsam / şimdi zamanına çocukluğumun, / yeniden dönsem suya ya da çırılçıplak / bir üşümeyle kendime.” Kaygalak’ta çocukluk atması istenen, arzulanan bir damardır. Kandır. Yaşama dair bir irkilmedir. Dönülmek istenmeyen ama ve yine tuzak ve farklarla örülü bir geçmiş değil, kandil ve anne ile üşüyen canlı hücredir çocukluk. Özyaşar’ın “Annem çok uzundu, uzun bir cümle kadar uzundu, git git bitmiyordu,” dediği yerde başlayan ve uzun bir hikâye denli anlatılamayacak kadar derinden işleyen yaralarına ses veren biraz da Kaygalak’ın “sonunda herkes / ah! Yenilir içindeki çocukluğa,” dediği yerden, oradan çocukluktan, geçmişe tutulan yüz ve yüzün döndüğü kuyudan, bakmaklardan alır gücünü, direncini.
***
“Hem zaten, avlumuzdaki kuyuya eğilmiş; kendi yüzümü görmüş, kırılan yine ben olmuştum o kuyunun karşısında.” Kuyuda kendi yüzünü gören kahramanın dilinden dökülen her acı Kaygalak’ta kuyuya dökülen yüz ve yüzde nakşolmuş kuyu ile yekparedir. Anlatıcının kuyudan, bakmaktan geldiği yer, “göz” görendir, Kaygalak’ta dökülen yüz ise bakılan ve görülendir bir bakıma. Tahkim edilen sınır, çizgi kırılmaya mahkûmdur. Nitekim kırılan yine Özyaşar’ın kahramanı olmuştur bu bahiste.
“Hangi cümleyle başlasam biraz / eksik kalır söylediğim her mesel / mızrak düşürdüklerim adına, inip / yüzleştim kuyunun dibindeki kuyuyla.” Kaygalak’ta da bir yüzleşme ve kendine varma meselesi şiirde dert edinmiştir kendine, nitekim Özyaşar’ın artık kendiyle karşılaşma vakti diyerek varılan kuyudan el alan, semantik bağlamda orada özdeşim kuran, yüzleşilen, karşılaşılan bir mekândır kuyu. Yusuf’un baba ile kurulan ortak yaşamdan ayrılan mekânıdır aynı zamanda. İnzivadır, pirlere ve okunan dualara, yalnızlığa duçar bir kendiyle tüm olma halinin birbirine fena halde dolandığı söz’ün de ötesinde, öncesinde var olan ima’ya dair uzun ve derin bir lekedir.
***
Özyaşar’ın Ayna Çarpması kitabı Kürtçeye Bîr[4] adıyla çevrilmiştir. Bîr Kürtçe kuyu demektir, aynı zamanda hatırlamak, hafızayla da bağlantılıdır kelime. Dilin evrildiği, beslendiği hafıza, kuyudan, Kaygalak’tan atıfla kuyunun dibinden biriken ve yüzleşilmesi gereken bir yaşantıdan alır özünü. Hafıza, bellek ve kuyu arasında dokunan sarmal birçok açıdan tetkik edilebilir bir dile işaret eder. Ama ve yine de Özyaşar ve Kaygalak’ta birleşen utanma ve onun açığa çıkmasını belki de dilin olanaksızlığı, felaketi ve kıyımı anlatan tanıklığın gölgesinden açığa çıkmakta. Ve biz yine Kaygalak’ta bilinene “Ah, anladım ki her söz bana dar” denilen yere, olanaksızlığın içinden türeyen hafıza ve kuyulara bakmakla yetineceğiz şimdilik.
***
Sözün darlaştığı, şairin demirden bir kıskaca tutunduğu, hastalıklı ve müphem bir noktaya varmıştır vezin. “Önce söz vardı,” diyen Özyaşar’ın her sözün dar olduğu, öncenin de sonraya çare olmadığı bir evrene değmek veya değinmek söz etmek istediğim. “Aslolan söz’ün arafında susmaktır / Brahim sabrıyla emzirdiğim / O Yusuf masalından,” der Kaygalak. Önce olan her şeyin bir ima olduğu düzlemde, öncesinin, söz’ün arafında susmayı ve bunu kuyu ile hemhal olmuş Yusuf’un meselinden bir ihsanla yapmayı üstlenmiştir şair. “Sustum / Doğu’da susmak ne kadar susmak / ah, acı ne kadar kendiydi,” diyen susmayı, sesi ve sözü önceleyen o anı uzun uzadıya hisseden ve bunu kuyuda bekleyen (bir çıkışı belki) Yusuf için söz ile suskunluk arasında, arafta kalmak üzere bir itikada dönüştüren Kaygalak’ın dilinde söz de acı ile eştir çünkü. Dil, acının havzasına dökülür, birleşir. Özyaşar’ın dere tepe dolaşıp yine ve fakat kendini bulduğu ırmaktan kaynağını aldığı şairin gölgesiyle, anlatıcının bedenin tek bir zaman evrildiği o yas günlerinden büyüyen bir matem, yakılan bir ağıttır kuyu. Bu yazı yetmez belki ama kuyuya eğilip bir kez daha bakmalıyız belki de, söz’ün ve ima’nın arafından.