Sosyalist Belediyecilik Mevzusu ve Es Geçilen Tanınma Politikaları

Bir süredir Türkiye'de, yerel yönetimlerin siyasi mahiyetleri üzerine kurulan diyaloglarda, kimi belediye başkanlarına “sosyalist” yakıştırmalarının yapıldığı görülüyor. Kamuoyunda ''yeniden belediyecilik'', kamulaştırma gibi hususların da sosyalist yerel yönetimler bağlamında ''yeniden'' tartışıldığı bir süreçteyiz denilebilir. Daha önceleri, 1970’lerde CHP’li belediye başkanlarınca, merkezî iktidarın tavrından farklı olarak “devletçi” değil, “halkçı” yönetimlerin ve bu bağlamda “toplumcu belediyecilik” uygulamalarının işlevsel kıldığına dair tartışmalar da yürümüştür. Bu tartışmalar, “halkçı” belediye başkanları önderliğinde yürütülen, kent halkının yerel yönetimde söz sahibi olması, kentsel hizmetlerin kamu yararını göz önüne alarak yerelden üretimi ve dağıtımı gibi politikalar bağlamında şekillenmiştir. Yazımda bu mevzuya girmeyeceğim. Lakin hem geçmişte hem de günümüzde, sosyalist yahut toplumcu belediyecilik yakıştırmalarının/tartışmalarının eksik bulduğum noktası, yerel yönetimlere dair bu şekilde tanımlamalar yapılırken, ele alınan hususların yalnızca ekonomi politik düzleminde inceleniyor olması ve dolayısıyla analizlerin, yalnızca metanın yeniden dağıtımı üzerine gerçekleşmesi, tanınma politikaları analizlerinin ise es geçilmesidir. Elbette bu tavrın altında yatan motivasyon, metanın yeniden dağıtımının eşitlikçi bir saikla gerçekleşmesiyle, tanınma politikalarına ayrıca gerek olmayacağı, sosyo-kültürel kimi kodlarla ezilmiş, aşağılanmış, sömürülmüş olanların ekonomik bağımsızlıklarını elde ettiklerinde zaten özgürleşecekleri yönündedir. Bu şu demektir; etnik, dinsel kimlikleri ne olursa olsun, cinsiyet tercihleri ne olursa olsun, hangi siyasi partiye üye olunursa olunsun, ekonomik yönden adil, eşitlikçi bir paylaşım olduğunda, insanlar özgürleşecek, kimse kimseyi ezmeyecektir?

Bu bakış açısının yankısını, diğer ülkelerdeki sosyalist belediyecilik tartışmalarında da yakalamak mümkün. 2020 yılında Transnational Institute, The Future is Public (Gelecek Kamusaldır) başlıklı, içerisinde farklı ülkelerdeki on bir adet yeniden belediyeleştirme örneğine yer verdiği bir yayın hazırladı ve bu çalışmanın tanıtıldığı toplantının açılış konuşmasını, “The Importance of Municipal Socialism to Reclaim Cities” (“Kentleri Geri Kazanmanın Önemi Açısından Sosyalist Belediyecilik”) başlığıyla David Harvey üstlendi. Hazırlanan yayına ve içerdiği yeniden belediyeleşme örneklerine bakıldığında, bu on bir yerel yönetime dair örneklerin sunumunun hepsinde, yukarıda bahsettiğim tavrın hâkim olduğu görülecektir; metanın ''eşitlikçi'' bir düsturla yeniden dağıtımı vesilesiyle, toplumsal, dolayısıyla da bireysel özgürleşmeye ''sözde'' imkân tanınması olumlanmış, tanınma politikalarına yer vermeye ise gerek duyulmamıştır. Zaten David Harvey'in açılış konuşmasında da benzer bir yaklaşım söz konusu. Marx'tan doğru sosyal adaleti tanımlayan Harvey'in ulaştığı sonuç, sosyalist belediyeciliğin, ekonomik sömürüyü ortadan kaldıracak uygulamaları benimsemesiyle, toplumsal ve bireysel özgürlüğün yakalanabileceği, bu sayede kendine ve topluma yabancılaşmış insanların da toplumsal hayata katılabileceği yönünde. Bu tavır şaşırtıcı değildir elbette; zira Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir adlı eserinde de metanın yeniden dağıtımını ele alırken tanınma politikalarına değinmez. Ona göre sosyal adalet ''bireysel ilerleme arayışında, toplumsal işbirliği yapma ihtiyacından doğan çatışmalar için adil ilkelerin uygulanmasıdır''[1], ki sosyal adalet ilkesinin iskeletini, ''adil yollarla sağlanan adil bir dağıtım'' oluşturur.[2]

Yeniden dağıtımın tanınma politikaları ile neden birlikte ele alınması gerektiğini incelemek bakımından, The Future is Public yayınında, on bir yerel yönetim örneğinden biri olarak yer alan Kanada Manitoba eyaletinin Winnipeg kenti ve katı atık toplama işinin yeniden kamusallaştırılması örneği yerinde bir örnek. Mesele, 2006'ya kadar CUPE (Kanada Kamu Çalışanları Birliği) adlı belediyenin kamu hizmetini sağlayan birimindeyken 2006'da özelleştirilen katı atık toplama işine, CUPE Local 500 oluşumuyla karşı çıkılması ve bu karşı çıkışla özelleştirmenin 2020'de kısmen lağvedilmesi meselesidir. CUPE Local 500'ün yeniden kamusallaştırma argümanlarını kuvvetlendiren belki de en önemli olay, 2016 yılında belgeseli de çekilerek kamuoyunda geniş yankı uyandıran, yerlilerin katı atık toplama işinde özel şirketçe sömürülmesi mevzusudur. Yerliler günlük işçiler olarak kötü koşullarda, çok az bir ücretle ucuz işgücü olarak çalıştırılıyordur. CUPE Local 500, bu sorunun çözümünü yeniden kamulaştırmada görür. 2020'de ulaşılan sonuç, bu bağlamda büyük bir kazanım olarak addedilir, zira artık bu tarz sömürülerin önüne geçilmiş olunacaktır.

Şubat 2021'de, medyaya yansıyan durum, beklenenin çok uzağında olunduğunu gösterir. Yeniden kamusallaştırma gerçekleştirilmiştir evet, fakat kamu çalışanları arasında ırkçı söylemde bulunanlar, bu bağlamda zorbalık ve taciz epey yaygındır. İnsan hakları ihlalleri o denli fazladır ki, CUPE Local 500, Belediye Başkanı Browman'a bu konuda yazılı bir beyanda bulur ve gereğinin yapılmasını arz eder. Bu beyandan önce de, husus hakkında Belediye Başkanlığı'na kimi müracaatlar olmuş, hak ihlallerinin, sistematik ırkçılığın takip edilmesi istenmiş fakat bir yankı uyandırılamamıştır. CUPE Local 500 Başkanı Delbridge, Browman'a ulaşan yazılı beyana yönelik ifadelerinde, şimdiye kadar ihlallere yönelik takibin yapılmadığını, bu yüzden de çalışma ortamlarının âdeta zehirlendiğini, endişelerini dile getiren çalışanların da mağdur olduklarını belirtir. Başkan Browman yine de sorumluluğu CUPE Local 500'e devreder, bununla da kalmaz, Winnipeg polis departmanı başkanı Chambers, belediye başkanına bu şekilde sert eleştirilerde bulunulmasının ve saygınlığının zedelenmesinin hoş olmadığını söyler, bir anlamda tehditkâr konuşur. Peki, yanlış giden nedir? Yeniden kamulaştırmaya rağmen, çalışanlar arası, hükümet destekli olarak da addedilebilinecek bu ırkçılık, insan hakları ihlali, neden yok olmamıştır?

Adorno'nun Minima Moralia'da yazdığı gibi, ''maddi gerçekliğin sadece mübadele dünyasından, kültürünse bu dünyanın egemenliğini yadsıyan her şeyden oluştuğu söylenirse, varolan varolmaya devam ettiği sürece, böyle bir yadsımanın da yanılsamadan ibaret kalacağı doğrudur elbet''.[3] Sosyalist belediyecilik tartışmalarının zayıf noktası, yeniden dağıtım politikalarının, tanınma politikalarından bağımsız olarak ele alınmasıdır. Fikrimce, bu tavrın tersi de hatalıdır, yani tanınma politikalarını, yeniden dağıtım politikalarından üstün görmek ve tanınma hususunu tabiri yerinde ise ''iş bitirici'' olarak ele almak. Bu yaklaşımı özellikle Axel Honneth'te izlemek mümkün. Honneth'e göre, sosyalizmde asıl belirleyici olması gereken, yeniden dağıtım politikaları değil, muhataplarının normatif hassasiyetlerini göz önüne alarak siyasallaşacak diğerkâm bireylerin, toplumsal özgürlüklerini gerçekleştirmek için müşterek olarak meydan okumalarıdır. Kamusal alanda bir araya gelecek yurttaşlar, böylelikle hem kendi mesajlarının muhatapları olacaklar, hem de toplumsal özgürlük normatif fikrinin, diğerleri ile birlikte belirleyicisi olacaklardır. Sosyalizm Fikri adlı eserinde şöyle yazar Honneth:

Eğer sosyalizm bugün artık sadece ekonomik alanda dışsal belirlenim ve yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasını değil, onun yanı sıra kişisel ilişkilerde ve demokratik irade oluşumunda baskı, tahakküm ve zorlamanın aşılmasını da amaçlıyorsa, normatif hedefi için beraber mücadele edeceği ortakları sadece siyasal kamuoyu arenalarında bulabilecektir. Çünkü sadece orada, toplum üyeleri, onları doğrudan kendi çıkarlarıyla ilgili olmayan konulardaki iyileşmeler için de mücadele etmeye muktedir kılan rollere bürünürler. Bu bakımdan bugünkü sosyalizm, artık öncelikle siyasal yurttaşın meselesidir, ücretli çalışanların değil -her ne kadar, gelecekte tekrar tekrar mücadele verilmesi gereken şeyler onların da meselesi olsa bile.[4]

Yeniden dağıtım politikalarının ve tanınma politikalarının birlikte mi, yoksa birbirlerine göre daha avantajlı bir şekilde mi kabul edilmeleri gerektiği bir tartışma konusudur. Örneğin, devletin tüm eylem alanlarına hâkim iktidar ideolojisi ile uyuşmayan bir politik aidiyete sahip birey yahut gruplar, yeniden dağıtım politikalarının eşitlikçi meta dağıtımı vesilesiyle özgürleşebilirler mi? Veya bu kişi veya gruplar, tanınma politikalarının adil bir şekilde işlediği, sosyo-kültürel yahut cinsiyet ile bağlantılı aidiyetlerinden doğru hiçbir ayrımcılığa uğramadıkları bir toplumda, eşitlikçi olmayan meta dağıtımının olduğu bir ortamda özgürleşebilirler mi? Fikrimce, iki sorunun da cevabı ''hayır'' olacaktır. Özellikle Türkiye'deki yerel yönetimler bağlamında bakıldığında, halihazırda iktidarın ''kabulleri'' süzgecinden geçerek valilik denetimindeki güvenlik soruşturmaları ardından işe alınan ve yine valilik denetiminde yapılan güvenlik soruşturmaları ile işten çıkartılan kamu çalışanlarının, bu işten çıkarmalara ses çıkarmayan yerel yönetimlerin, bu yerel yönetimlerin kendi siyasal tercihleri doğrultusunda, elenerek kabul görmüş ''makullerle'' yürüttükleri sosyoekonomik politikalarının hâkim olduğu bir ortamda, bu sorulara ''evet'' cevabını vermek mümkün değildir. Periferinin bu tavrı, merkezin de tavrıdır elbette. Ne de olsa Bourdieu’nun dediği gibi, ''resmi makam sahiplerinin bazı imtiyazlara sahip olmaları, ancak bu imtiyazları meşrulaştıran değerlere, en azından resmen saygı göstermek suretiyle o imtiyazları hak etmeleriyle mümkündür''.[5] Neresi olursa olsun, metanın yeniden dağıtımı, tanınma politikaları ile bir arada işler. Yeniden dağıtım ve tanınma politikalarına dair adaletsizlik bize, Bourdieu'dan doğru söylersek eğer[6], toplumsal dünyanın mantıksal ve ahlâki bütünleşmesinin temelinde olan, ''meşru sembolik şiddet tekeli'' ve ''tüm bakış açılarına dair bir bakış açısı'' olarak devletin, toplumsal dünyanın anlamına dair, toplumsal dünya hakkındaki ihtilafların bizzat koşulu olan mutabakatı da kurduğunu; ihtilafın mümkün olması için bile, uzlaşmazlık alanları ve uzlaşmazlığın ifade şekilleri üzerinde bir tür uzlaşma sağladığını gösterir. Bu uzlaşıda, kamu düzenine dair bir mutabakat sağlanarak, toplumsal sınıflandırmalar üretilecek ve kanonlaştırılacaktır.

Bourdieu, bu ''düzenlemelerin'' türediği mekânın, içinde idari alanın temsilcilerinin, yüksek memurların ve iktisadi alanla yerel siyasi alanın temsilcilerinin, belediye başkanlarının bulunduğu, yapılandırılmış bir uzam olduğunu belirtir.[7] Bir hudut dahilindeki yurttaşlar bütünü anlamındaki devleti meydana getirenin, bir ulusun kamu hizmetlerinin tamamı anlamındaki devlet olduğu[8] da, meselenin başka bir ifadesidir. CUPE Local 500 üzerinden verdiğim örnekte, kamu çalışanlarının tavrı da benzer bir açıklamaya tabidir; yeniden dağıtım sürecinde “eşitlikçi” saiklarla istihdam edilen yerliler, devletin tanınma politikalarının aynası olan kamu çalışanlarınca ötekileştirilmiş, psikolojik şiddete maruz kalmışlardır ki istihdam edilenler elbette ki “makul” yerlilerdir. Bourdieu'nün de belirttiği üzere, resmî olan, kamusal olandır ve kamusal grubun kendisini ''resmî hakikat içerisinde'' tanımlaması, iktidardan doğru kurgulanmış temsili üzerinden dışavurduğu fikirlerin tabiatını belirler. Bu fikirler, var olan eşitsizliklerin bir resmini çizecektir. Hem itibari değerlerin hem de tanınma politikalarının kaderini tayin edecek olan sembolik sermaye, devletin meşruiyet ve devamlılık kaynağı olan sembolik şiddeti var edendir.

Yeniden dağıtım ve tanınma politikalarındaki adaletsizliğin mahiyetine dair, Ahmet İnsel'in Sosyalizm başlıklı eserindeki, konuyla bağlantılı şu yorumlara katılıyorum:

Eşitliğin kabullenilmesi konusunda yaşanan bir zorluk var. Eşitliği, eşdeğerlik olarak tanımlamakta zorluk çekiyoruz. Bu nedenle, maddi eşitliğe dikkatlerimizi yoğunlaştırıyoruz. Kadın-erkek eşitliği, farklı etnik-dini kimliklerin eşitliği de maddi eşitlik kadar önemlidir. Birbirlerini tamamladıklarında sosyalist bir toplumun eşit öznelerini yaratırlar. Türkiye'de maddi eşitlik kadar, hatta ondan daha fazla dirençle karşılaşılan eşitlik, konumların eşitliğidir... Kadın-erkek, Kürt-Türk, Alevi-Sünni sorunlarının çözüm anahtarı, sosyalistler için eşitliktir.[9]

Burada İnsel'in bahsettiği eşitlik, yeniden dağıtım ve tanınma politikalarını bir arada ele alan eşitliktir. İnsel’in bu ifadesi, ''kamu yararının tekelini elinde bulunduranlar, aynı zamanda kamu kaynaklarına erişim tekelini de bulundurur'' diyen Bourdieu ile de örtüşür.

Özellikle yerel yönetim liderlerinin “halk için” gerçekleştirdikleri faaliyetler olumlanmadan önce, bu faaliyetler hem yeniden dağıtım hem de tanınma politikaları bağlamında analize tabi tutulmalıdır; yüzeysel bir iki örneği ele almakla yetinmek yerine, bu örneklerin izlendiği özellikle kurumsal sistemlerin sosyal politika tahlillerinin detaylı bir şekilde yapılması gerekecektir.


[1] David Harvey, 2019, Sosyal Adalet ve Şehir, 6. baskı, çev. Mehmet Moralı, Metis, s. 94.

[2] A.g.e., s. 95.

[3] Theodor W. Adorno, 2017, Minima Moralia, 9. baskı, çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, Metis, s. 48.

[4] Axel Honneth, 2016, Sosyalizm Fikri: Bir Güncelleme Denemesi, çev. Cem Şentürk, İletişim Yayınları, s. 131.

[5] Pierre Bourdieu, 2020, Devlet Üzerine: College de France Dersleri (1989-1992), 3. baskı, çev. Aslı Sümer, İletişim Yayınları, s. 113.

[6] A.g.e., s. 19.

[7] A.g.e., s. 36.

[8] A.g.e. s. 52.

[9] Ahmet İnsel, 2010, Sosyalizm: Esasa, Ufka ve Bugüne Dair, Birikim Yayınları, s. 78.