Savaş, Demokrasi ve Sol Siyaset

Sol siyasete dair “ahkâm kesmek” niyetinde değilim, ancak bir yandan ‘liberal demokrasilerin sonu’ ve dolayısı ile demokrasi üzerine tartışmaların gündeme geldiği, diğer yandan Ukrayna savaşı dolayısı ile, demokrasi ve sol siyaset konularında ciddi ayrışmaların yaşandığı bir dönemde her okur yazarın, bu konularda fikir yürütmek zorunda olduğunu düşünüyorum. Bilindiği gibi, bu iki konu özellikle Soğuk Savaşın bitiminden bu yana, daha fazla birbiri ile bağlantılı düşünmeyi gerektirdi. Soğuk Savaş’ın sonunda, Sovyetler Birliği tecrübesinin sonuçları, yani sosyalizm iddiasının özgürlükleri hiçe sayan otoriter rejimler ile sonuçlanmasının yarattığı toplumsal memnuniyetsizlikler “demokrasi”nin önemini teyit etmiş oldu. Doğrusu, Sovyetler ve daha sonra Çin deneyimi daha önce sol içinde eleştirel tartışmaların konusu olmuştu. Ancak, Sovyetler’in çözülüşü ile, bırakın sosyalizmi, sol siyaset toptan mağlup olmuş, kapitalist serbest piyasa ekonomisi ise rüştünü ispat etmiş, dahası “demokrasi”nin vazgeçilmez koşulu olarak kabul görmeye başlamıştı. Bu koşullar altında, liberal demokrasi ve sol demokrasi tanımları, en azından yaygın çerçevede, büyük ölçüde örtüşür hale geldi. Doksanlı yıllardan bu yana gelişen “liberal sol” söylemler ve siyasetler, bu süreçte yaşanan olaylar çerçevesinde bu örtüşmenin izlenebileceği bir yol izledi. En son Ukrayna savaşı konusunda, ABD dış siyaset söylemine paralel olarak, bu savaşın otoriter rejimlere karşı liberal demokrasinin mücadelesi olduğu iddiasının sol çevrelerde gördüğü kabul, bu örtüşmeyi daha ileri bir noktaya taşımış oluyor.

Önce, herkesin malumu ama hatırlanmasında fayda olan, modern demokrasilerin siyasal düşünce tarihine kazandırdığı yeni kavramlar etrafında başlayan kadim tartışmaya yeniden göz atalım.       

Aydınlanma düşüncesinin, tarihe tanıştırdığı ve modern demokrasinin çıkış noktası olan iki siyasal kavram özgürlük ve eşitlik idi. Bilindiği gibi, modern siyasal teoriler bu iki kavramın çeşitli yorumlarından ibarettir. Başlangıçta, eşitlik ve özgürlük kavramları birbirinden ayrılmaz biçimde tanımlanırken, zaman içinde bu iki kavramın pek de iyi geçinemeyebileceği anlaşıldı. Özgürlük esas alınınca, eşitlik, eşitlik esas alınınca özgürlük sınırlanabiliyordu.

Diğer taraftan, modern toplumun yönetim biçimi olarak şekillenen demokrasi ve cumhuriyet kavramları da büyük ölçüde birlikte tanımlanıyordu. Gerçi, sanayileşmiş Batı ülkelerinin bir kısmı cumhuriyet rejimini benimsemedi, ancak modern monarşiler sembolik kurumlar haline geldi. Yine de demokrasi ve monarşinin hiçbir türünün birlikte düşünülemeyeceği iddia edilebilir ve de ediliyor. Bu arada, demokrasi olmayan cumhuriyetler kuruldu, yine de bu iki kavramın da birlikte anılamayacağı iddia edilebilir, ediliyor.

Malum, modern dönem dediğimiz tarih de sanayi devrimi denilen büyük ekonomik dönüşüm ile zuhur etti. Diğer bir deyişle, insanlık modern siyasal kavram ve kurumlar ile, kapitalist ekonominin, burjuva sınıfın yükselişi ile birlikte tanıştı. Bilindiği gibi, modern demokrasi, kapitalist ekonomi yapısının, siyasal örgütlenme biçimi olarak tarihle tanıştı.  Bir siyasal kavram olarak “demokrasi”nin kökenini Antik Yunan siyasal felsefe ve pratiğine dayandırmak tümüyle isabetsiz olmamakla birlikte, bu tarihselleştirme aslında modern “Batı uygarlığı” kurgusunun ürünüdür. Modern demokrasi kavram ve pratiği tarihsel olarak “burjuva devrimleri” ve reformlarının sonucu idi. Amerika ve Fransa’da devrimler yolu ile önü açılan demokratik siyaset biçimi, İngiltere ve pek çok Avrupa ülkesinde reformlar eşliğinde bazı ülkelerde meşruti monarşi, diğerlerinde cumhuriyet çerçevesinde tanımlandı. 

Bu süreç içinde “Aydınlanma” süreci ve sanayi devriminin ürünü olan demokratik siyaset kurgusunun kapitalist ekonomik model çerçevesinde nasıl tanımlanması gerektiği büyük bir tartışmanın konusu haline geldi. Başlangıçta işaret ettiğimiz gibi, demokrasi kavram ve yöntemini belirleyen iki temel kavram olan özgürlük ve eşitlik ilkelerinin birbiri ile ilişkisi gerilimli bir zeminden hareket ediyordu. Bu gerilimin çıkış noktası, burjuva devrim ve reform süreçlerinin tarihe tanıştırdığı siyasal ve hukuki özgürlük ve eşitlik kavram ve pratiklerinin ekonomik düzlemde ne anlama geldiği sorusudur. Kapitalist ekonomik modelin ürettiği eşitsizliklerin demokrasi ilke veya kavramını zedelediği iddiası, siyasal ve hukuki eşitliğin ekonomik eşitlik ile birlikte düşünülmesi gerektiği sonucuna varıyordu. Diğer taraftan, ekonomik eşitlik iddiası ile yola çıkan “sosyal demokrasi” fikri, ekonomik eşitlik adına devlet/kamu otoritesinin ekonomik/sosyal alana müdahelelerin özgürlük kavram ve/veya ilkesini zedelediği itirazı ile karşılaşmıştır. Liberal demokrasi ve sosyal demokrasi iddialarının arasındaki temel fark bu zeminde şekillenir.

Diğer taraftan, kapitalist ekonomi politiğin eşitlik ve özgürlük kavramlarını birlikte düşünmeyi imkânsız kıldığı şeklindeki köklü itiraz en güçlü şekli ile Karl Marx tarafından ifade edildi. Marx’a göre, kapitalist ekonomi modeli, emeğin sömürüsüne dayalı tarihsel izleğin son halkasından ibaretti ve dolayısı ile insanlığın özgürleşmesi bu modelin aşılması ve eşitlik temelli bir toplumsal yapıya geçmesi ile mümkündü. Bu bakış açısına göre, liberal demokrasi tanımı ekonomik eşitsizliği sorun etmeyen “burjuva demokrasisi”, sosyal demokrasi ise burjuva demokrasisinin biçimlerinden biri idi. Halihazırda, gerek liberalizm/sosyal demokrasi ve kapitalist model, gerekse Marksizm ve sosyalist devlet tecrübeleri bu temel meseleler etrafında yapılan tartışmaları konu eden geniş bir külliyat oluşturuyor.

Kuşkusuz, tarihsel süreç içinde yaşananlar bu tartışmalar açısından ciddi kırılma noktaları oluşturmuştur. Bu kırılma noktalarının en önemlileri 1917 Bolşevik Devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş çerçevesinde kurulan küresel düzen ve Soğuk Savaş’ın bitişi idi. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Batı Avrupa’da yaygınlaşan sosyalist ve Marksist düşünce, sendika ve emek hareketleri ve nihayetinde Bolşevik Devrimi kapitalist ekonomi politik açısından büyük bir tehdit oluşturmuştu. Bu açıdan, ben de Soğuk Savaş’ın aslında Birinci Dünya Savaşı sonrasında başladığını iddia edenler gibi düşünüyorum. İki dünya savaşı arası Batı Avrupa’da yükselen otoriter/Faşist/Nazi iktidarlarının, Bolşevik devrimi sonrası, kapitalist ekonomi politik açısından daha ciddi bir “tehdit” halini alan “sosyalizm/komünizm”e karşıtlığı ile beslendiğini biliyoruz. Savaş öncesi, İspanya iç savaşı bu gerilim hattında sıcak çatışmaya dönüşmüş ve Franco rejiminin kurulması ile sonuçlanmıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrası, kuşkusuz otoriter rejimler, dahası faşizm ve Nazizmi, kapitalizmin sonuçları olarak tanımlamak suretiyle burjuva demokrasileri ile aynı kefeye koymayı sorunlu hale getirmişti. Tam da bu nedenle, Marksizm çıkışlı sol düşünce, münhasıran “otoriter rejimler” üzerine daha derinlikli bir sorgulama ihtiyacı duymuştur.

Doğrusu Marksizm çıkışlı sol düşünce, başından beri demokrasi tartışmasını içeriyordu, ancak, yaygın kabuller, liberal demokrasi tanımını “burjuva demokrasisi” olarak küçümseyen yaklaşımlar üzerine kurulu idi. İkinci Dünya Savaşı sonrası, özellikle Yahudi soykırımı gerçeğinin yarattığı sarsıntı, ‘otoriter rejimler’ üzerine daha derin bir kavrayışı davet eden ciddi bir kırılmaya neden olmuştu. Frankfurt Ekolü veya Eleştirel Teori çerçevesinde üretilen düşünce ve tartışmalar bu zeminde gelişti. Diğer taraftan, Stalin dönemi Sovyetler Birliğinde pekişen otoriter rejim ve bu rejimin nüfuzu altında olan ülkelerde (Macaristan ve Çekoslavakya) giriştiği müdaheleler, Avrupa’da sol aydınlar ve komünist parti siyasetlerini derinden etkilemiştir. Bu çerçevede, ikinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, Stalin dönemi Sovyetler’de yaşanan zorbalıklar, Hitler Almanya’sı ve Stalin Rusya’sının, “totalitaryanizm” kavramsallaştırması çerçevesinde değerlendirilmesine yol açmıştı. Sosyalizm ideolojisi adına işlenen insanlık suçları, sol siyaset tartışmalarının dikkatinin sosyalizm adına kurgulanan otoriter/totaliter rejimlere yoğunlaşmasına yol açmıştı.

Temel siyasi ayrımın demokrasi ve otoriterlik arasında olduğu şeklinde ilk bakışta sorunsuz gibi görünen bu yaklaşım, zaman içinde kapitalist ekonomi politiğin eleştirisini giderek daha fazla geri plana itmiştir. Sosyalizm adına otoriter/totaliterliğin mümkün olduğunun tarihsel tecrübe ile de görülmüş olmasının, siyasal düşünce zemininde kuşkusuz önemli sonuçları olacaktı. Ancak, bu süreçte, kapitalist ekonomi politik ile faşizm ve Nazizm arasındaki ilişki tümüyle göz ardı edilmeye başlandı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İspanya’da Franco rejiminin 1975’e kadar sürmüş olması, Fransa’da demokrasinin De Gaulle rejimi kalıbına girmesi sorun edilmedi. Diğer taraftan, Stalin diktatörlüğünün ve Sovyet bürokratik otoriter rejiminin yarattığı hayal kırıklığının, sol çevrelerde otoriterlik konusunda onları aratmayacak Çin’in Mao ve Kültür Devrimi’ne sempati beslemiş olduğunu da hatırlamak gerek.   

Bu çerçevede, sosyalizmin ve hatta eşitlik kavramını önceleyen tüm sol siyasetlerin kaçınılmaz olarak otoriterlikle sonuçlanacağı veya Hayek’in deyimi ile “köleliğe giden yol” olduğu şeklindeki liberal tez doğrudan veya dolaylı yoldan itibar kazanmış oldu.  

Soğuk Savaş’ın bitişine giden yolda Sovyet nüfuzu altında olan Doğu Avrupa ülkelerinde yükselen muhalefet hareketleri, Sovyetler Birliği’nin çözüşü ile bu rejimlerin yıkılışları, bir diğer tarihi kırılma noktası oldu. Bu süreç de sosyalizm “hayali”nin kaçınılmaz olarak otoriter rejimler üreteceği ve demokrasinin ancak kapitalist ekonomi politik zemininde yaşayabileceği şeklindeki liberal (veya neoliberal) iddianın teyidi olarak kabul edildi. Doksanlı yıllara gelindiğinde Sovyetler Birliği deneyimi bir yana, kaba sınıf indirgemeci analizler ile kapitalist ekonomi politiğin eleştirisine girişmek en hafif deyimle sığ bir yaklaşım haline gelmiş olması anlaşılır bir şeydir. Zira, böylesi sol yaklaşımlar, ekonomik hak ve eşitlik dışındaki özgürlük arayışlarına kör kalmak suretiyle eleştirel siyaset üretme imkanını yitirmişlerdi.

Ancak, bu sığlık ve körlükten uzak durma çabası güden ‘liberal sol’ dediğimiz yaklaşımlar, ekonomi-politik sorgulamasından ve ekonomik hak ve eşitlik vurgusundan da uzak durmaya başladılar. Dahası, demokrasi ve özgürlük kavramlarını öne çıkarma çabaları, bu kavramların neoliberal tanımlarının içselleştirilmesi yönünde ilerledi. Kuşkusuz sol özgürlük vurguları, neoliberallerin tüketme özgürlüğünden ziyade bireysel, etnik, cinsel, inanç özgürlüklerine odaklıydı. Bu çerçevede, ekonomik eşitlik vurgusunu ihmal eden özgürlük anlayışının, siyasal çatışmanın alanını kültür savaşlarıyla sınırlayan neoliberal siyasetler ile örtüşebileceği göz ardı edildi. Böylece, ekonomik eşitlik iddiası ile özgürlükler konusunu göz ardı eden yaklaşımların sonucunun otoriter siyasetler olduğu gerçeği, ekonomik hak ve eşitlik vurgulu siyasetlerin itibar kaybetmesinin sonucunun da kapitalizmin yeni bir vahşi döneme girmesi gerçeğini gölgede bıraktı. Sonuç, sol siyasetlerin kapitalist ekonomi politiği sorgulama ve eleştirellik kabiliyetinin zayıflaması ve toplumsal destek kaybı oldu. Bu zaaf, özellikle son on yılda, dünya çapında popülist otoriter parti, söylem ve rejimlerin yükselişinin en önemli nedenlerinden biri olarak değerlendirilebilir.

Kapitalist ve/veya post-kapitalist ekonomi politik ve otoriterlik arasındaki ilişkinin göz ardı edilmesi, Batı dışı ülkelerde, otoriter rejimlerin köklerini, kültürel, dinsel, tarihsel nedenler çerçevesinde yorumlamaya yani sol eleştirel bakışların giderek kültürselci ve Oryantalist zemine kaymasına zemin hazırladı. ABD ve Batı Avrupa’da, aşırı sağ popülist söylem ve siyasetlerin yükselmesi, bu çerçevede gelişen demokratik zaaflar da hali hazırda yaygın olarak, benzer biçimde kültür savaşları ve ideolojik ters tepmeler olarak yorumlanıyor.

Son olarak, Ukrayna savaşı sol düşünce çerçevesinde yeni bir kırılma noktası oluşturdu. Her şeyden önce, sol siyaset içinde değerlendirilen yeşil hareketinin, Almanya’da çıkış noktası olan ‘nükleer karşıtı’ aktivizmden, mevcut enerji krizi koşullarında nükleer santrallere “yeşil ışık”a savrulması bile başlı başına ciddi bir siyasi tartışmayı hak ediyor. Rusya’ya ekonomik yaptırımlar konusunda ikircikli tavır göstermiş olan Sosyal Demokratlara karşı koalisyon ortağı Yeşiller Partisi’ne göre, Ukrayna savaşının sonucu çıkan enerji krizine cevap olarak nükleer santraller konusunda taviz vermek, demokratik siyasetin gereği. Zira, Yeşillere göre bu savaş otoriter-işgalci rejimlere karşı demokrasiler ve demokratik değerlerin mücadelesi.

Diğer uç bir örnek, popüler sol düşünür Zizek’in benzer bir yaklaşıma dayanarak, “solculuğun koşulsuz Ukrayna’yı desteklemeyi gerektirdiği”ni ilan ettiği “Pasifizm Ukrayna Savaşına Verilen Yanlış Bir Cevaptır” başlıklı makalesi (21 Haziran 2022, The Guardian, “Pacifism is the wrog response to the war in Ukraine”). 22 Haziran 2022, Counter Punch’ta Ron Jacobs’un Zizek’e verdiği cevap (“Slavoj Zizek Does His Christopher Hitchens Impression”) bize sol düşünce/siyaset dünyasında bir önceki en büyük kırılma noktası olan Irak işgali tartışmasını da hatırlatmış oluyor. Jacops’un Zizek’i benzettiği Hitchens, o dönemde sol geçmişten gelenler arasında ABD’nin Irak işgalini destekleyen sembolik isimlerden biri idi. O zaman diğer bir çarpıcı örnek de Çekoslavakya’da komünist rejimin yıkılışı sürecinde demokrasi kahramanı olarak yıldızlaşan yazar ve o dönem Çek Cumhurbaşkanı olan Vaclav Havel’in benzer tutumu idi. O dönemde de Irak işgali Saddam Hüseyin diktatörlüğüne karşı “insani müdahalecilik” çerçevesinde değerlendirilebiliyordu.

Tüm bunlar tekil, şahsi veya tesadüfi olaylar olarak görülmemeli. Ekonomi-politikten bağımsız bir çerçevede otoriterlik ve demokrasi çatışmasının siyasal eleştirel düşüncenin merkezine yerleşmesinin kaçınılmaz sonucu, demokrasinin “(neo)liberal” tanımının sol içinde dolaylı yoldan kabul görmesi oldu. Burada, “demokrasinin liberal tanımı”ndan kastettiğimizin demokrasinin kapitalist ekonomi-politik ile özdeşleştirilmesi olduğunu hatırlatmak isterim.

Bu savaşı otoriter rejimler ile liberal demokrasiler arasında dünya çapında bir karşıtlık olduğu şeklinde tanımlayan, ABD dış siyaset söylemi, neo- liberal demokrasi söylemi çerçevesinde şekilleniyor. Şöyle ki, Ukrayna’da yaşanan çatışmanın bu çerçevede tanımı, Rusya örneği üzerinden emperyal yayılmacılık, askeri müdehale ve savaş politikalarının, otoriter rejimlere özgü olduğu iddiasını pekiştirmek suretiyle, liberal demokrasi iddialı rejimleri sorgulama dışı bırakıyor. Oysa, İkinci Dünya Savaşı sonrası, iki binli yıllar da dahil olmak üzere, liberal demokrasi iddialı ülke ve yönetimlerin pek çok askeri müdahalesine sahne olmuştur. Halihazırda, ‘liberal demokrasi’ adı altında yürütülen propagandist demagoji, bu hususun vurgulanmasını otoriter rejimlerin savunusu ve/veya demokrasiler ile bir tutulması olarak takdim ediyor. Otoriter rejimlerin propagandist söylemlerinin anti-emperyalizm kılıfı altında otoriter, yayılmacı, savaşçı siyasetlerini meşrulaştırıyor olmasının liberal demokrasi demagojisini pekiştirdiği bir gerçek. Ancak, asıl önemlisi, küresel ölçekte bir güç mücadelesinin taraflarının, siyasi tartışmayı ustalıkla bu iki seçenek arasında seçim yapmak gibi bir darboğaza sıkıştırılıyor olması.

Bu koşullar altında, sol adına birileri, ‘anti-emperyalizm’ iddialı otoriter rejimlere destek verirken, diğer bazıları ise ‘demokrasi savunusu’ iddialı, küresel rekabet ve çatışma politikalarında NATO’nun gönüllü askerliğine soyunabiliyor. Zizek’in söz konusu ettiğim yazısında, pervasızca “Daha güçlü bir NATO’ya ihtiyacımız var,” diyebiliyor. Bu iki ucu birbirinden kirli parantez içine sıkışan sol siyasetlerin insanlığa vadedeceği hiçbir şey olamaz. Nitekim, tam da bu nedenle, dünya bir yandan otoriter popülizme, diğer yandan militarizmin liberal savunusuna savrulmuş vaziyette.       

Her şeyden önce, solculuğun gereğinin, “otoriter rejimlere karşı hepimiz adına mücadele ettiği eden Ukrayna’ya koşulsuz destek vermek olduğunu” ileri sürenlerin, en hafifinden Fransa’da petrol rafinelerinde geçim derdiyle grev yapanları çalışmaya zorlayan Macron iktidarının yanına düştüklerini hatırlatmakta fayda var. Kapitalizm/post-kapitalizm sorgulamasını geride bırakan sol eleştirel düşünce ve siyasetlerin vardığı yer burası. Tarihte, münhasıran sol/liberal düşünce ve siyaset tarihinde bu yol ayrımları ile ilk kez karşılaşılmıyor. Sonuçta “liberal müdahalecilik” geçmişte de, doksanlı yıllardan sonra da, ‘insancıl’ değerler ile meşrulaştırılmıştı. Muhafazakâr ve sol iddialı siyasetler bu noktada kesişmiş, doksanlı yıllarda Irak işgali ABD’de Bush (Cumhuriyetçi Parti) ve İngiltere’de Blair (İşçi Partisi) öncülüğünde gerçekleşmişti.

Diğer bir kördüğüm, demokrasilerin katılım/temsil vurgusu ile çoğulculuk iddiası arasındaki ezeli gerilim zemininde yaşanır. Doksanlı yıllarda, sol siyasi düşünce çerçevesinde sınıf çatışması merkezli analizlerin yerine, devlet/sivil toplum çatışması ve demokrasi/otoriter rejim ayrımı vurgusunun öne çıkıyordu. Sol düşünce zemininde, liberalizmin sivil toplum ile burjuvaziyi özdeşleştiren anlayışının ötesinde, yeni toplumsal hareket ve insiyatiflere gönderme yapan bir sivil toplum tanımı yapıyordu. Ancak, neoliberal ekonomi politik çerçevesinde, bu sivil toplum tanımının siyasi açılım alanının ne olacağı sorunu aşılamadı. Özellikle “küresel sivil toplum” tahayyülü, kurumsal garantilerden yoksun bir boş gösteren haline geldi. Örneğin, sermayenin küreselleşmesinin önü sonuna kadar açılırken, emekçi ve güvencesizler kitlesinin hakları ve temsili söz konusu olmadı. Bir yandan sol, toplumcu siyasal değer ve söylemlerin geri plana itildiği alanı sağ ve sol popülizm aldı. Diğer yandan siyasal katılıma indirgenmiş demokrasi tanımı “çoğunlukçuluk” ile sonuçlandı. Çoğunlukçuluk karşısında demokratik çoğulculuğun güvencesi olarak görülen, başta “insan hakları” ve “azınlık hakları” gibi evrensel değerler merkezli kurum ve yaptırımlar, dış politikada jeo-politik çıkarlara rehin oldu. İç politikada ise, “hukuki” alanın “siyasal” alana tahakkümünden başka bir dengeye kavuşamadı. Çoğunlukçuluğun, değerler öncelikli demokrasi anlayışının zaafa uğratmasına karşı, hukuki alanın demokratik seçim/katılımın önüne geçmesi juritokratik zaafa savrulma riski oluşturdu.  Bu gerilimin en iyi örneklerinden biri Pakistandır, Brezilya da yakın geçmişte ve halen bu türden bir gerilimin örneği olarak değerlendirilebilir. Ancak bu konu Batı dışı veya zayıf demokrasilere özgü bir sorun değil. ABD’de bir sonraki seçimde Trump’ın seçilme ihtimaline karşı yürütülen hukuki mücadelenin seçmen iradesine karşı bir tedbir olduğu açık. Diğer taraftan, Yüksek Mahkeme’nin (Supreme Court) kürtajın yasaklanmasının önünü açan kararı da bireysel özgürlüklere karşı büyük bir darbe olarak tepki çekiyor.

Kısacası, (Antik Yunan düşüncesi bir yana) modern siyaset tarihi boyunca tanımı tartışmalı olan “demokratik siyasetler”i, en başından ama güncel sorunlar çerçevesinde yeniden ve kökten tartışmamız gereken bir dönemdeyiz. Modern siyasi düşünce tarihi boyunca, sıklıkla otoriter siyasetlere felsefi, siyasi itibar kazandırmak çerçevesinde de sorgulanmış demokrasi kavram ve tartışmalarına karşı, ben bu tartışmanın demokrasi ütopyasını korumak adına yapılmasından yana olanlardanım. Sol siyasi düşüncenin, öncelikle liberal/neoliberal demokrasi tanımından uzak durması ve sorgulama konusu yapmasının, bu tartışmaya önemli bir katkı olacağını düşünenlerdenim.

Gelişmiş Batı ülkelerinin liberal/neoliberal ekonomi politik temelli demokrasi deneyimlerini, Batı dışı otoriter rejimlere karşı “demokrasi modeli” olarak görmek, bir yandan jeo-politik güç çatışması ve rekabet ilişkilerine “demokrasi mücadelesi” meşruiyeti kazandırıyor, diğer yandan, demokrasi kavramının itibarını zedeleyerek, dünya çapında otoriter rejim ve söylemleri popülerleştiriyor.

Sol iddialı siyaset söylem ve pratiklerinin ekonomizm ve sınıf indirgemecilikten kaçınmak adına, demokrasi tanımının iki kurucu kavramı olan “eşitlik” iddiasını ihmal etmesi, neoliberal demokrasi tanımları ile buluşmasına neden oldu. Kuşkusuz, eşitlik vurgusunun gözden düşmesinin en önemli nedenlerinden biri, eşitlik adına özgürlükleri önemsemeyen otoriter rejim ve söylemlerden uzak durma çabasıydı.  Ancak nedense, reel sosyalizm deneyimi, sosyalizmin ötesinde “eşitlik” vurgulu siyasi düşüneceyi boşa çıkarmış sayılmasına rağmen, kapitalist ekonomi-politiğinin insanlığa maliyeti, kapitalizmin daha fazla sorgulanması yerine, neredeyse demokrasi ve özgürlüklerin yegâne zemini olarak kabul görmeye devam etti. Dahası, liberal sol düşünce ve siyasetlerin neoliberalizmle buluşma zeminini döşedi.

Özellikle doksanlı yıllardan sonra, sol cenahta da hak ve özgürlük söylemleri, öncelikle ekonomik eşitlik veya en hafifinden ekonomik adalet fikri ile yollarını ayırdı. Sol eleştirel düşünce, bir yandan evrensel değerler iddialarına, modernizm eleştirisi çerçevesinde kuşku ile bakarken, diğer taraftan, başta "insan hakları" olmak üzere, siyasi mücadele alanının dışına çekilen ve kurumsal güvenceden yoksun evrensel haklara odaklandı. Sağ ve sol siyaset ayrışmasının yerini alan kimlik siyasetlerinin yerini alan, cinsel, dinsel, etnik vb. ayrımcılığa karşı ve azınlıklarını hak ve özgürlükleri mücadelesi, giderek büyüyen ekonomik eşitsizlik temelli sorunları, (çoğunlukla da sağ) popülistlerin oyun alanına terk etmiş oldu. Dahası demokrat, sol ilerici siyasetler olarak öne çıkan cinsel ayrımcılık karşıtlığı, çok kültürlülük, azınlık hakları söylemleri, ekonomi politik eleştiriden bağlarını kopardığı ölçüde, “seçkinlerin söylemi”, “kültürel kibri” olarak algılanır oldu. Bu söylemlerin küresel sermaye ve kozmopolit elit ile temsil ediliyor olması karşı tepki yarattı. Sol liberal, sol demokrat söylem ve siyasetlerin neoliberalizm ile bir diğer önemli kesişme alanı bu çerçevede oluştu.

Diğer taraftan, sol siyasi düşünce ve siyaset çevrelerinin kaba emperyalizm analizlerinden uzak durma çabası, kapitalist ekonomi politiğin savaşçı, militarist boyutunu göz ardı etmek noktasına vardı. Şimdilerde, Ukrayna savaşını, kapitalist ekonomi politik çerçevesinde yaşanan küresel hakimiyet savaşları yerine otoriter rejimlerle liberal demokrasilerin mücadelesi olarak görmek bu bakışın sonuçlarından biri. Ukrayna’nın özgürlüğünü, bağımsızlığını savunan bir demokrasi olduğu iddiasından hareket eden, Ukrayna’ya destek iddiasının da (ne kadar yadırgatıcı olabileceğini tahmin etsem de) küresel çatışmanın Batı ittifakı tarafından dolaşıma sokulan bir masal olduğunu söylemek zorundayım. Putin Rusya’sı ne otoriter Rus siyasi kültürünün ne de Putin’in diktatör kişiliğinin sonucu değil, Sovyetler’in çözülmesi ve serbest piyasa ekonomisine geçiş adı altında kaynaklarının talan edilmesi ve mafya devleti haline gelmesinin ürünü. Şimdilerde, Putin yanlısı oligarkların mallarına el koyanlar zamanında Rusya’nın talanından nemalanıyordu, halen Putin yanlısı olmayan oligarklara itirazları yok. İtirazları olmadığı gibi İngiltere’de Lordlar Kamarası’na girmiş olanları bile var. Ukrayna da demokrasinin zor da olsa mesafe aldığı bir rejim değil, orası da benzer bir süreç içinde şekillenen bir oligark cumhuriyeti. Bugüne kadar siyasi mücadele, Rus yanlısı olanlar ile Batı yanlısı oligarklar arasındaki mücadele idi. Olan, yolsuzluk, fakirlik, yozlaşma ile boğuşmak zorunda kalan Ukrayna halkına oluyor, o ayrı. Yolsuzluklara karşı kazandığı popülerlikle iktidara gelen Zelenski de siyasi desteğini Rus karşıtı oligarklardan alıyordu. Diğer taraftan, küreselleşme ulus devleti anlamsızlaştırıyor diyenler, şimdi “ulusların kaderini tayin hakkı”ndan, “ulusal direniş”ten dem vuruyor, vatan uğruna can verilmesini telkin eden milliyetçilik yerine bireyin hayatının her şeyden önemli hale geldiğini vurgulayanlar, vekaleten savaştırdıkları gariban Ukraynalılara “vatanları için ölmenin” faziletlerinden söz ediyor.

Sovyetler Birliği yıkıldı, Çin kapitalizme açıldı, dünya bir serbest piyasa cenneti haline geldi, ama liberal/neoliberallerin iddia ettiği gibi ne yoksulluk, ne savaşlar, ne ulus devlet, ne milliyetçilik, ne de militarizm bitti. Kapitalist ekonomi politiğin ve insanlığa maliyetinin, kaba, sığ sol analizler ile kavranamayacağı açık, dahası toplumsal ilişkiler gittikçe daha da karmaşıklaşıyor, özgürlük talepleri giderek daha da çeşitleniyor. Ancak, kapitalist ekonomi politik ve ideolojik ifadesi olan neoliberal söylemi derinlemesine sorgulamaktan kaçınarak dünyada olan biteni kavramak da, itiraz etmek de mümkün değil diye düşünüyorum.