Saçma: Deli ve Gerçek

İki bilgi dünyası arasında kalmış kişidir deli, bir tarafta Beckett'in de işaret ettiği, göz kamaştırıcı ışıklar saçan “bilinmeyen”, öte tarafta yerleşik bilginin konforu. Burada parıltısından ötürü kolay kapılınabilecek soru 'Bilinmeyen nedir?" gibi görünüyor, oysa “Bilinen nedir?” daha tuhaf bir sorudur ve bu kapı bilinmeyene ve deliliğe, deliliğin gerçekliğine açılır.

“Bilinen nedir?” diye sorduğumuzda ister istemez yabancılaşmayı davet ederiz zihnimize. Zira bilinmeyen her şeyden önce bir perspektif sorunudur: Bir noktadan, belirli bir açıyla bakarız, bu açının bütünler açısı (aslında bütünler açı, bir açıyı 360 değil, 180 dereceye tamamlar, fakat şimdilik 360 dereceye tamamlayan bir terimmiş gibi düşünelim) görüşümüzün dışında kalır. Tabii ki noktayı değiştirip, bütünler açının bir parçasını daha görebiliriz, fakat bu durumda da bakış açımız değişmeyecek ve bu yeni noktadan çıkan açının yine bir bütünler açısı olacak, ne yöne dönerseniz dönün arkanız hep arkanızda kalacaktır. Bunu çeşitli mekanizmalarla, mesela ayna düzenekleriyle aşmaya çalışabiliriz, burada da 360 derecelik, küresel bir görüş oluşturabilmek söz konusu değildir, fakat oluşturabildiğimizi varsayalım; bu, işleri kolaylaştırmaktan çok daha karmaşık bir hale getirecektir, fakat bunu açıklamak da bu yazıyı içinden çıkılmaz bir ip yumağına dönüştürecektir.

“Bilinen nedir?” sorusunun davet ettiği yabancılaşma yaklaşık olarak bir üst paragraftaki karmaşıklaşmaya benzer, basit görüş olgusunun içine “bütünler açılar” gibi kavramlarla girişilen bir açıklama dolmaya başlar. Şimdi bir düşünce deneyi yapalım ve görüşümüzü değil, fakat gördüğümüzü tanımlamaya girişelim. Önünüzde muhtemelen bir bilgisayar, bir kitap, bir dergi vs. var; benim önümde bir bilgisayar var, odanın geri kalanı periferal (dış çevresel) görüşümün içinde kalıyor, bu bana odaklandığımı gösteriyor bir yandan, yazının baktığım satırı ve onun biraz üstü ve altı net değil, o da periferal görüşüm içinde kalıyor, bilgisayar (ya da daha doğru bir Türkçeleştirmeyle “işlemci”) bana çeşitli katmanlarda çeşitli hikâyeler anlatıyor, gerçekliğin hikâyesini, daha doğrusu kendi gerçekliğinin hikâyesini.

Birincisi bu bir aygıt. Yaklaşık 200 yıldır aygıtlar yapıyoruz, ondan önceki milyonlarca yıl boyunca aletler yapıyorduk, bilgisayar yapmaya taş, odun ve kemikten aletler yaparak başladık. Böylece konuyu açmak için adımımızı atar atmaz üç milyon yıl öncesine ışınlanmış bulunuyoruz. Bilgisayarın (bu noktadan sonra kendisine işlemci diyeceğim) anlattığı kendi gerçeğinin hikâyesinin başka katmanlarına geçmeyelim ve bu katmanı da burada bırakıp bu milyonlarca yıllık ışınlanmayı bir düşünelim.

Bunun abartılı bir yaklaşım olduğu iddia edilebilir, ne var ki işlemci kaçınılmaz olarak tarihsel-kolektif alet yapım pratiğimizin bir parçasıdır ve bu bilgiyi kaçınılmaz olarak taşır, kaba taş balta ya da dibek olmaksızın işlemci mümkün değildir. İşlemciye her baktığımızda taş baltaya ya da buharlı lokomotife de bakarız. Onlara içrek olan bilgi, yapmanın bilgisi, önümüzdeki her alet ve aygıtta üst üste binerek konuşur. Bir alet ya da aygıtla edindiğimiz deneyimin bir başka alet ya da aygıta aktarılabilir olmasının sebebi budur. Bu bilgi, bu ses gündelik hayatta bir konfor seçimi olarak göz ardı edilir ve sadece “sorun”un gerektirdiği hallerde geri çağrılır. “Bilinen nedir?” sorusu ise bu bilgiyi ve etrafımızı saran her bir şeyin her katmandaki bilgisini geri çağırmayı gerektirir. Zira burada bilgiyi geri çağıran “sorun” gündelik konfor seçimleri sonucunda alışılageldik olanın ne olduğuna ve ötesinden neyin yer aldığına dairdir.

Gerçeklik çok parçalı bir şeydir. O kadar çok parçalıdır ki beynimiz aşırı yükleme yaşamamak için bu parçaları gruplar, sınıflandırır ve çoğunu yok sayar. Yok sayılmayan mikroskobik bir kısım varlığın gürültüsü içinde gördüğümüzdür, bu “dikkat”tir. “Bilinmeyen nedir?”e doğru yol almaya çalışan “Bilinen nedir?” sorusu, özellikle ayna karşısında kendine dair sorulduğunda (ben kimim, ne yapıyorum, davranışlarımın altında ne var?) bu çok parçalılığın kapılarını sonuna kadar açtığı için yabancılaşmayı çağırır.

Yabancılaşmaya geçmeden önce, ele aldığımız bu içgüdüsel ve canhıraş yönelimin ve soruların bilimsel yöntemle olan farkının farkında olduğumu söylemem gerek. Bilimsel yöntem bu kontrolsüzce her şeyi odağa almaya çalışma halinin, doğal olarak odaksızlığın tam tersidir. Bilimsel yöntem bilinçli bir dikkat halidir ve Wittgenstein'den yola çıkacak olursak, şeylerle değil, şeylerin içrek olduğu olgularla ilgilenir. Bilimsel yöntem beynin çalışma prensiplerinden olan gruplama, sınıflandırma ve yok saymayı bilinçli bir şekilde kullanarak odağını daraltır ve küçük bir parçaya bakarak bir sonraki mantıksal soruyu sormaya çalışır. Bu yüzden de bilimsel yöntem bilinmeyenden, bilinmeyenin küçük bir parçasını bilinene çekerek çıkarken, deliliğe açılan kapı olarak burada incelediğimiz “Bilinen nedir?” delinin bilinmeyen içinde kayboluşuyla sonuçlanır.

Yabancılaşma “saçma”ya girmektir. Çünkü yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi, yerleşik ve normal olanın aşırı analizidir. Bu yanlış anlaşılmamalı, saçma olan yöntem değil, yabancılaşanın kendisidir. Burada saçmayı tiyatrodaki ve edebiyattaki anlamıyla (absürd) koşut kullanıyorum, çünkü Ionesco'nun bacakları sürekli uzayan ölüsü gibi Yabancılaşanın bilinene getirmeye çalıştığı açıklama sürekli uzamakta, parantez içinde parantezler açılmakta ve ilk cümleden sonsuz bir açılımla uzaklaşılmaktadır. Bunun çözümü yabancılaşmanın hızı ve yoğunluğunun çarpımıyla hem ters hem de düz orantılıdır (ki saçma burada da kendini belli eder). Zira hız ve yoğunluk ne kadar fazlaysa yabancılaşan varlık ve varlığıyla o kadar karmaşık bir ilişki kuracak, fakat bunun nihai sonucu olarak yabancılaşmaya yabancılaşarak yerleşik olanın içinde tekrar bir yer bulacaktır. Bu yeni yer deliliktir.

Fakat deliliğe gelmeden önce yabancılaşmanın içinde biraz daha dolaşalım ve dinamiklerine bakalım. Yabancılaşmaya yol açan ilk itkinin ne olduğu bu yazı özelinde önemsizdir, zaten böylesi bir itkinin niteliği, hatta varlığı tartışmalıdır. Yabancılaşma bir eksiklik duygusundan başlar, bilgide bir eksiklik, herkesin bildiği fakat yabancılaşanın bilmediği bir şey. Bilinmeyenin içinde yer alan ve herkesçe taşınan bir bilgi. Bu bir inceleme süreci yaratacaktır ve bu inceleme süreci muhtemelen tesadüfi olarak karşılaşılan bir itkiyi öğelerine ayırarak başlayacaktır. Mesela kişi tesadüflerin doğasına takılabilir, zira tesadüfler kurgulanabilirliğiyle muhteşem bir yabancılaştırıcı unsurdur. Hayatın normal akışı içinde tesadüf sürreel bir olguya bağlanarak evcilleştirilmiştir. "Tam seni düşünüyordum ki telefon ettin," dostluğun karşılıklı oluşuna bağlanan bir heyecan ve coşku sebebidir. Ya da "dünya küçük"tür veya "Allah’ın işine akıl sır ermez". Bunlar akıl sağlığı mekanizmalarıdır ve toplumu tesadüfün dinamiklerini düşünmekten kurtarır. Yabancılaşmada ise bu türden mekanizmalar birden ya da aşamalı olarak devre dışı kalır.

Böylece, yine birden ya da aşamalı olarak, yabancılaşan kişiliğin, varlığın, yapının dinamiklerini algılamaya başlar. Bu yüzleşme yukarıda bahsettiğim varlığın çok parçalılığı ve çokluğu yüzünden dilde ifadesini kolay bulmaz, bir önceki yazıda bahsedilen delinin dilinin ortaya çıkış sebeplerinden biri bu çokluğa kestirmeler bulmaktır. Eğer böylesi bir dil girişiminin başarıya ulaşmasının kıstası bu dinamiklerin tam bir haritasını çıkarmaksa, bu hüsrana mahkûm bir girişimdir. Çünkü tesadüf, ya da yine yabancılaşanın olası uğrak noktalarından “sonsuzluk” gibi konuların ifade edilebileceği dil sözel değil sayısaldır.

Bu kaçınılmaz başarısızlık yabancılaşma için katalizör görevi görür, kişi ne kadar yabancılaşırsa daha yabancılaşması için o kadar az efor sarf etmesi gerekir. Bu bir girdap gibidir.

Girdapta derine inildikçe gündelik ilişkilerin yürütülmesi imkânsız bir hal alır. Zira bu ilişkilerden yansıyan insan ilişkilerinin doğasının dinamikleri ilişkiye baskın gelir ve yabancılaşan ilişkinin karşı tarafının söylediklerini veya yaptıklarını soymaya, onları kodlara indirgemeye başlar. "Seni seviyorum," diyen biri aslında "Ben önemliyim ve seni sevmem de bu yüzden önemli," diyor olabilir. Burada tabii ki, sevginin doğasına, sen-ben ilişkisine, eylemlerimizin özündeki alışverişe, aidiyet ilişkilerine dair pek çok parantez açılacak ve "Seni seviyorum" cümlesi mezbahaya düşmüş bir inek gibi ufak parçalarına ayrılacaktır.   

Bu entelektüel bir analizden farklıdır, entelektüel analizin cerrahi soğukkanlılığı ve konusuna mesafesi burada söz konusu değildir, fakat entelektüelin de kısmen yaşadığı şey kaçınılmaz olarak düşük yoğunluklu bir yabancılaşmadır.

Buraya kadar yabancılaşanın ilişkiye geçtiği her şey gerçektir ve dahi kulağınıza fısıldayan bir ses şöyle der: "Gerçek ne biliyor musun? Her şey gerçek." Zaten deliliğin gerçeklikten bir kopuşu varsa bu, Edgar Allen Poe'nın da söylediği üzere, mantık üzerinden bir kopuş değildir. "Seni seviyorum" cümlesinin parçalanışı gibi, ortaya çıkan bilgi parçaları belki tek tek gerçeği işaret edecek, fakat cümlenin ilk anlamını taşıması, geçirdiği vahşi parçalanmadan ötürü artık mümkün olmayacaktır.  

Kaybolan şey nedir peki, eğer mantık değilse?

Yukarıda da ifade edildiği gibi girdabın dibi, yabancılaşmanın mantıksal sonucu deliliktir.

Burada artık girmemiz gereken çok daha karışık bir konu var: Gerçek nedir? Şüphesiz bu cevap verilebilir bir soru değildir. Tabii ki çeşitli açıklamalar getirilebilir, algılayandan bağımsız olarak varlığını sürdüren şey olduğu öne sürülebilir, hatta tümevarımla bunun odada duran bir fil olduğu da iddia edilebilir. Ne var ki bu sorunla boğuşacaksak ilk kabul etmemiz gereken şey nihai bir gerçeğin olmadığı, tüm varlığın formüle edilemeyeceği olmalıdır. Gerçeği en kesin olarak ortaya koyan modern bilimin kanunları dahi yıllar içinde minör de olsa değişikliklere uğruyor ya da tümden terk ediliyor.

Gerçek, çerçeve daraltıldıkça ortaya çıkan bir şeydir, bir başka deyişle: Kusursuz cinayet yoktur. Bir cinayet işlenmişse ortada mutlaka bir katil vardır ve katilin kimliği konusundaki gerçek de bu kişinin isminden oluşur. Fakat çerçeve genişledikçe sorun karmaşıklaşmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı’nda öldürülen milyonlarca insanın katili var mıdır? Katil Adolf Hitler midir? Milyonlarca mı katil vardır? Katil silah sanayii midir? Silah fabrikasında silah üreten işçi de katil midir? Savaşta öldürmek cinayet midir? Eylemsiz kalanlar da katle ortak mıdır?

Bu sorulara sosyal bilimler içinden, doğru ve etik olanı yücelterek birtakım cevaplar uydurulabilir, bu olumlu bir yol doğurabilir mi bilmiyorum, olumusuz sonuçlarını ise düşünceye ket vuran bir hal almaya başlayan politik doğruculukta görebiliriz. Evrensel olmayan, şu anda büyük çoğunluk tarafından dalga dahi geçilen bir değer yargıları bütününün ne kadar gerçek olabileceğini düşünelim. Bir de şunu düşünelim, bir gün gelip de politik doğruculuk tüm insanlık tarafından benimsenirse, şu anda ona karşı olan insanlar ve karşı olma sebeplerini doğuran bilişleri nereye gitmiştir? Böylesi bir şey bir kültürel soykırım mıdır? Kültürel soykırım politik olarak doğru mudur? Evrensel bir niteliğe kavuştuysa bu en başından beri gerçek midir?

Çerçeve daha da genişledikçe bütünüyle belirsiz bir alana girilir. Ben kimim? Neredeyim? Nasılım? Sen kimdir? Varlığın kaynağı nedir? Sonsuzluk nasıl olup da olabilir, ya da sonsuzluk dışında bir temel nasıl olup da düşünülebilir? Bunlar ve benzeri sorular da bu yazının doğrudan sorunu değildir. Bu yazıda gerçeği onunla kurduğumuz ilişkide arayalım, bunu gerçeği bulmak için de yapmayalım, çünkü gerçek ele geçirilemez bir sevgilidir.

İlk olarak şunu söylemek gerek belki, bilinmeyen tam olarak bilinmeyen değildir, çünkü odadaki fil örneği burada geçerlidir. Bugüne dek üretilmiş olan bütün sanat eserleri bunun bir parçasından bahseder. Bu parçalanmış ve bütün insanlığa bir parçası dağıtılmış bir elmas gibidir. Tütün dükkânından yüzü kireç gibi çıkan ve dükkânda ne gördüğü hakkında bir daha hiç konuşmayan Tristan Tzara'yı düşünün. Tzara'nın gördüğü şey muhtemelen Tütüncü için sıradandır, fakat bu Tütüncünün bir çeşit üst insan olmasını gerektirmez, Tzara'nın deneyimlediği bazı şeyler, eğer konfor alanından çıkacak olursa, Tütüncüyü aynen Tzara gibi beyaza boyayacaktır.

Gerçeklikle kurduğumuz ilişki daha yukarıda da belirtildiği gibi bir yok sayma, çerçeveye alma, soyma, indirgeme ilişkisidir. Normal olan kişi bu doğrultuda hayatına devam edecek ve Tzara gibi ömrü boyunca bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda ani karşılaşmalar yaşayarak bu parçalanan elmastan, büyük sırdan payını alacak, sırrın kutusunu kilitleyip kutuyu bir nehre atacak ve yaşadıkları silik bir anıya dönüşürken bu yaşantının tortusuyla normal yaşamına devam edecektir. "Rüyamda parkta bankta otururken gördüğüm adam ertesi gün parkta bankta oturuyordu." Metafizik abartılacak bir şey değildir. Bir şey varsa (fizik) ötesi berisi (metafizik) de vardır. Deli ise sırrın kilitlendiği kutunun içinde yaşamaktadır.

Ve yokluk büyük bir problemdir fakat şimdilik yokluk meselesini bir kenara bırakalım ve gerçeğin varlığa özdeş olduğunu varsayalım. Bu varlığa özdeş gerçeklik artık felsefenin değil, bilimin, dahası fiziğin, hatta belki matematiğin konusudur. Bu da bir problemdir. Bilim gerçeklikle kurduğumuz ilişkiyi mükemmele erdirerek varlığa ve varlığın kaynağına bakar. Kanunları saf gerçektir çünkü zarif ve güzeldir, zarifliği ve güzelliği bize bunun ancak ve ancak gerçek olabileceğini söyler. İki cismin birbirini kütleleri orantısında çekmesi ve yüksekten yere bırakılan farklı kütlelerdeki iki cismin aynı anda yere düşmesinin sebebinin daha büyük cismin o oranda daha büyük bir kütle çekimine sahip olması oluşunda büyüleyici bir güzellik vardır. Dahası sayıların küplerini alıp basamaklarını toplar ve bunu belli bir mantıkla devam ettirirseniz, çokgenleri oluşturabileceğiniz özel üçgenlerin kenar uzunlukları orantılarını bulabilirsiniz mesela.

Bu rüyanızda parkta bankta otururken gördüğünüz yabancıyı ertesi gün parkta bankta otururken görmenizle aynı şeydir. Fakat rüyanızda parkta bankta otururken gördüğünüz yabancıyı ertesi gün parkta bankta otururken görmenizle ilgili hiçbir şey söylemez. Bilimin temel açmazı onu kuvvetli kılan şeyle aynıdır, yani çerçeveleme, soyutlama, indirgeme. Bu onu parçalara böler. (Daha bugün başlayan Her Şeyin Teorisi girişimlerinin ne olacağını ise gelecek kuşaklar görecek.) Bu parçalanmışlığıyla anlamsızca anlam peşinde koşan insanlığın derdine derman değildir, “nasıl?” sorusuyla ilgilenir o. Bundan bir anlam çıkarmak isteyen zor ve çok okumalar yapmak zorundadır, meşakkatli bir yoldur bu.

Üstelik bilimin de bir Tütün Dükkânı vardır. Çift yarık deneyi. Bu deneye göre çift yarıklı bir perdeden geçen ışık bu yarıklardan geçip karşıdaki yüzeye yansırken gözetlendiğinde başka, gözetlenmediğinde başka türlü davranmaktadır. Ya bir dalga ya da bir parçacık özelliği sergilemektedir. Bu, kuantum fiziğinin de söylediği gibi, gözlemin/ölçümün sonucu değiştirdiği anlamına gelir. Bu en başta açıklamaya çalıştığım perspektif sorununun bir diğer yüzüdür, çünkü gözlemci, evrenin bütünlüğünden ayrılabilir değildir. Deney bilimin bütün çabasını kontrpiyede bırakır ve gerçekliğe dair yarattığı sorularla düşünüldükçe derinleşen bir kuyuya dönüşür: Ay biz ona bakmazken de orada mıdır? Gerçekliğe dair en temel tanımımız, yani “bizden bağımsız olarak var olmaya devam eden şey” düşüncesi sallanmaya başlar. Üstelik bu kadarla da kalmaz, varlığın hem bir parçası hem de özerk bir algılayıcı olduğumuz için, kendimizi bu algılama denklemine katana kadar algımız yarı güvenilir olarak kalacak, büyük sorulara cevap vermekte yetersiz kalacaktır.

Ya da belki cevap daha gerilerde gizlidir: şamanın bilgisinde. Aslında şamanın bir bilgisi hem vardır hem yoktur, çünkü bir şamanla ilgili ilk söylenmesi gereken hiçbir şey bilmediğidir, çünkü “kendi”liği, benliği yoktur. O beyin gibi değil, ciğer gibi bir parçasıdır varlığın. Ya da belki kalp gibi. Kasılıp gevşemeye dayalı bir görüsü vardır varlığa dair. Burada dünyaya dair de diyebilirdik, fakat bu yanlış olurdu. Şaman için varlık bir bütündür ve bütün parçada görünür, bir arının bir çiçeğe konuşunda işaretler görebilmesi bu yüzdendir. Kasılıp genişler. İçine çekip dışarı bırakır. Yıpranma dışında bundan etkilenmez. Öte yandan şamanın bir bilgisi olduğunu söyleyebiliriz, çünkü şaman varlıkla konuşulabileceğini, ama daha önemlisi varlığın dinlenebileceğini bilir. Bilgisi, kendisinin benlik yoksunluğuyla bu perspektif sorununa bir çare midir? Şamanın yabancılaşması nasıl başlamıştır?

Peki bunun için delinin bilgisi de budur diyebilir miyiz? Çünkü deli de çevresinden işaretler almakta, varlıkla kısmen dolaysız bir ilişki kurmaktadır. Deli yıllar içinde kendi varlığının yaşanabilirliği yönünden kendini eğiten, buna alışan şamanın eğitimsiz bir tipi midir? Bu üzerinde düşünülmeye değer bir soru. Zira delilik yaşama yayılan değil, görece hızla ortaya çıkan bir şeydir ve sonrasında da ilaçlarla bölünür. Bir farkla ki delilik yabancılaşma sürecinin sonunda ortaya çıkar ve bu benliksiz yabancılaşma sürecinin ardından delilikte bir benlik, bir kimlik oluştuğu öne sürülebilir. Bu kimlik büyük oranda narsisistiktir. Kişi ya çok değerlidir ya da bunun tersten bir görünümü olarak çok değersiz. Her iki uçta da deli kendini eşsiz hisseder. Narsisistik olması bu yüzdendir. Bunun sonucu olarak da malum perspektif sorunundan, şamanın aksine, bağımsız değildir.

Benliğin silikleştiği yabancılaşma evresiyle benliğin kemikleştiği delilik arasında ne gibi bir fark vardır o zaman? Bu tamamen bir alışma sürecidir. Yabancılaşma süreci bir soru sorma sürecidir. Kişi bilmiyordur ve bilmek için çırpınmaktadır. Soru sorar ve cevaplar alır. Bu cevaplar birikir ve giderek bozulan duygudurumun süzgecinden çarpılarak geçerek yavaş yavaş bir gerçeklik oluşturmaya başlar. Delinin sahip olduğu bu gerçekliktir. Çarpık ya da değil, bir gerçeklik. Burada atlanmaması gereken şey şudur; yok yoktur. Var ise var. Herhangi birinin kafasında varlığa dair oluşmuş bir gerçeklik algısının, çerçeveyi daraltmadığımız sürece, yanlış ya da gerçek dışı olma ihtimali yoktur. Tekrardan, bunun sebebi yokun yok olmasıdır. Yok var değildir bile diyemeyiz. Yok yoktur ve var'la hiçbir ilişkisi yoktur, onun tersi ya da değillemesi değildir. O tahayyül edilemez olandır.

Dolayısıyla delinin gerçekliği gerçekliğin küçük ya da tuhaf bir parçasına da olsa işaret ediyor olsa gerektir.

Burada bunun bir duygudurum sorunu olup olmadığına dair de bir parantez açmak zorunlu. Bu gayet herkesçe bilinir olduğundan mümkün olduğunca kısa geçeceğim.

Toplumsal yapımız bizi yabancılaştırıyor.

90'lı yıllarda birçoğumuz için önemli bir yer tutmuş olan Baraka filminin bir devam filmi var, 2011 yapımı Samsara. Samsara Baraka'yla hemen hemen aynı şeyi söyleyen bir film; fakat şöyle ki, iki filmin yapımının arasından geçen yaklaşık yirmi yıllık sürede müthiş bir nicelik farkı var, her şey daha büyük, daha fazla, daha hızlı, daha kötü vs. Bu çağımızın sorununun nitelik değil, nicelikle ilgili olduğunu söylüyor. Size bu filmden bir domuzun hikâyesini anlatmak istiyorum.

Bir entegre et tesisidir burası. Hayvanlar burada doğar, burada büyür, burada öldürülerek seri üretim bandında parçalarına ayrılır. Sonu seri üretim bandı olmayan hayvanlar işlevlerine göre ayrılmıştır. Bir damızlığın tek görevi mesela, yeni yavrular doğurmaktır. Bu ise bir süt annesi domuzdur. İçinde kıpırdama ihtimali olmayan demirden bir kafesin içine yan yatırılarak sabitlenmiştir domuz, memeleri dışarıda kalacak şekilde. O kadar hareketsizdir ki, etleri demirlerden dışarı taşmıştır, demire değen bazı yerleri hastalanmasın diye ilaçlı boyayla boyanmıştır, kendisinin olmayan onlarca yavruyu zorunlu olarak beslemektedir. Bu toplum düzenini başka bir yerden biliyoruz ve bu toplum düzeni bu başka yerde doğal ve kendiliğindendir, üyelerinin işlevlerine göre sınıflara ayrıldığı ve sadece bu işleviyle toplumun parçası olduğu yer böcekler âlemidir. Bu süt annesi domuz, böcekleştirilmiştir. Bu bir böcekdomuzdur. Doğal olarak kendi doğal ortamında, hatta serbest dolaşabildikleri çiftliklerde yaşayan bir domuzun hiçbir bilgisini taşımaz. Germinal'in madende yaşayan işçi atları gibi doğasına yabancılaşmıştır o.

Toplumsal düzenimizin bunu bize de yaptığını söylemek yanlış olmayacaktır, bunun kendi eserimiz olduğu ve bu kötülüğü kendi kendimize yaptığımızı iddia etmek ise aklı havada bir kendini bilmezlikten başka bir şey değildir, zira bugün toplumun ne yöne gideceğine dair politikalara, işler zora girerse pekâlâ uzaya kaçabilecek güce sahip sadece bir avuç insanın çıkarları doğrultusunda karar verilmektedir. Devrimin ya da yerine konulabilecek bir alternatif değişim aracının hâlâ geçerli olmasının sebebi budur ve yaşadığımız bu yabancılaştırıcı çevrede akıl rahatsızlıklarının bu kadar artması, antidepresanların aspirin niyetine yutulması dikkate değerdir. Bu kafesin içinde yaşanılan şeyin duygudurum bozukluğu olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı ve böylesi bir adlandırmanın çerçevesinde tartışılıp tartışılamayacağı vicdana dair bir sorudur. Bu toplumsal gerçeklik parantezini, ileride daha detaylı bir şekilde incelemek üzere kapatalım.

Fakat bu parantezin içinden bir parçayı alalım: Durum bozuktur, duygudurum değil ve o zaman deli bu durumun bozukluğunu içselleştirdiği bir biçimiyle sezmektedir. Bu fazlasıyla güncel bir yaklaşım olacaktır ve bu metinde hedefimiz aktüaliteye değil, bu işin özüne inmek olmalıdır. Yine de bu olgu delilikle ilgili bir gerçeği gözler önüne serer: Deli alışkanlığın konforunun dışındadır. Bu onu kısmen gerçekliğin toplumca doğrudan algılanmasının bir aracı kılar. Peki o zaman delinin algıladığı nedir?

Bu varsayımsal odadaki varsayımsal filin her parçasını deneyimleyen bir el var mıdır? Bilinmeyenin hâlâ bilmediğimiz parçaları var mıdır? Yoksa yeryüzünde yaratılmış her formuyla her anlatıyı bir araya getirmenin bir yolunu bulursak bu bize odadaki fili tanımlar mı? Zor ve muhtemelen cevap verilmesi imkânsız bir sorudur bu. Geçmişten bugüne bütün bu anlatıların bir nevi Borges haritası oluşturduğunu varsaysak bile, her şeyden önce bu haritanın çok formlu olması gerektiğini görürüz. Bilimin bilgisiyle hurafenin, şamanın bilgisiyle realist sinemanın yan yana durduğu bir form olmalıdır bu. Bu çok parçalılığı formu parçalanmaya götürecektir tekrardan, Borges'in haritasının yırtılmış olmasının sebebi niceliği değil, niteliğidir.

Yine de bütünlüğünü koruyabilecek böylesi bir yapının mümkün olduğunu bir an için varsayalım. Bilinmeyenin hâlâ bilmediğimiz parçaları var mıdır?

Bu soruya vardır diye cevap verebiliriz, bu durumda deli bilinmeyenin bu parçalarının algılanmasına bir numaralı adaydır, zira iddiaları toplumca kabul edilen normale sığmamaktadır ve varlığın doğası gereği bir yere sığması şarttır. Bunu bir düşünce deneyiyle açıklamaya girişelim: Tamamen saçma, hiçbir anlamı olmayan bir şey söyleyin, hatta kafiyeli olsun...

Bu oyuna katılmayı kabul edip de böylesi bir şey söylediyseniz, şimdi söylediğinizin ne anlama geldiğini düşünün, içinizde ya da bilginizde bir yere işaret ettiğini görmüş olsanız gerektir. Nöronlarınız deneyimlediğiniz, algıladığınız her şeyi barındıran özelleşmiş beyin hücreleridir ve düşünce bu hücreler arasında kurulan biyokimyasal bir bağdan başka bir şey değildir, iki nöron arasında bir bağ kurulduysa (fark etmek) o bağ gelecekte daha kolay kurulabilir bir hal alır, hiçbir anlama gelmeyen bir şey söylemek bu yüzden imkânsızdır. Bu çalışma biçimi halihazırda var olanı, ona dair düşüncelerinizi ve bu düşünce alışkanlıklarınızı kodlamaya dayanan bir sistem olduğundan, her ne kadar bu girişimi "saçma" koduyla yapmaya da çalışsanız, saçmanın sizdeki geçmiş yansımaları ve mecburen ilişki kurduğunuz yan kavramlar dolayısıyla dile çağırdığınız, alışageldiğiniz ve tanık olduğunuz bir şeydir. Örneğin ben "Dün patatesler uçuyordu," dedim. Biraz derinine bakınca bu cümledeki patateslerin birkaç ana noktadan geldiğini fark ettim, bunlardan biri Zeki Demirkubuz'un Yeraltı'sında parti yapılan evin balkonuna fırlatılan patatesler. Bunun çok uzun bir incelemesine girebilirim, ama yazının selameti, dallanıp budaklanmaması gerekliliği üzerine uçmanın konuya dahlinin insan için bunun imkânsızlığına duyulan bir kırgınlık ve “dün”ün de olayı tamamen imkânsız kılmak için girişilen bir geçmişe atma refleksi olduğunu söyleyip kapatayım. Siz de kendi cümlenizi kurcalayabilirsiniz. Söylediğinizin ne kadar anlamsız olmasına çabalarsanız, söylediğinizin o kadar kişisel ve derin bir deneyimi, hakikati gösterdiğini (belki de acıyla) fark edeceksinizdir. Çünkü verili hiçbir şey yoksa, beyin en iyi bildiği yollara sapacaktır. Rasgele bir sayı üretmenin bilgisini mevcut matematik bilgimizle bilmiyoruz, ki bu muhtemelen olası değildir, aynen düşüncede bir rasgeleliğin olamayacağı gibi.

“Bilinmeyenin hâlâ bilmediğimiz parçaları var mıdır?” sorusuna, “Yoktur,” diye de cevap verebiliriz. Bu durumda ise deli yok olacaktır. Bunu her şeyin bilindiği, Her Şeyin Teorisi'ne ulaşıldığı, doğal olarak her şeyi, bütün varlığı kontrol edebildiğimiz Lemvari bir toplum yapısı içinde düşünelim. Bütün varlığı bildiğimize göre beynimizde, nöronlar arası bağlarımızda bütün varlığın bir haritası olacak ve yeni, sürpriz bir şeyle karşılaşma ihtimalimiz sıfıra inecektir. Dahası böylesi bir haritanın hiçbir alet kullanmadan, atomlardan arındırılmış bir vakum ortamında olmadığımız sürece, atomlarımızın titreşimi aracılığıyla çevremize atomik düzeyde, doğal olarak her düzeyde müdahalelerde bulunmamıza yol açacağı da pekâlâ düşünülebilir. Böylesi bir toplum olasıdır ki statiktir, yeniye açık herhangi bir kapı olması düşünülemez bile, zira bir kapı yoktur, kapalı da olsa. Böyle bir toplumun akıl rahatsızlıkları nasıl şeylerdir?

Bildiğimiz psikozun bu koşullarda gerçekleşmesi mümkün değildir. Zira beyinde kurulabilecek her bağ önceden bilinmiş ve sınıflandırılmış, formülün içinde yerini almıştır. Böyle bir topluma biraz kötümser bir örnek, Stanislav Lem'in Siberya'sında kendine yer bulur. Bu seviyeye ulaşan bir toplum tümden rahatsızlanmış ve topluca, hiç hareket etmeden gezegenlerinin üzerinde yatmaktadır. Bu katatonya değildir. Zira katatonyada düşüncenin devamlılığı vardır. Bu x durumda ise düşünceye yer yoktur, çünkü düşünceyle gidilecek bir yer yoktur., yeni ya da çarpık bir bağ kurabilmek olanak dışıdır.

Toplumumuzun bu türden bir toplum olmadığı aşikâr, fakat eğer bir araya getiremesek de parçaları var olan haritamızın dışında kalan hiçbir bilinmeyen yoksa, delinin algısı ya bu bilinenlerden birini işaret ediyordur ya da delilik yoktur. Bunu “Deli ve Dil”de açıklamaya çalışmıştım, basit bir problemdir bu, delinin düşüncesi normalden sapmış olabilir, eğer bu bir çizgi olarak düşünülürse, bu sapma delinin düşüncesinin normal olandan farklı bir yere varacağı anlamına gelir, ama mutlaka bir yere varacaktır. Ters dönmüş bir kaplumbağa, çektiği acıyla pekâlâ dünyanın yükünü, yani dünyayı sırtında taşıyor olabilir.

Öyleyse bu, bizi bu metnin son parçasına getirir. Gerçeğin işlevi nedir? Onunla olan ilişkimizi soyutlayacak olursak, gerçeğin üç işlevi olduğunu görürüz. Varlığımızı anlamlandıracak veriyi bize sunar, varlıkla olan ilişkilerimizi düzenler ve varlığı kullanmak için yollar sunar bize.

Varlığımızı anlamlandırabilmesi varlığın başını ve sonunu, gündeliğin arkasındaki dinamikleri açıklamasıyla olur. Fizik kütle çekiminden bahseder ve belli bir düzende sapmadan çalışan makine parçaları olduğumuzu düşünüp rahata erer kimimiz. İslâm her şeyin Allah'ın kelamı olduğunu söyler, kendi varlığımızdan daha büyük bir şeye ait olmanın vecdini yaşar kimimiz ise.

Varlıkla olan ilişkilerimizi düzenleyebilme gücü varlığı anlamlandırmamıza yaptığı katkılarından gelir, kimi oruç tutar, kimi kendisine doğrultulmuş tüfeklerin namlusunun içine gül bırakır, kimi bu hareketi yapanı “liberal” olduğu için tekmeler.

Bazen de varlığı kullanma yolları sunar, kütle çekim kuramı olmadan uçak mümkün değildir.

Burada duralım ve gerçeği, “tahayyül edilebilen her açıklama”yı kapsayacak şekilde genişletelim. Zira bu metnin temel savı, çerçeve genişledikçe ve açıklama detaylandıkça anlamsız ya da gerçekle ilişkisiz bir şey tahayyül edilemeyeceğidir. Bu ilişki inanışlarda olduğu gibi çok dolaylı yoldan da olabilir.

Fakat basit bir olasılıklar sorunudur bu, birçok çatala ayrılan ve bu çatalların her biri bir diğeriyle bazı noktalarda birleşen bir yollar ağının başında olduğumuzu düşünelim, sadece ileri ve yana doğru ilerleyebilelim, yani yol değiştirilebilsin, fakat geri dönülemesin, ilerledikçe seçebileceğimiz yollar/olasılıklar ve bunlarda karşılaşacağımız yeni deneyimler azalacak ve giderek tek bir ihtimale doğru ilerleyecektir yol. Bu yolun sonu burada anlamını genişleterek gerçeğin içine aldığımız inanışın kıyameti, inandığının gerçeğiyle yüzleşilmesidir. Kişinin bu noktadan sonra hile yapıp geri dönmesi çok önemli değildir, yüzleşme gerçekleşmiştir. Antik Yunan tebaasıyla onların ırzına geçmek dışında pek bir alakası olmayan ve gevşek, birbirleriyle eşit olan tanrılarının perdesinin arkasındaki boşlukta aklı bulmuştur.

Yine de bu açıklamaların gerçeğin bu üç işleviyle kurabileceği ilişkiler farklı farklıdır. Kıyameti kopmamış bir inanışın, mesela düz dünyacıların, roket yapıp uzaya çıkması mümkün değildir. Fakat bütün “saçma”sının içinde taşıdığı varlığa dair bir bilgi olsa gerektir. Öyleyse delinin de. Fakat delinin bilgisinin sorunu varlıkla kurduğu ilişkidedir. Burada bir düzen ya söz konusu değildir ya da aşırı bir yapı kurulmuştur. Her iki hal de mevcut toplum için tehlikeli olarak görülür ve delinin bilgisi bilinçli ya da bilinçsiz bir kararla önemsiz ya da ertelenebilir sayılarak ilaçların altına gömülür.

Peki, deli gerçeğe dair ne bilir?...