Değerli Erdoğan Özmen hocamız bu mecradaki son yazısında Freud’un yanan çocuk düşünü anımsatırken aynı zamanda bugünlerdeki salgın gibi büyük travmatik olaylarda asıl neyin söz konusu olduğunu bir kez daha bize anımsatıyor: insanlık fikri. “Biz ne yapmak ve kim olmak istiyoruz?” Geleceğimize ilişkin can alıcı soru. Çok uzun süredir acı çekiyor, maruz kalıyor, seyrediyor, hazlarımızı, öfkemizi, hıncımızı buradan türetiyoruz. Belki de son otuz yıldır insana sanatından medyasına sürekli ne kadar hassas, yaralanabilir, acılara, incinmelere açık bir yaratık olduğu söylenip durdu. İnsanlık kendini yeniden yaratma kudretine sahip midir? İnsanlık fikri, bu büyük fikir, kuşkusuz en büyük travmatik karşılaşmasını Nazizm’le yaşadı. Bugün mülteci sorunu dediğimize gelene kadar sonraki serüvenlerini anımsatmaya sanırım gerek yok. Bizim elimize yıkıntı halinde ulaştığını söylemek belki yanlış olmaz. Ancak bu arada her tür aşkın değerin -herhangi bir Tanrı’dan her tür Ahlâk buyruğuna- yok olup gittiğini de belirtmek gerek. Son zamanların bir Tanrı’ya, Ahlâk’a ya da Baba’ya dönüşünü, tüm bu “eski”nin canlandırışlarını elbette semptomatik okumak gerekiyor, başka bir deyişle bunların zaten çoktan ortadan kalktığını işaret ediyor. Benzer biçimde, bize ne düşünmemiz, ne hissetmemiz gerektiğini ara vermeksizin söyleyen tüm bu ahlâki koronun “gerçek” aşıları, Özmen’in Gerçeğin etiği dediğiyle yüzleşmekten kaçınmayı sağlıyor. Bir bakıma bugünkü durumumuz belki de Jean-Luc Nancy’nin “terk edilmişlik” dediği hale denk düşüyordur. Her tür aşkın varlığın ya da değerin ortadan kalkması ya da terk edilmesiyle, biz de terk edilmiş bir biçimde kalakalmışız. Neyle? İnsan kardeşlerimizle, hatta bugün içinde bulunduğumuz durumun aciliyeti düşünülürse tüm dünyalı varlıklarla, gezegenimizdeki kardeşlerimizle demek gerekir. Öyleyse şu söylenebilir: Bugün ilk kez gerçek anlamda insanlık insanlığıyla baş başa kalmıştır, insanlık dolaysızca, aracısızca insanlığı ile yüz yüzedir.
***
Özmen, yanan çocuk düşünü anlattığı için bir kez daha tekrarlamıyorum. Burada Cathy Caruth’un Unclaimed Experience başlıklı kitabının yardımıyla ben de bu düş ve genelde düş üzerine, psikanalizle ilgili cahilliğime rağmen bir iki noktaya değinmek istiyorum. Bir parça spekülasyon da denilebilir.
Baba niçin uyumayı sürdürmüştür? Freud, Özmen’in de belirttiği gibi ilkin kendi “isteğin doyurulması” kuramıyla düşü çözümlemeye çalışır. Baba, çocuğun olduğu odaya koşmak yerine -yapılması gereken de budur, yangını söndürmek, cesedin yanıp kül olmasını engellemek gerekir- rüya görmeyi sürdürür, çünkü çocuğunu yeniden canlı görebileceği tek olanaklı yer, rüyanın dünyasıdır. Ancak Freud, sayfalar sonra, Caruth’un yorumuyla, ilk açıklamasından pek de memnun olmadan rüyaya yeniden geri döner, bu kez daha genel bir açıklamaya yönelir. Bilinçte öyle bir şey vardır ki uyumayı istemektedir. Bu, örneğimizdeki o kederli babaya özgü bir şey değildir yalnızca, bilinç genel olarak uyumayı, kendini -kendine karşı bir biçimde- bir süreliğine askıya almayı istemektedir. Freud’u okuyanların anımsanacağı gibi bu sav sonradan ölüm içgüdüsüne bağlanır. Çünkü aslında, Caruth’un güzel cümleleriyle, travma, en genel tanımıyla, cansızlığın, inorganiğin dünyasından “yaşama birdenbire, hiç hazırlıksız uyanmaktır”. Ölüm içgüdüsü temelde canlının önceki durumuna, cansızlığa, inorganiğe yeniden dönme arzusudur. Yaşam uyanmaksa, uyku da yaşamın içinde süren bir parça cansızlık ya da bir parça ölümdür.
Bilinç neden uyumak ister? Bir düzeyde bunda pek anlaşılmayacak bir şey yoktur. Hepimiz uyumak zorundayız, uyku canlı olmanın zorunlu bir parçasıdır. Ölüme benziyorsa bile, yarın yeniden dinç, zinde kalkmamız içindir bu. Ama düşler görürüz. Yani, bilinç çalışmayı başka bir kılıkta sürdürür. Düşler, bir bakıma, bilincin gece çalışmasıdır. Bu yüzden ilk bakışta, temel olarak gündüze, gündüz dünyasına ait olduğu söylenebilir.
Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı’nda, “Tukhe ve Automaton” bölümünde, bu düşü yeniden ele aldığında asıl ilginç olanın babanın sonunda uyanması olduğunu söyler. Bilinç uyumak istiyorsa bile bu istek hiç de ciddiye alınmış değildir. Sonuçta baba uyanır. Dışarıdaki yangından kaçması olanaklı değildir. Canlılığın yapısı gereği uyuyorsak, yine aynı nedenle, istesek bile sonsuza kadar uyuyamayız, hayatımızı uyuyarak geçiremeyiz. Hepimiz, öyle ya da böyle, uyanmak zorundayız. Hepimiz er ya da geç, yalnızca içimizdeki yangınla değil, dışarıdaki yangınla da yüzleşmek zorundayız. Öyleyse yaşamın asıl buyruğu, ama tuhaf bir biçimde düşteki ölü çocuk, ölen kişi, ölümün aracılığıyla dile gelen buyruk budur: Uyan!
Zira Caruth’un yorumlayışına göre, babayı uyandıran aslında düştür, ölü çocuğun düşteki sözleridir. Düş burada bizi, Freud’da olduğunun tersine, doğrudan dışarıdaki gerçekliğe, dışarıdaki yangına gönderir.
Düş öyleyse belirsiz ya da ikili bir konumdadır. Bilincin gündüz dünyasını ilgilendiren gece çalışması, az çok işleri kendince yerine yerleştirip, bazı tatminleri sağlayıp ertesi günü aynı biçimde gerçekliğe, gündüz dünyasının hayhuyuna devam etmemizi sağlayan bir şey değildir sadece. Peki nedir? Uykunun içinde uyanma, uykudaki uyanıklıktır. Düşte hem uyuruz hem de uyanığızdır. Düş öyleyse daha derin bir çevrimin parçasıymış gibi görünüyor. Uyku, her günkü gerçekliğimizi, gündüz dünyasının gerçekliğini destekliyor, bilinçle bir ortaklık, bir işbirliği içinde aynı eksende yer alıyorsa, düş de uykudaki uyanıklık olarak bizi dışarıya, dışarıda olup bitene, daha doğrusu gerçekliğin içindeki “gerçeğe” doğru yöneltir. “Düşte, çocuğun sözlerinde,” diyor Lacan, “yan odadaki tuhaf gerçeklikten çok daha fazla bir gerçeklik yok mu?” Bu durumda “dışarısı”, gerçeklik değil, gerçekliğin içindeki o çok daha fazla gerçekliktir ve gündüz dünyasının gözleriyle değil, düşteki gözlerle yakınına yaklaşılabilir. Öyleyse ilk bakışta tersiymiş gibi görünmesine rağmen uyku nasıl bilinçle aynı eksende yere alıyorsa, düş de gerçekliğin içindeki başka, daha temel bir şeyle, “çok daha fazla bir gerçeklikle” aynı eksende yer alıyor gibidir.
Freud düşün dışarıda olup biteni neredeyse olduğu gibi yansıtmasına şaşırır. Düş, bizle şifreli konuşmuyor, aksine çok doğrudan. Travmada da, benzer biçimde, şiddetli olayın düşler ya da sanrılarla kendini çoğu kez aynı biçimde tekrarlandığı söylenir. Travmalı kişilerin bilinçli, gündüze ait yaşamlarında bu sorunla uğraştıklarını gösteren hiçbir belirti yok, diyor Freud, yani her günkü hayatlarını hiç sorunsuz yaşamayı sürdürüyorlar. Düş, olan biteni nerdeyse aynı biçimde tekrar ediyorsa, bu kadar doğrudansa, niye düş gibi bir dolayıma gerek var? Bir yanıtı yine Lacan’da buluyoruz: “Tekrarlama, yenilik ister.” Düş, tam da aynı olanı tekrar ettiği için bir fark yaratır. Baba çocuğu koruyamamış, çocuğun ölümünü engelleyememiştir, bir kez daha engelleyemediği, göremediği (yanıyorum, görmüyor musun?) düşte ona söylenir. Yetersizliğinin bu tekrarı bir farka yol açıyor gibidir, uyanma ve dışarıdaki yangınla yüzleşme gerekliği.
Öyleyse bunlardan bulanıkça şu sonuçları çıkarabiliriz; düş gündüzün dünyasından çok gecenin içinde gündüzle hiç işi olamayan bir geceye, hiç uyumayan bir şeye daha yakındır. Buna gerçek diyeceksek, gerçek, gerçeklikten ayrılabilir olmasa da onla karıştırılmaması gereken bir şeydir. Bu açıdan derinlerde ya da ötelerde değil, aksine yüzeydedir, hep gözümüzün önündedir. Ne ki hep geç görürüz. Belki düş asıl bu gecikmeyi tekrarlar. Yine, bulanıkça, şunlar söylenebilir; bu kavram -gerçek- bizi, aynı zamanda, canlıyla cansız ayrımının belirsizleştiği bir noktaya, bizim açımızdan ölümün yaşama, yaşamın da ölüme çok benzediği, bu yüzden ne tam yaşam ne de ölüm olan bir belirsizlik bölgesine yolluyor gibidir. Konumuz bağlamında, zorunlu olarak kavrayışımızın ötesinde kalacak o ilk âna, canlının henüz canlı olmadığı ama cansız da olmadığı o “yaşama uyanış” ânına işaret ediyor gibidir.
Travma, bilincin koruyucu kabuğunda bir çatlak açar, diyordu Freud. Her şiddetli olay, bu açıdan, aynı zamanda sanki asıl o ilk olayı, kökensel olayı tekrarlıyor gibidir. Düşler de asıl olarak, ne gördüğümüzden bağımsız, başlangıç ânına ilişkin o bilmeceyle uğraşıyor olabilir. Yani, cansızlık durumundan canlı durumuna geçiş ânına, bu belleğin gerisinde kalan ama sayesinde belleğin oluşmaya başladığı o ilk olayla, kökensel olayla. Bir bakıma bilincin kabuğundaki bu çatlak, aynı zamanda zarların yeniden atıldığı, böylece başka başlangıçları olanaklı kılan, Özmen’in bıkmadan tekrarladığı gibi, nasıl yaşamamız gerektiğine karar vermemizi gerektiren can alıcı ânı işaret eder.
***
En başa dönersek, bu ölü çocuğa bu bağlamda “insanlık fikri” diyebilir miyiz? Sanırım diyebiliriz. Özmen’in de bize kalırsa öyle dediği çıkartılabilir. Öyleyse son yetmiş yıldır olup biten, bu fikrin hep yanıp durması, bir kez daha tutuşması mıdır? Bu yoruma bağlı kalırsak rüya görmeyi sürdürebilir, içimizdeki yangınla yaşayıp, yani kaybımıza yakınıp hâlâ insan olduğumuza inanmayı sürdürebiliriz. Ancak düş ikili biçimde çalışır, dedik. Düşler, hayal kurmalar, ayrıca sanat ve devrimci fikirler, bir bakıma bilinçte oluşan o çatlakta kaynaşır, oradan çıkarlar. Bir zamanların insanlık fikri de böyle bir çatlaktan, Fransız Devrimi’nden türemişti. Öyleyse gerçek diye bu çatlağın kendisine mi diyoruz? Bu durumda varsayılmış, önceden hazır bulunan ya da verili değil, üretilmesi gereken bir şey olduğunu da söylemek gerek. Kuşkusuz işte bu noktada etik aynı zamanda politik olandır. Yine soralım: İnsanlığın, sayesinde kendini yaratacağı yeni bir söz söyleme kudreti var mı? Ama düşler, hayal kurma, uykudaki uyanıklık olarak bize yaşama buyruğunu iletmeyi hiçbir zaman bırakmaz: Uyan!