“Sözcükler yolumuzu kesiyor.”
(Nietzsche, Tan Kızıllığı)
Kant’ın fenomenal ve numenal alanlar arasında yaptığı ayrım neticesinde kendinde şey’in bilinemez olarak kodlanmasından bu yana bilgi arayışımız daimi bir eksiklik veya bilinmezlik ekseninde kuruluyor. Şeylerin nasılsalar öyle oldukları halleriyle hakikatlerine ulaşamıyor ve bilgi istencimizde kendimizi görüngüler dünyası ile sınırlıyorsak görüngülerin ötesi veya kendinde şey’e dair her türlü arayış artık düşüncenin yasak bölgesi olmuştur. Jacques Lacan bu perspektifi biraz daha ileri götürerek bilgi arayışının üzerine imkânsızlığın damgasını vurur. Varlığın hakikati olarak Gerçek (The Real), buna bir nevi kendinde şey de diyebiliriz, kendi içerisinde kapatılması imkânsız bir boşluk taşır. Fakat bu imkânsızlık aynı zamanda anlamlandırma sürecinin kurucu imkânı olarak da belirir. Eğer şeylerin hakiki ve sahici bir bilgisine hiçbir zaman ulaşamıyorsak bu aynı zamanda şeylere dair anlamlandırma edimlerimizi toplumsal ve dilsel eksende değişik biçimlerde kurabileceğimizi de ifade eder. Şeylerin anlamı ve bilgisinin bağrında var olan bu boşluk onun farklı şekillerde doldurulma ihtimallerini de yaratır. İşte burada devreye sembolik ve imgesel uzamlar girmeye başlar. Sembolik (symbolic) evren olarak dil ve onunla birlikte imgesel (imaginary) olarak adlandırılan tahayyüli kudret toplumsal ve siyasal uzamı ulaşılmaz ve imkânsız olarak kodlanan Gerçek etrafında farklı biçimler altında konumlandırarak anlam ve edim üretim sürecini tetikler.
Lacan’a ve oradan da post-modern aile içinde kabul edilen teorisyenlere kadar uzanan söylemsel alan şeylerin özlerini bize hazır kılan ve açan hakikatten ziyade daima dilsel bir dolayımla bizlere ulaşan hakikat oyunlarını vurgular. Dolayısıyla hakikat artık uzaklarda bir yerde olan ve bir şekilde peşine düşülecek bir şey olarak değil, bizzat bu uzaklığın kendisi olarak algılanır. Uğruna acı çekilecek tek hakikat hakikatin bizzat bir boşluk üzerine kurulu olduğu ve kökensel bir yanlış etrafında şekillenen yeni yanlışlarla vücuda geldiğidir. Kısacası “yanlış” artık tarihsel ve aşılacak bir olgu olmaktan öte anlamlandırma sürecimizin ontolojisine kayıtlı kurucu öğedir. Bir imkânsızlık olarak Gerçek veya hakikat yerini bu imkânsızlık etrafındaki imgesel ve sembolik oyunlarla kurulan gerçekliğe (reality) bırakır. Kendinde şey bundan böyle anlamın merkezindeki büyük boşluğun bizzat kendisidir. Varlığa dair bu ontolojik argümanlar deneyimlediğimiz bütün durumların ancak bir söylemle, bir dilsel oyunla, bir anlamlandırma işaretiyle veya ideolojik bir hamle ile bizlere sunulacağını belirtir. Dolayısıyla bir anlamlandırma rejimi olarak ideoloji ondan kurtulabileceğimiz bir durumdan ziyade onunla yaşadığımız, konuştuğumuz ve onun sayesinde performanslarda bulunduğumuz bir uzam-zamanı işaret eder. Klasik ideoloji kavramına, yani gerçekliği çarpıtan yanlış bilinç olarak ideoloji kavramına sadece ufak bir uzam kalır: gerçekliğin dilsel dolayımla kurulduğunu inkâr ederek sabit ve özcü bir anlamlandırma sistemi yaratmaya teşebbüs eden bütün dilsel ve performatif söylemlerin kaplamış olduğu alan.
Böylesi bir sonuç artık şeylerin hakiki doğasına dair bilgiyi imkânsız kılarken, şeylerin bizlere göründüğü halinin bilgisini de sınırlı kılar. Bu durumda her türlü dilsel eyleme öncelik vermek ve onu kurucu saymak gerekir. Bu bakış açısı, her türlü anlam arayışımızın dünyanın ve o dünya içindeki deneyimimizin bir yorumu ve dilsel bir kurulumu olduğunu söyler. İdeoloji meselesi de bu eksende yanlış bilinç ve bir çarpıtma aygıtı olarak ideolojiden öznenin kaçamadığı anlam kurucu bir dispozitif olarak ideolojiye dönüşür. Şeyleri “olduğu gibi” görmemizin bir imkânı yoksa şeyler artık onları nasıl gördüğümüze bağlı olarak şekil almaya başlarlar. Hiçbir şey kendini, bize, bizim ona yönelimimiz dışında bir şey olarak sunamaz.
Tutarlılıktan dağılmaya doğru
Dilin ve söylemin kurucu rolüne dair yapılan tartışmalar her şeyin keyfî bir şekilde kurulduğunu veya kuralsızlığın hüküm sürdüğünü ifade etmez. Yaşama ve şeylere dair anlamlandırma süreçlerimiz olumsal-dilsel bir zeminde oluşuyor olsa bile zaman içinde devralınan toplumsal ve siyasal biçimler öyle kolayca oyun veya kurgu denilerek bir tarafa atılamazlar. Tarihin getirdiği bu biçimlerle mücadele sadece bu biçimlerin kökeninde yatan olumsallık veya kurgusallık gösterilerek sürdürülemez. Yaratılacak ve kurulacak yeni toplumsal ve siyasal biçimlerin en az kurulmuş olanlar kadar belli kuralları takip etmesi ve kendilerini ispatlamaları gerekir. Daha doğrusu her olumsallık kendine ait bir tutarlılık zemini inşa edebildiği sürece varlığa kayıt düşer. Bütün bu hikâye görme, bilme ve kurma biçimlerimizin gerisinde bir tutarlılık olduğunu veya olması gerektiğini ifade eder.
Yanlış bilinç olarak ideoloji tanımında yer alan özcülük ve anlamı sabitleme çabası Lacancı devrimden sonra ortadan kalksa bile ideoloji ve anlamlandırma süreçlerinin belli bir tutarlılık ve kümelenme ekseninde oluştuğu yine de saklı tutulur. Şeyleri olduğu gibi kendinde şey olarak görmesek ve Varlığı ancak dilsel ve söylemsel bir dolayımla anlayacağımızı kabul etsek bile bu anlama çabamız nihayetinde bir tutarlılık ilkesini içinde taşır. Klasik ideoloji tanımlarında, yanlış bilinç içinde olsak bile yanlış bilincimiz belirli bir tutarlılıkla örgütlenmiş ve bize yanlış olarak sunulan varlığın tutarlı bir yanlışı verilmiştir. Yani kendi dışımızdaki dünyaya ve kendinde şeyin görünümlerine dair dilsel oyunlarımız belli bir kural veya tutarlık içinde oluşmaktadır. Yanlış bilincin olmadığı ve her şeyin bizim içinde bulunduğumuz sosyalliğin ve dilsel oyunların bir yorumu şeklinde belirdiği bir uzamda yorumlama ve anlamlandırma biçimlerimiz yine de belli bir tutarlılıkla işler. Farklı yorumlar üretsek bile bu yorumlarımızın bazı ilkelere yaslanması gerekir. Bu olmadığı vakit, insanlar veya toplumsal gruplararası ilişkinin de imkânı ortadan kalkar. Anlamlandırma biçimlerimizi belli bir kural veya tutarlılık ekseninde kuramıyorsak bu durumda öteki ile ben arasında bir çeviri faaliyeti sonucu oluşacak iletişim imkânı da buharlaşır. Sadece uzlaşma değil, uzlaşmazlığın da imkânı yok olur. Uzlaşı gibi uzlaşmazlık da karşılıklı iletişime geçebilmeyi, ötekinden dil dolayımı ile ortaya çıkanı anlamayı ve anlamlandırmayı içerir. Ancak belli bir anlama kapasitesine sahip olursam öteki ile uzlaşmadığıma karar verebilirim. Anlamın ötesinde keyif durağına geldiğimizde, keyif ve dünyayı yorumlama biçimimiz arasında bir bağ kurulmuştur artık. Ancak bu durumda bile belirli bir tutarlılığı ve anlam kümelenmesini korumak zorundayız. Çünkü fantezimizi kateden keyfimiz kendini ancak bu keyif tutarlı bir şekilde sürdürülebildiği ölçüde varlığını korur.
Bütün bu tartışmalarda üstü kapalı olarak veya açıkça varsayılan şey ideolojilerin ve söylemlerin her biçimde tutarlı oldukları veya tutarlı olmaya çalıştıkları yönündedir. İster belirli bir gerçekliğin hakikatine ulaşılmaya çalışılsın isterse de inşa edilen bir söyleme tutunulmaya çalışılsın hikâyenin bir tutarlılıkla işlemesi gerekir. Bir söylem elbette ona uzaktan bakan bir gözlemcinin bakış açısından tutarsızmış gibi görünen kavramları bir araya getiriyor olabilir. Ve fakat özneler veya sosyal gruplar bu kavramlara kendi pozisyonları ekseninde yeni anlamlar katarak, mevcut anlamlarını çoğaltarak, bozarak ve parçalayarak anlamlı bir bütün fantezisi yaratmaya çalışırlar. Tutarlılık elbette her durumda bir imkânsızlık içerir. Mutlak bir tutarlılık asla yakalanamaz ve üretilemez. Bu imkânsızlığa rağmen tutarlılık bir ilke olarak yerini koruyorsa bu durumda göreli bir tutarlılık çabasının olduğu düşünülebilir.
Çıplak dil ve çıplak hayat
Yukarıda anlatılan dil, anlam ve ideoloji arasındaki hikâyenin radikal bir değişikliğe uğradığı bir dönemde olabilir miyiz diye sıkça düşünüyorum. Nihayetinde anlamların, değerlerin ve ilkelerin fasılasız bir şekilde bozulmaya yüz tuttuğu ve çürüdüğü bir çağda yaşıyoruz. Bütün bir dünyayı saran her türden kriz içinde çok derin bir anlam ve dil krizini de taşıyor. İnsanlık ve temel değerler söz konusu olduğunda üretilen söylemlere şöyle üstünkörü baktığımızda tutarlılık ve buna bağlı anlam arayışının kendini bir zorunluluk olarak hissettirmediği hatta fazlalık olarak algılandığı bir cehenneme doğru sürükleniyor gibiyiz. Tutarlılık ve tutarlılık ekseninde kurulan anlam arayışından vazgeçilen bir durum söz konusu sanki. Anlamlandırma, iletişim, uzlaşı ve çatışmayı mümkün kılan dil üzerindeki yükler veya kurallar atılarak dil sadece bir “çıplak dil” olarak deneyimlenmeye çalışılıyor. Gösterenlerin gösterilensiz hükümranlığı keyfin en büyük kaynağı haline geliyor. Ne cümleler arası ne de bütün bir söylem için bir anlam ve tutarlık ihtiyacı duyulmuyor. Ses olarak konuşmanın kendisi bizzat amaçlanan haline geliyor. Önemli olan neyin nasıl konuşulduğu değil, bir şeylerin konuşma olarak belirmesidir. Ne konuşan ne de dinleyen artık örgütlü bir anlam arayışının içinde. Mühim olan konuşmak ve her konuşmanın sonuna bir nokta koyarak onu bir emir kipine dönüştürmektir. Bu haliyle çıplak dil artık kendi evinde, yani çıplak hayatın içindedir. Politik ve kamusal hayattan uzaklaştıkça nasıl çıplak hayatın içine düşüyorsak dilin de iletişim ve ortaklık kurma özelliklerinden uzaklaştıkça çıplak dilin içine düşüyoruz.
Kamusallığın Bozulması ve Kalabalığın Yükselişi
Bu arka plan esas olarak bir türlü olmayan, kurulamayan ama daima kurulma teşebbüsünün kendisiyle ayakta kalan toplumsallığın ve kamusallığın yitirildiği âna denk gelir. Dil artık temel fonksiyonlarından azade olarak çıplak dil haline gelmişse buna paralel bir dönüşümün toplumsal uzamda da gerçekleşmiş olması gerekir. Toplum artık bir ilişki ve ilişkilenme biçimi olarak değil, bir kümelenme veya uzam kaplamak olarak mümkündür. Uzlaşı imkânı kalmamış ama çatışmadan da vazgeçmiş bir toplum, toplum olmaktan ziyade bir yığını veya kalabalığı anlatır. Bir siyasal birliktelik olarak veya bunun çabası olarak toplumdan bahsetmemiz için dilin anlamlandırma işlevlerini ve tutarlılık kuralını yitirmemiş olması gerekir. Ya da dilin çıkarılan sesten, yaratılan fiziksel dalgalanmadan veya bir gürültüden fazla olması gerekir. Bu fazlalığın da toplum ve onun üyelerince korunması veya korunabilmesi icap eder. Siyasal ve toplumsal söylemlerin raydan çıkararak kendilerini tutarlılıktan azade kılmaları toplumun zamanla kurduğu ilişkide de bir tahribat oluştuğunu gösterir. Herhangi tutarlı bir anlamın peşinde değilsek hem şimdimizden hem de geleceğimizden feragat etmiş ve zamanı her üç haliyle (geçmiş-şimdi ve gelecek) zamansızlığımızın kurbanı yapmış oluruz.