Genel Okur

Okuryazarlık dünyasındaki en büyük grup olmasına ve çokça telaffuz edilmesine rağmen genel okuru ele alan bir metne -en azından- dijital evrende rastlamadım. Anlamının herkesçe biliniyor oluşu muhtemelen bunun başlıca sebebidir. Ama bu durum konu üzerinde düşünme girişimini gereksiz kılmamalı. Çünkü hepimizin üzerinde uzlaştığı anlamlar hakkında yazmayı gereksiz sayarsak geriye yazacak çok az şey kalacaktır. Bu yüzden yazmak biraz da bilineni “bilindik olmaktan çıkarmak” değil mi? Bu yazı genel okuru bilindik olmaktan çıkarmak ile yazarını biraz daha bilindik kılmaya çalışmanın arasında bir yere odaklanmaktadır. Böylelikle tanımlama işini sırayla her ikisine odaklanarak yapmak yerine aralarındaki ilişkiyi açıklayarak gerçekleştirmeyi tercih ediyoruz.

Bu tür konuların asıl tartışıldığı yer olması nedeniyle edebiyat alanıyla sınırlı bir değerlendirme yapabilirdik. Ancak bu genel okurun anlamıyla çelişik şekilde bir anlam ve kapsam daralmasına neden olacaktı. Ayrıca bir edebiyatçı ya da edebiyat eleştirmeni bilgi ve kavrayışına sahip olmadığım için konunun edebî ve teknik yönlerine ağırlık vermek hem boyumu hem de bu yazının amacını aşacaktır. Bunun yerine kendi alanım sosyolojiyi işe koşmak, edebî bakışın zorluğundan kaytarmayı mümkün kılmasa da çerçeveyi sosyal yönüyle oluşturmayı sağlayabilir diye umuyorum. Bu yazıda genel okur, okuryazar kamusunun ve onun önemli bir bileşeni olan yazarın ve toplumla ilişki kurma tarzının hem göstergesel hem de somut unsuru olarak ele alınmaktadır. Yani genel okuru, edebiyat dahil tüm bir okuryazar kamusallığının önemli bir sosyal kategorisi şeklinde ele alacağız. Yazı ilerledikçe genel okurun kavramsallaştırılmamış oluşunu istismar edercesine, bunu kültürel ortakyaşarlığımızın sorunlu bazı bölgelerine dokunmakta operasyonel bir kavram olarak da kullanmayı deneyeceğim.

Iser, yazar-okur ilişkisini anlatırken “ima edilen okur”[1] kavramını kullanır. Bundan kasıt şudur; yazar kendi metni hakkında bilgili olmakla kalmaz okuru hakkında da bilgilidir. Sartre’ın “Kimin için yazılır?” sorusunu açıklayışına bakarsak sahip olmalıdır da. Peki, genel okur dendiğinde ima edilen nasıl bir şeydir? Sanırım herhangi bir meslekî uzmanlık gerektirmeksizin ya da günümüz ölçülerinde ortalama bir tahsilin verdiği kazanımlarla okunabilecek nitelikteki metinlerin okurları kastediliyor. Önemli olan bir husus da genel okurun değişken bir kategori olması. Yani entelektüel algı ve beğeninin belli bir düzeyine işaret etmeyişi. Okur olmanın performatif ve niteliksel anlamda gelişkinliğine vurgu yapan bir anlamı yok. Mesela bir hekim tıp makalesi okurken uzman okur, deneme okurken genel okurdur. Belki işin bu yanının açık uçlu ya da belirsiz bırakılmış olması genelliğinin beklenen bir başka özelliğidir.

Genel okur hakkında konuşmayıp kavramı ortada bırakmak yerine konunun üzerine gidilmiş olsaydı, genel okur gibi bir de “genel yazar” diye bir kavram telaffuz edilir miydi acaba? Dilimizde böyle bir şey yok. Öyle ya okuru “genel” olan metnin yazarı niye genel olmasın? Diğer taraftan âdeta metnin, hatta yazarın eyleminin tayin edicisi olarak görüldüğü günümüzde genel okurun hiçbir “özelliği” olamaz mı? Yazarın ve metnin karşısında okurun tahta oturtulduğu bir çağda yazar için kullanılmayan ama okur için kullanılan bir kavram, “genel”. Yine de okurla ilgili bu nitelendirmenin herhangi basitleştirici ya da küçük düşürücü bir anlam taşıdığını ima etmiyorum. Bunu söyleyene de rastlamadım. Hatta bu metin boyunca genel ile özel arasındaki karşıtlığa bağlı bir mantık izlemediğimiz de görülecektir. Genel okur, popüler kültür ya da kitle kültürü ile irtibatlandırılan gruba da karşılık gelmez. Çünkü kültürü dikey değil, yatay eksende kuşatan bir kategoriden bahsediyoruz. Diğer yandan genel okurun karşılık geldiği evrenin bütün bir kültür kamusu olduğunu düşünmeyi tercih edince bu kavram biraz sempati çekmiyor da değil. Bu arada okumaya doyamadığımız, olağanüstü yaratıcılık ve zekâ ürünü olan yapıtlar çoğunlukla genel okura hitap ederek kaleme alınmış yazılardır. Dostoyevski’nin iyi bir anlatıcı, iyi bir ruh tahlilcisi olabilmesi okuyan herkesi genel okur kılabilmesiyle de alakalıdır. Hatta Bahtin’e bakarsak[2] Dostoyevski'nin dehası kendisi, kahramanı ve okur arasında özgür, eşitlikçi, diyalojik bir ilişki kurabilme becerisinde aranmalı. 

Genel okura yönelik metinleri üretme işini üstlenen yazar hakkında konuşmak biraz daha zor. Okurken uzman olunması gerekmeyen metinleri yazmanın bir uzmanlık gerektiriyor olması elbette çelişkili değildir. Üstelik söz konusu yazar felsefeci, edebiyatçı, sosyal bilimci, hatta doğa bilimci olduğunda bile kendi uzmanlığından kımıldamaksızın genel okurla hususi bir ara yüz kurabilmektedir. Bu çelişkili değil çünkü burada “ima ettiğimiz yazar” son derece karmaşık ve zor meseleleri olabildiğince özlü ve berrak şekilde aktarabilme yeteneğine sahip olan yazar. Böyle tanımlandığında, sözgelimi akademik yazarlığın oldukça dışında bir yerde duran insandan bahsediyor gibiyiz. Akademik yazarlıkta ima edilen şey, “basit ve bilinen” olsun olmasın, konusunu zor ve karmaşık meselelere dönüştüren; teorik ya da son derece karmaşık meseleleri zorluk ve karmaşıklığını saklı tutarak meslekten bir okurla paylaşan yazarlık tarzı. Ama bu tanımlama, birincisinin popülist bir üslubu tercih edip kolaya kaçan, diğerinin ise zorlu ve kültürel sermaye getirisi düşük bir hedefe yönelik etkinlikler olduğu anlamına gelmiyor. Spinoza'nın Etika’sı genel okura yönelik olmakla birlikte çoğu akademik metinden çok daha zorludur. Akademisyen olmakla birlikte akademik kamuya değil, genel okura hitaben yazdıkları çok daha gelişkin olan pek çok yazar da mevcuttur. Bunun gibi çok sayıda örnek genel okurla ilişkilendirilen kültürün de genel olacağı fikrini tartışmalı kılar. 

Genel okur ve yazar ilişkisi, kamusallığın ve kamusal davranışın yaşadığı değişimle birebir ilişkilidir. Tam da bu nedenledir ki kamusallığın gelişimini anlatmanın en iyi yollarından biri bunu edebî kamu kavramıyla düşünmektir. Edebiyata bakmanın görebildiğim üç avantajı vardır. Birincisi kamusal alanın ortaya çıkışında basın-yayın faaliyetlerinin, edebiyatın ve özellikle romanın oynadığı rolün çok açıklayıcı oluşudur. İkinci avantajı, yazar-okur ilişkisinin ve bunun toplumsal yaşama dokunan yönlerinin en fazla tahlil edildiği yerin edebiyat alanı olmasıdır. Üçüncüsü, okur kategorisinin en fazla “genel” anlamını kazandığı alan edebiyattır. Dolayısıyla edebî kamunun aldığı biçim bütün bir kamusallığın gelişiminde birebir yansımasını bulabiliyor. Bu o kadar barizdir ki modern kamusal alanın ortaya çıkışı bizatihi genel okur kavramının ortaya çıktığı anla başlatılabilir. G. Poggi 18. yüzyılda kamuoyunun oluşumunu anlatırken kültürel, sanatsal ve bilhassa edebî faaliyetlerin yeni bir kimlik gelişimine yol açtığının, bu kimliklerin farklı “public”lerle temas halinde olduklarının, bu açık tartışmaların yurttaşlık olgusunun oluşumunda kritik rol oynadığının altını çizer.[3] Bence buradaki kamusallıkta genel okurun varlığı ayrıcalıklıdır. Çünkü belli bir alanın okuru, uzman okur gibi kategoriler eskiden de vardı. Ama kapalı devre bir ağ içinde üretilen bilgiyi yaymak bir yana bunu esoterik kılma, “alakasız insanlardan” sakınma tutumu bilhassa tercih edilmekteydi. Ama bahsi geçen kamuoyu ve buna bağlı yurttaş kimliğinin oluşumu için üniter ve sade bir dil yanı sıra herkese açık bir bilgi ve tartışma alanının oluşmasının gerekliliği fark edildi. Modern kamusallıkla birlikte oluşan durum tam olarak buydu. Sonuç olarak bugün modern toplum dediğimiz şey bir genel okurlar toplumudur esasında. 18. yüzyılın ortalarına doğru sözünü ettiğimiz edebî kamunun ortaya çıktığı dönemde okurun taleplerinin ve haklarının yazar karşısında belirleyici olmasının; daha coşkulu, demokratik bir kamusallık ortamında tüm yazarların okurun genel eğilimi karşısında nispeten edilgen oluşlarının nedeni de buydu. 18 yüzyıl sonlarındaki haliyle kamusal alanın ve sivil toplumunun idealize edilmesi, tam da genel okur için bir altın çağ olmasından kaynaklıdır.  

Yazarların otoritesinin daha belirleyici olmaya başlaması, okurun daha edilgen bir noktaya doğru çekilmesi; kamusal alanın, öznelliğin, ciddiyetin ve mahremiyetin karşısında yavaş yavaş eriyişi ile paralellik arz eder.[4] Okuru gözeten bir yazar tipi değişmez ama yazar tarafından koşullandırılan bir okur tipi yükselmektedir. Metne müdahale artık sadece profesyonellerin, eleştirmenin işidir. Okurun uzmanlık kazanması ile kamusal alandaki payının daralması arasında dolaysız bir ilişki vardır. Yazar-okur ilişkisindeki bu “anti-demokratik” durum, kamusal davranış tipolojisinin yeni biçiminin okura yüklediği bir davranış normudur. Burada olan şey aslında her iki tarafın birbirlerinin kamusal rollerini karşılıklı olarak tahkim etmesidir. Yeni kamusal rol uyarınca okurun yaptığı bir tür “uygar kayıtsızlıktır”. Yani okur, yazarla karşılaşma ânında olup biteni onaylayarak kendisini aleniyet, kendini ifade edebilme ve “medeni cesaret” kabilinden birtakım “kamusal risklerden” korumuş olur.  Bu tür bir kamusal davranış normunda kayıtsızlık tabiri yanıltmasın: Nezaket aracılığıyla gerçekleşmekle birlikte bir kayıtsızlık görüntüsü altında muhatabının rolünü oynamasında gerekli görünen yardımı ona sunmak için (eleştirel) ilgisizlik taklidi yapmaktır bu.

Günümüz okuryazarlık dünyasında ise yaşananların çoğunun (genel) okurun lehine olduğu düşünülüyor: Yazarın ölümü, sanatta ve edebiyatta gerçekleşen kültürel hafifleme, her türden okumanın bir tür yazarlık olduğu, metnin imkânsızlığı, doğru bir okumanın zaten mümkün olamayacağı... vb. Tüm bunlar genel okurdan yana gelişmeler gibi duruyor. Ama öyle mi? Günümüzde tüm bunlara rağmen yazarın okur karşısındaki ayrıcalıklı konumunun her zamankinden çok daha güçlü olduğunu, hatta bu gücün büyük ölçüde okurun “genelliği” ile birebir alakalı olduğunu düşünemez miyiz? Öncelikle şunu belirtmek lazım, bu sıraladığımız üç ana dönemde de okurun önemi her zaman öncelikliydi. Çünkü saydığımız bu dönemlerin her birinde değişmeyen tek şey yazarın okurla etkileşimi ve onun tepkilerini her zaman çok önemsiyor oluşudur. Ama bu öncelik başlangıçta belirttiğimiz gibi kamusal alanda yaşanan gelişmelerin koşullandırmalarına tabidir. Buradaki önceliğimiz günümüz koşullarındaki, yani genel okurun okuryazar kamusallığındaki rolünün en fazla olduğu dönemdeki anlamı üzerine. 

Türkiye'de okuma düzeyinin değerlendirilmesindeki yaygın karamsarlığa karşın gelişmenin iyimser olmayı haklı kılacak düzeyde olduğuna dair işaretler de vardır. En çok okunanların yanı sıra “en çok okunması gerekenler” ölçeklendirmesinde de durumun çok fena olmadığı düşüncesindeyim. Bu durum Türkiye’de genel okurun kamusal rolü ve işlevi açısından da önemli bir gelişmedir. Çünkü genel okurun, kamusal alanın sosyokültürel içeriğini oluşturan en önemli sosyal aktör olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan sadece akademide değil, “sivil” entelektüel alanda da eleştirel ve diyalojik üretim geleneğinin zayıflığı, yazarların birbiriyle metin üzerinden ilişki kurma alışkanlıklarının yerleşmemişliği genel okuru bir “kulis”, hayalî bir “kamu” olarak Batı’dakinden daha farklı bir düzeye taşıyabiliyor. Bunu açmak için, okuryazar kamusunun önemli bir aktörü olan ve genel okura hitap eden yazarın, genelleştirilemese bile tipleştirilebilecek nitelikteki bazı özelliklerinin ele alınması gerekmektedir. Bu arada konuştuğumuz tip hakkında “genel yazar” derken sadece bir ironi yaptığımız sanırım artık fark edilmiştir. Dolayısıyla şimdi bahsedeceğimiz yazar tipi okuryazar kamusunda genel okurun partneri olmakla birlikte asla genelleştirilmemesi gereken bir kategoridir. Bahsetmeye çalışacağımız “tip”, genel okurun belkemiğini oluşturduğunu ifade ettiğimiz kamusal alana ve gelişimine faydası tartışmalı bir yazar tipi. Bu entelektüel tipi (Said entelektüelden daha çok yazarı anlar)[5] daha ziyade yazarlığı ile birlikte aktif sosyal medya kullanıcıları arasında karşımıza çıkıyor. Böyle olması meselemiz olan kamusal gelişim ve genel okurun bu alandaki paydaşlığı açısından olumlu bir bireşim. Ancak söz konusu yazar, bu mecralarda genele ya da başka bir okuryazar public’ine yöneldiğinde, şahsi meselesini kamusallaştırabilmekteki hüneriyle dikkat çeker. Siyasi rakibini muhatap almayıp, hatta adını telaffuz etmeyip doğrudan kendi kitlesine hitabı üzerinden cevap veren politikacının yaptığına benzer bir başka tavır da cabası. Muhatabına diyeceği (daha doğrusu diyemeyeceği) sözü, parçası olduğu kamusal alanı “mahallileştirerek” yazabilmekte sadece. Dolayısıyla buralarda ima edilen okur ve ima edilen yazar “buralı” (yerli) bir anlam taşır. Biraz “ima” içeren bu tespiti açmak için şöyle bir sorudan hareket etmek yerinde olacaktır: Böylesi bir kamusal kültürde gerçekleşen iletişimin özelliği, uzamı ve bunun genel okurla ilişkisi nedir?

Özellikle edebiyat teorisinde yazarın okuru ele geçirmesi ya da okurun yazara hükmetmesi gibi bir ikilem, Türkiye'nin kültürel kamusunda biraz farklı bir seyir izler. Şöyle ki yazarlıktaki “meşru hilelerden” biri olan “okur ile oynamak” genelde bir akıl ve dil oyunu olarak alımlanır. Bu esasında okurun da talep ettiği ve sevdiği bir tekniktir. Türkiye'de belirtmeye çalıştığım durumda ise okur ile oynamak, okur ile yazarın birlikte sahnelediği bir oyundur. Olan şey daha çok yazar ve okurun birlikte -genellikle yazarın yönlendirmesiyle- başka bir yazarla ya da sosyal kategoriyle oynayarak, zaten kadük olan kamusallığın sürekli prematüre halde kalmasına neden olan iletişim biçimlerinden birinin tercih edilmesidir. Bu öyle bir oyundur ki taraflar birbirlerinin rollerini “mış gibi” gibi yaparak, yani danışıklı bir şekilde ortak çıkarı sürdürerek işletirler. Bu Erwing Goffman’ın “izlenim yönetimi”[6] dediği iletişim stratejisi ile açıklanabilir. Bir sosyal ilişkide taraflardan biri sosyal eylemi sırasında psikolojik ve sosyal açıdan desteğe ihtiyaç duyduğu anda karşı tarafın onun durumunu (üçüncü tarafların nezdinde) sürdürmesine yardımcı olması, elini rahatlatması şeklinde tanımlanabilir bu. (Başkalarının içinde komik duruma düşen birinin vaziyetiyle ilgilenmiyormuş taklidi yapmak -gülmemek- gibi.) Gündelik etkileşimin doğal bir parçası olan bu strateji, yerine göre medeni bir kamusal iletişimin gerektirdiği sorumluluktan, buna bağlı olan ve yukarıda bahsettiğimiz “kamusal risklerden” kaçınmak şeklinde de karşımıza çıkabiliyor (örneğin kalabalık bir masabaşı toplantısında “iki kafadarın” danışıklı ve stratejik davranarak -yekdiğerinin izlenimini yöneterek- ortak iletişimi tahrif etmesi). Kamusal iletişimde sorumluluk seçilmiş bir kişi ya da gruba karşı değildir, tüm katılımcıların izlenimini yönetmek gerekir. Bir okuryazar kamusallığında ise sorumluluk her şeyden önce yazarındır. Örneğin Bahtin’e göre yazarın ayrıcalıklı konumu ve bilgisi, metnin ve okurun ufkunu aşar, aştığı ölçüde bu yazara bir sorumluluk da yükler. Sorumluluk, karşılıklı farkındalık ve iletişime dairdir. Bahtin’den, İngilizce sorumluluk (responsibility) kelimesinde olduğu gibi Rusça karşılığı olan otvetstvennost’un kelime kökünde de “cevap” olduğunu öğreniyoruz. Bahtin’in yazılarında “sorumluluk”u, “cevap verebilirlik” şeklinde görmemizin nedeni budur. İşte bu ilkeye göre, kamusal iletişimde cevap verebilirlik, içinde bir öteki fikrini ve diyalojiyi gerekli kılar. Medeni bir kamusal iletişimde olan budur. Öyleyse “yerli” bir okuryazar kamusallığındaki iletişime farklılığını veren özelliğe biraz daha eğilelim.

Türkiye’de kamusal alandaki iletişim insanlardan daha çok suretlerden, anlamdan çok imalardan müteşekkil olduğu için sorumluluk (mesuliyet) çoğu durumda insana değil, norma karşıdır (kamunun sivil, insani etkileşimden çok “resmiyet” anlamını kazanmasının psiko-sosyal artalanında biraz da bu yatar). Düşüncenin soyut ve teorik, kamusal alanın ise olabildiğince somut ve insani etkileşimden oluşması gerekirken; tam tersine, kamusal alandaki etkileşim olabildiğince muhayyel, düşünce ise genellikle somut ve cismani temsilleriyle var olabilmektedir. Bu yüzden “insansızlaştırılmış” bir kamusal alanda resmiyet her şeyden önce soyut haliyle etkindir ve bunun tek nedeni baskıcı bir siyasi kültürün kamusal alan üzerindeki tasallutu değildir. Sorumlu aramak için bakılacak çok yer ve edilecek çok söz vardır şüphesiz. Ancak konumuz olduğu üzere okuryazar kamusundaki ilişki biçimlerine odaklanmanın, bu ilişkinin kendisiyle sınırlı olmayan, en genel haliyle bir “ben ve öteki ilişkisinin” kültürel ve düşünsel doğasını da açıklayabileceğini düşünüyorum.

Türkiye'deki toplumsallığın parçalı bir karaktere sahip olduğunu, kültürel ve yaşam biçimsel ayrımların çok derin olduğunu, bunun da “mahalle”, “muhit” gibi metaforlarla dile getirildiğini sıkça okuruz. Bu metaforların kullanımı ne kadar doğru emin değilim ama bunun yazarla birlikte okuru da içine alacak şekilde kullanılıyor olması bence yanlıştır. Genel okurun mahalli bir kültürel karakter taşıması anlamı ile çelişkilidir ve kesinlikle öyle olmadığını düşünüyorum. Okurların yayınevi, dergi, hatta belli bir yazar tipi etrafında kümelendiği bir kamusal alanın epeydir geçerliliğini yitirdiğini düşünüyorum. Ancak görebildiğim kadarıyla sözünü ettiğimiz yazar tipi için “mahallenin”, bir kültür ve grup asabiyesi olarak varlığı hâlâ önemli. Dolayısıyla “mahalle” ya da “muhit” metaforları, olsa olsa söz konusu yazarın arzusunu çağrıştırıyor olabilir. Bunu söylemek, bahsettiğimiz tipteki yazarı muhayyel bir mahallede muhtarlık kovalayan biri olarak gördüğümüz anlamına gelmiyor tabii. Ama bu ilişkide yazarın, okurun kamusal davranışı üzerindeki tesirinin oldukça fazla olduğunu düşünüyorum. Böyle bir yazar kendisi ve okuru için bir kamusal alan talep etmek yerine birlikte var olabilecekleri bir sosyal ağ ile yetinmek ister. Bir ağın içinde yer almakta yadırganacak bir şey yoktur, zira ağ modern hayatın bir gerçeğidir. Sorun Türkiye’de sosyal ağların genellikle kamusal alanın işlevini üstlenmeleri, hatta onun yerini almalarıdır. Böyle bir durumda “genel”e ait olan kamu, özel iletişim öbeklerinin (ağların) derebeylikleri şeklinde parsellenir. Çünkü kamusal alanın farklılığın ifşasını, aleniyeti ve diyalojiyi (sorumluluğu) gerektirmesine karşın, sosyal ağ -pratikte- benzerliği ve bundan kaynaklı emniyeti ifade eder. Emniyeti sağlayan şey sanıldığı gibi aynı görüşte olmak değil, aynı ağda olmaktır. Bu ağda karşılaşmanın parolası da yoktur, çünkü ne söylediğinle değil, ne olduğunla girebileceğin bir muhittir bu. Ağ geçerli bir iletişimin normatif çerçevesini sağlar. Yani yanlış bir konuşma “doğru bir ağdaysanız” telafi edilecektir. Ama “yanlış ağdaysanız” doğru konuşma diye bir şey yoktur. Ağ öznelerarası bir ilişkiye dayalıdır ve öznelliğin kazanıldığı uzamdır. Oysa Habermas’a göre etkili ve doğru bir konuşma için kişinin öznelerarası dünya ile beraber “üç dünyaya” birden göndermede bulunması gerekir.[7] İletişimin geçerli ve etkili olması için konuşmacının eşzamanlı olarak hem kendisine ait olan öznel dünyasına, hem yaşamını paylaştığı öznelerarası dünyaya, hem de eylemde bulunurken iradesini aşan bir gerçeklik alanı olarak nesnel dünyaya gönderme yapabilen bir dil kullanabilmesi gerekir. Burada mahalli olan ve sosyal ağ olarak problematize ettiğimiz alan öznelerarası dünyaya karşılık gelir. Asli öğesinin genel okur olduğu kamusal alan ise bu üç dünyanın ortak uzamı ve karşılaşma alanıdır/alanı olmalıdır. Genel okura yazarken birinin içine gömülmek yerine her üç dünyayı da gözetebilmek gerekir. Bu prensibin ihlal edildiği durumda olanlardan bazılarına değinerek bitirmek isterim.

Türkiye’de “kültür savaşı” denen şey aslında -yukarıdaki anlamıyla- bir “dünyalar savaşıdır”. Öyle ya, sadece öznelerarası ve mahfuz bir dünyanın yine benzer ölçekte ama rakip bir başka dünya ile sürtüşmesine kültür savaşı denebilir mi? Savaşan kültürler ile savaşanların kültürünü aynı şey sayarsak denebilir tabii. Kültürün ağları ve muhitleri aşan bir olgunluğa ulaşması koşulunda savaşan kültürlerden bahsedilebilir. Yani kültür kamusunda klasiklerin, kanonun ve özgün akımların (bunların varlığı ve gelişimi genel okurun kamusallıktaki rolünün gelişkinliğine bağlıdır) çok zayıf kaldığı bir toplumda kültür savaşını başka türlü konuşmak gerekebilir. Benzer bir sorun “kültürel iktidar” denen şey için de geçerlidir. Kültürel iktidar (yukarıda ele aldığımız minvalde) mahalli olanın kamusal alana galebe çalması olabilir ki bu olanaksızdır. Çünkü kültür bir iktidar kuracak olgunluğa erdiğinde artık mahalli karakterinden (dolayısıyla bundan devşirdiği iktidarından) çok şey yitirmiştir. Tüm kamuya egemen olduğunda ise buna iktidar denmez, “kültürel hegemonya”[8] denir ki bu da olanaksızdır. Çünkü kültürün hegemonik olduğu bir alana (yukarıda bahsettiğimiz özelliği gereği) artık kamusal alan denemez. Kültürel iktidar olmak genel okur üzerinde iktidar olmak demektir ki bu da olanaksızdır. Üzerinde iktidarınızı kurduğunuzu düşündüğünüz okur artık “genel” olamaz. “Ağ”ınızdaki balıktır. Kültür dil, teknik, eylem ve sanat yoluyla başkaları, kendimiz ve doğa üzerinde yarattığımız etkidir. En gelişkin haliyle kültür başkalaşımdır, yabancılaşmadır. İktidarına (muhitine, ağına) yabancılaşmadır. Bu yüzden “kültürel iktidar” gibi oksimoron bir tamlamanın bu denli ilgi çekebilmesi bile kamusal alan diye bilinen ortakyaşarlığımızın gettolaştığına delalettir. Bunun pek çok sorumlusu vardır elbette. Genel okuru kamusal alandan çekip onu kendi mahfuz bölgesine kapatmaya çalışan yazarlık dili bunlardan sadece biridir.


[1] “İma edilen okur” kavramı W. Iser, W.C. Booth ve de O. Pamuk tarafından -başka bir isme atıf yapılmadan- kullanılmaktadır. Parla, bu kavramı Iser referanslı kullandığı için biz de tercihimizi aynı yönde kullandık. Bkz. Parla, J. (2015), Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, İstanbul.

[2] Bahtin, Mikhail. (2004), Dostoyevski Poetikasının Sorunları, çev. Cem Soydemir, Metis, İstanbul.

[3] Poggi, Gianfranco. (2002), Modern Devletin Gelişimi, çev. Şule Kut, Binnaz Toprak, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

[4] “Kamusal alan tartışmalarında sürekli olarak 18. ve 19. yüzyıllar arasında hem bir bağa hem de dönüşüme vurgu yapılmaktadır. Konuyla ilgili önemli çalışmalardan Habermas’ın The Structural Transformation of The Public Sphere (1962) (Kamusallığın Yapısal Dönüşümü), Richard Sennett’in The Fall of Public Man (1977) (Kamusal İnsanın Çöküşü), Hannah Arendt’in The Human Condition (1958) (İnsanlık Durumu), Michael Warner’in The Letters of the Republic (1990), Norbert Elias’ın Über den Prozeb der Zivilization (1976) (Uygarlık Süreci); bu iki yüzyıl arasında kamusal alanda meydana gelen görünümleri ve de ‘toplumsal tahayyüldeki mutasyonu’ konu edinmektedirler (…) Kamusal alan tartışmalarında 18. yüzyıl, kamusallığın modern oluşum zamanı olarak ele alınmakta ve bunu izleyecek şekilde de 19. yüzyıl; insan, kent ve kamu yaşamına katılan yeni özelliklerle beraber kamusallık ilkesinin çözülüş dönemi olarak ele alınmaktadır.”  Bkz. Yıldırım, Yılmaz. (2011), “Kamusal Alanın Göz İle İnşası ve Gözden Düşüşü: Parisli Flaneur ve İstanbullu Bihruz Bey”, İdealkent, sayı 3.

[5] Said, Edward. (2002), “Yazar ve Entelektüellerin Kamusal Rolü”, Cogito, sayı 31, YKY. İstanbul. s. 37.

[6] Goffman, Erving. (2016), Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, çev. Barış Cezar, Metis, İstanbul.

[7] Habermas, Jürgen. (2001), İletişimsel Eylem Kuramı, çev. Mustafa Tüzel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.

[8] “Kültürel hegemonya” kavramı hakkında etraflı bir tartışma için bkz. Dellaloğlu, Besim F. (2020), Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi, Timaş, İstanbul.