Cumhurbaşkanlığı mevzuundan bir çoğumuza gına gelmiştir herhalde. Bazılarımız daha başlığı görür görmez, “yine mi!” diyerek bu yazıyı atlayıp başka sayfaya geçecektir belki. Ama elimiz mahkûm, bu konuda kafa yormaya ve yazmaya devam edeceğiz. Çünkü ülke gündeminin tam ortasında yer alan bir meseleyi yok sayma lüksüne sahip değiliz. Üstelik bütün magazinleştirme ve kısırlaştırma çabalarına rağmen, “yapay bir tartışma”yla karşı karşıya olduğumuzu da söyleyemeyiz.
Tanımadığımız bir şehirde yolumuzu kaybetme ihtimali söz konusu olduğunda, yönümüzü belirleyebilmek için şu mutat soruyu sorarız: “Bulunduğumuz yer neresi?” Bu soruyu meselemize tercüme edersek, şu hale dönüşür: “Cumhurbaşkanlığı krizinde nerede bulunuyoruz?” Aradığımız adrese ulaşma konusunda çoğu zaman işe yaramasa da, bu tartışmada yol alabilmek için başka bir soruya daha ihtiyacımız var galiba: “Buraya nereden ve nasıl geldik?”
Kısaca hatırlayalım: Bu yılın Kasım ayında yapılması gereken seçimlerin 22 Temmuz’a alınmasının görünürdeki en önemli nedeni, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesiydi. Ordu etrafında kümelenen güçlerin oluşturduğu koalisyon, Abdullah Gül’ün veya eşi türbanlı başka bir AKP’linin cumhurbaşkanı olması halinde “laik cumhuriyetin çökeceği” propagandası ekseninde kapsamlı ve yoğun bir kampanya yürüttüler. Ordu, 27 Nisan muhtırasıyla, bu kampanyanın en kritik hamlesini yaptı. Açık müdahale tehdidini de içeren bu muhtıra; anayasal sistemin olağan işleyişini engelleme, başlamış olan süreci tıkama, gerilimi yükseltme ve saflaşmayı tek eksene çekme hamlesiydi. İplerin kopma noktasına gelecek derecede gerildiği bir noktada, Anayasa Mahkemesi devreye girdi ve meşhur “367 kararı”yla tıkanıklığı tescilledi. Ordu, “negatif iktidar operasyonu”nda başarılı olmuş, istemediği bir şeyi engellemişti. Ancak bu geçici bir başarıydı; çünkü oyun devam ediyordu ve hamle sırası diğer tarafa geçmişti. Üstelik bu oyun, tek biçimli olmaktan çıkmış; mesela satranç, at yarışı ve pokerden oluşan tuhaf bir karmaya dönüşmüştü.
AKP, bu operasyona “seçimi erkene alma” hamlesiyle karşılık verdi. Böylece oyunu başka bir düzleme taşımış ve “seçmen” denen, kimsenin açıkça itiraz edemeyeceği bir hakemi oyuna davet etmiş oldu. At yarışına benzetirsek; AKP bu düzlemde birkaç boy farkla galip gelmiş; “olağandışı” sayılabilecek bir güç elde etmişti. Ordunun oynadığı at ise, kendisine sunulan bütün imkânlara rağmen, tabir caizse, nal toplamıştı.
Seçimlerden sonra, yeniden satranç masasına döndü taraflar. Oyuna nasıl devam edileceği konusunda, AKP içinde farklı görüşler ortaya çıkmıştı. Erdoğan, yeni bir krizin oyuna “güç” faktörünü davet edebileceği ve “gücün oyunu bozacağı” kaygısıyla, karşı tarafı ürkütmeyecek ve kızdırmayacak “temkinli ve yumuşak” bir taktiği tercih etme eğilimindeydi. Başka hesapları da vardı muhtemelen. Lâkin partisinin çekirdeğinden ve tabanından gelen basıncı hesaba katmamazlık edemedi ve Abdullah Gül’ün adaylığını kabullendi.
Ne oldu şimdi? Yine başa mı döndük? Bir dostumun çok sevdiği metaforla, “sar başa kümeler” durumu mu yani? Hani ilkokulda matematik derslerine her yıl “kümeler” bahsiyle başlanır ya!
İlk bakışta, sanki dönüp dolaşıp 22 Temmuz öncesindeki yerimize geri gelmişiz gibi bir tablo var ortada. İlk bakış, başka konularda son bakışla aynı sonucu verebilir; ama toplumsal ve siyasal meselelerde ilk bakışa saplanıp kalmak çoğu zaman yanıltır. O halde bakışımızı biraz daha derinlere dikmeye çalışalım.
Öncelikle Cumhurbaşkanlığı oyununda konunun veya hedefin ne olduğunu tespit etmek gerekiyor. Belli çevreler, burada “rejim üzerinde bir mücadele”nin söz konusu olduğunu iddia ediyorlar. Bunlara göre; AKP’nin cumhurbaşkanlığı makamını ele geçirmesi, “laik rejim”i yıkıp “İslâmî bir sistem” kurma stratejisinde geri dönülmez bir aşamayı temsil ediyor.
AKP’nin sistemi değiştirme konusunda gizli bir gündeme sahip olduğuna inanan bu çevreler, parlamentoda çoğunluğa ulaşmanın ve cumhurbaşkanlığı makamını denetlemenin sistemi değiştirmek için yeterli olduğu öncülünden hareket ediyorlar. Esas sakatlığın bu “öncül”de yattığını düşünüyorum. Zira devleti her türlü dönüşümün kilidi, hatta yegâne aracı sayan bu öncül, siyasal alanın çoklu dinamiklerini ve toplumsal mücadelelerin karmaşık yapısını hiçbir şekilde hesaba katmaz ve önemsemez. Bu nedenle, tarihsel verileri ve bilimsel birikimi kullanmayı gerektiren makul siyasal tahlillere değil, ciddî bir temellendirme gerektirmeyen indirgemeci ve şabloncu “komplo teorileri”ne götürebilir ancak.
AKP açısından da bu oyunun bir “iktidar mücadelesi” anlamına geldiği kuşkusuzdur; ama “sistem üzerinde değil, sistem içinde bir iktidar kavgası”dır söz konusu olan. Bu nedenle “gizli gündem” varsayımını inandırıcı bulmadığımı belirteyim; ancak bu tartışmanın ayrıntılarına burada girmeyeceğim.
Cumhurbaşkanlığı oyununda gelinen noktayı belirleyebilmek için, bir de ve asıl ordunun konumu açısından değerlendirme yapmak gerekir. Bu açıdan baktığımızda, oyunun özünde çıplak bir iktidar mücadelesinin yattığını söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanlığı makamı, merkezinde ordunun yer aldığı güçler koalisyonunun nazarında, bürokratik mekanizmalar üzerinden sürekli yeniden üretmeye alıştığı elitist hakimiyetinin en önemli güvencesidir. Doğrudan halkoyuna dayanan alanlarda tutunamayan bu koalisyon, cumhurbaşkanlığı üzerinden bu alanları denetlemek ve koalisyonun geleneksel unsurlarını oluşturan üniversiteler, yargı gibi kurumları belirlemek suretiyle, iktidarını sürdürme hesabındadır. Bu nedenle, cumhurbaşkanlığını kaybetmek, bir bakıma özgüvenlerini ve sistem içi güvencelerini yitirmekle eş anlamlıdır bu koalisyonun mensupları için.
Hukuku devre dışı bırakan, anayasal sistemi felç eden, açık tehdit de dahil olmak üzere korku siyasetinin bütün araçlarını kullanan bunca manevraya rağmen, bu koalisyon bu iktidar oyununda mağlup olmuştur. Bu mağlubiyet, sadece kurumsal boyutla da sınırlı değildir; ayrıca simgesel bir boyut da içermektedir, ki bu boyut ifadesini “türban”da bulmaktadır.
Türkiye’nin tepeden inmeci modernleşme projesinde, simgelere özel bir önem atfedildiği ve adeta mistik bir misyon yüklendiği malumdur. Bu bağlamda, günlük hayatın hemen her alanını etkileyen bir tür “simge fetişizmi”nden söz etmek hiç de abartı olmaz. Bu fetişizmin en önemli sonucu, simgelerin kendiliklerinden dönüştürücü bir güce sahip oldukları yönünde bir inancın yayılması ve yerleşmesidir. “Türban” ekseninde pompalanan korkunun ve kopartılan kıyametin asıl nedenini burada aramak gerekir. “Türban”la bağlantılı pek çok başka sorunun gerçek anlamda tartışılmasını da engelleyen bu durum, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını, küçümsenmeyecek bir kesim için travmatik bir mağlubiyet haline getiriyor.
Yine oyunumuza dönecek olursak; ordunun mağlup olmasının, oyundan tamamen çekileceği anlamına gelmediğini vurgulayalım. Seksen yıllık iktidar, bu kadar kolay terk edilmez. Lâkin 22 Temmuz seçimlerinin sonuçları karşısında, özellikle koalisyonun belkemiğini oluşturan ordunun hareket alanının epeyce daraldığı da bir vakıadır. Şimdi iktidar operasyonunda yeni taktikler arayacaktır ordu. İktidara el koymak anlamında “pozitif iktidar hamlesi”nin şartlarının “nesnel olarak” ortadan kalktığını; siyasal alana açık ve doğrudan müdahalelerle sonuç alma ihtimalinin de iyice azaldığını söyleyebiliriz. Bu durumda, ordu açısından en elverişli yöntem, oyunun diğer tarafıyla gizli müzakereler aracılığıyla mevcut konumunu korumak veya en azından bu konumda önemli aşınmalar olmasını önlemek gibi görünüyor. Nitekim, bu yöndeki işaretler de giderek çoğalıyor. Kısacası, ordu kışlasına değil, pazarlık masasına dönüyor. Ve uyaralım ki, bu mağlubiyet mutlak ve nihaî bir nitelik de taşımıyor. Bu hamur, daha çok su kaldırır.
Özgürlükçü solun, bu sistem içi iktidar oyununda kaybeden tarafa ağıt yakması beklenemez; aynı şekilde, galibin zafer alayına katılması da beklenemez. Özgürlükçü sola düşen; bu sonucun, siyasal alanın demokratikleşmesi bakımından önemsiz sayılmayacak imkânlar sunduğunu görmek ve toplumsal dönüşümlerin gerçek mekânının burası olduğunu unutmadan, Türkiye tarihinin bu kritik dönemecinde etkili bir özne olarak rol almanın yollarını yaratmaktır.
Birgün, 25.8.2007