“Nerden başlasam, nasıl anlatsam”lık bir hadiseyle karşı karşıyayız yine; bu kez adres İkizdere’ye bağlı Cevizlik ve Gürdere köyleri arasına yapılan taş ocağı. O zaman hikâyeye şöyle başlayalım; zamanın Rize Belediye Başkanı Ekrem Orhon, “karayı paraya çeviren adam” olarak nam salmıştı, yaptığı işin özü ise kısaca denizi doldurmaktan ibaretti. Tamamı dağlık bir bölge olan şehre nefes aldırmak, yen, yerleşim yerleri açmak için denizi doldurmak. Peki, bu jeolojik olarak akıllıca bir hamle miydi? O zaman sanırım bu tip riskler düşünülmediği için, sürekli deniz doldurularak, yeni bir alan, karayolu kazanıldı kazanılmasına lakin çok basit bir gerçek unutuldu: Deniz, verdiğini geri alır. Aldı da nitekim. Karadeniz’i baştanbaşa dolaşmak için zamanın ANAYOL-M hükümetinin müteveffa reisi Mesut Yılmaz’ın cin fikirliliğiyle Samsun’dan Sarp’a kadar sahil yolu projesi için deniz kıyıları doldurulmaya başladı. Bunlar için de dolgu malzemesi olarak, her ilin iç vadilerinde sayıları gittikçe artan taş ocakları açıldı. Büyük kayaların amansızca dere yataklarına düşürüldüğü, dinamit seslerinden tüm canlı yaşamın etkilendiği bu çölleşme alanları, toprak kayması ve sel bölgesi Karadeniz’e armağan edildi. Yetmedi, taş ocaklarından sonra memleketin en önemli doğal yaşam alanlarında, biyolojik rezerv alanlarında korkunç bir tahribata, kuraklığa ve iklimsel değişime neden olan HES’ler peşi sıra geldi. Son darbeyi de, bütün yaylaları birbirine bağlama projesi adı altında, ancak asıl maksadı madem aramak olan, ismini de ironik bir biçimde “Yeşil Yol” koydukları projeyle vurdu iktidar mahfili. Elbette, bütün bu projeler(!) yan yana konulduğunda Karadeniz gibi artık orman örtüsünün gür olarak kalabildiği bu bölgeye yapılmak istenen kötülükleri net olarak görmeye başladık.
Eskencedere, işkencedereye dönerken…
İkizdere’deki direnişe geçmeden yakın zamanda “Rize-Artvin havalimanı” inşaatının dolgu malzemesi için talan edilen Haçapit köyünü anımsayalım. Pazar ilçesine bağlı köyün büyük bir bölümü, açılan taş ocaklarıyla peyderpey sahile taşınırken; ormanları, dereleri, kuşları ve tüm bir canlı yaşamı yok edildi, ne yazık ki İkizdere gibi bir direnişle karşılaşılmayınca da köy çok büyük zarar gördü, bir daha geri dönüşü olmayan bir zararla, telafisi olamayacak bir tahribatla baş başa bırakıldı. Bu arada bütün bu yıkım hadiselerinin tek bir adresi var: Haçapit’teki taş ocağının sahibi de İkizedere’deki gibi yine Cengiz İnşaat.
Jeofizik mühendisi Osman Baş’a göre, Haçapit de İkizdere’ye rastgele seçilmiş yerler değil: “Buraya taş ocağı açanlar kendileri ön çalışma yapmıyor. Zaten yıllar önce MTA buralarda çalışmalarını yapmış, arazi yapılarını çıkarmış. Buradan başka yerde bu sert kayalar yok demek doğru değil. Bölgenin tamamı aynı.”
İyidere’ye lojistik liman, taşlar aşağı gelsin
Gelgelelim; İkizdere’deki direnişin hikâyesine: Taş ocağının gerekçesi olarak İyidere ilçesinde yapılması planlanan lojistik merkez ve liman gösteriliyor. Ancak, dava avukatlarına göre, bu lojistik merkez ve limanın ÇED raporunda ‘Proje kapsamında herhangi bir malzeme ocağı işletilmesi veya hazır beton tesisi kurulması planlanmamaktadır’ diye yazmasına rağmen İkizdere'deki taş ocağında işlemlere başlanıyor. Böylece hem lojistik merkez ve limanın ÇED raporuna aykırı hareket edilmiş, hem de hukuki bir temeli olmayan bir gerekçeyle orman tahribatının önü açılmış oluyor. Yine dava avukatlarına göre, “taş ocağı proje tanıtım dosyasında, proje alanının tamamının orman olduğu yazılmaktadır. Oysa ocak alanında tarım alanları da bulunmakta olduğu gerekçesiyle 20.03.2021 tarihli Cumhurbaşkanı Kararı ile bu tarım alanları acele kamulaştırılmıştır. Dolayısıyla proje tanıtım dosyasının yeterli inceleme yapılmadan hazırlandığı anlaşılmaktadır”.
Yakın zamanda köylülerle konuşmak için bölgeye gelen AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı köylülere, “Bu malzemeyi başka nerden alalım? En uygun yer burası,” derken; zaten Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Trabzon 11. Bölge Müdürlüğü tarafından Rize’nin İkizdere ilçesi Cevizlik Köyü mevkiinde “Bazalt Taş Ocağı” projesi tanıtım dosyasında şu ifadeler yer alıyordu: “Bölgenin jeolojik ve topoğrafik yapısı nedeniyle bazalt ocağı işletmeye müsait olması; maden işletmelerinin ekonomik olabilmesi ve amacına uygun olarak işletilebilmesi için işletmeler malzemenin bulunduğu alanda kurulması gerekliliği nedenleri ile alternatif bir alan arayışına gidilmemiştir.” Oraya kadar zahmet etmeselermiş de olurmuş; zaten bütün karar mercilerinin başında kendileri olduğu için, köylüye izahata da gerek yokmuş, değil mi?
Çünkü tanıtım dosyasında yer alan diğer maddeler, zaten niyetin ne olduğu apaçık belli ediyor:
* Tüketim yerlerine yakınlığı, ulaşım özellikleri ve ekonomik hammadde temini göz önünde bulundurulmuş ve söz konusu proje alanı uygun görülmüştür.
* Yapılacak madencilik faaliyeti basamaklı açık ocak işletmeciliği ve patlatmalı kazı yöntemi ile olacaktır.
* Ocak işletmeciliğinde en çok uygulanan yöntem basamaklı ve patlatmalı açık ocak işletmeciliğidir. Planlı, düzenli, ekonomik ve çevreye en az zararı olan yöntem bu olduğu için Cevizlik Bazalt Ocağı’nda da aynı yöntem uygulanacaktır.
Kısacası, bölge zaten “gözden çıkarılmış”. İyidere lojistik limanına malzeme gerekliliği adı altında, inşaat sektörünün doymak bilmez tekeli Cengiz’in ellerine teslim edilmiş, talan edilmesi için göz yumulan bir doğa alanı. Ancak köylüler direnmeye devam edince, bu sefer bölgeye bir bakan, “çıkarma” yapıyor; elli araçlık bir konvoyla, o güzelim doğanın içinden çakarlı araçlarıyla geçmekte beis görmüyorlar, belli ki aslında kendi seçmenleri olan köylüleriyle yüzleşmeye de halleri yok. Bakan, kısaca her devlet yöneticisinin ağzından duymaya teşne olduğumuz şu cümleleri söylüyor:
Buradaki mevcut köylüler, vatandaşlarımız, onların görüşleri ve şikâyetleri tabii ki bizim için çok kıymetli. Köylülerin başımızın üstünde yeri var. Onlarla istişare etmek için bugün buraya geldik. Onlarla istişarelerimiz devam ediyor. İnşallah bölgeyi fazla rahatsız etmeden, bu bölgede eğer etkilenecek on tane ağaç varsa yerine yüz tane ağaç dikeceğiz.
Bu sözler tabii, olayı başından beri takip eden benim gibileri çok etkiliyor, neredeyse gözyaşlarına boğuluyoruz. İşte, yıllardır açılmış olan bin tane taş ocağına bir tane ağaç dikmemiş devletimizin devletlüsü nihayet, ağaç dikeceklerini söyleyerek, içimize su serpiyor. Bir taraftan da makineler çalışırken, hemen arka taraftaki gürgeni yere bir ederken ya da az evvel ırmakta yavrularını korumaya çalışan bir dere kunduzunun yuvası başına yıkılırken söylüyor bunları.
Dışarıdan gelenler?
Aynı devletlü, tüm bu doğa alanı yok edilmeye gayret edilirken, başından beri köylülerin yanında mücadelelerine destek veren insanlara aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyor: “Rizeliler başımızın üstünde ama maalesef buraya gelip burayı kaşımaya çalışan arkadaşlarımıza, diğer dışardan gelenlere karşı tavrımız böyle olmayacaktır.” Benzer argümanları defalarca başka alanlardaki eylemlerin akabinde de duymuşsunuzdur. Bir zamanlar buradaki Yeşil Yol eylemlerinde HDP Milletvekili Beyza Üstün geldiğinde de yine iktidar mahfili, “marjinal gruplardan” dem vurmuştu, oysa asıl olarak direnen yerli halktı, destek için gelen herkese marjinal damgasını vurmaktan imtina etmediler. Bana kalırsa, asıl marjinallik, neredeyse, %90’a varan oy aldıkları bir bölgede böylesi bir yıkım projesine onay vermek.
Oy meselesi ve direniş
İkizdere direnişi bir bakımdan birçok bölgedeki direnişten ayrılıyor. Yıllar evvel, memleketteki birçok çevre bileşeninin katıldığı, “Su Meclisi” için İkizdere’ye gitmiştim. O zaman tartışma konusu HES’lerdi, bir kısmı tamamlanmış ama yukarı bölgelere de sıçraması söz konusu olan HES’lerle ilgili bir tartışma toplantısıydı bu ve o zaman İkizdere derneklerinin başkanı olan şahıs, kesinlikle HES yaptırmayacaklarını, bu konuda kararlı olduklarını söylemişti. Sonrasında o şahıs, iktidar kayığında yerini aldı, artık ihya oldu mu bilmem ama nihayetinde direnişi kırılmıştı. Bölgedeki köylüler de o şekilde, iktidara en çok destek veren iki Rize ilçesinden birinin sakinleri. Sosyal medyayı açtığınız zaman, İkizdere ile ilgili paylaşımların altında çokça yorumlar görürsünüz, bunların bir kısmı destek belirtirken, büyük kısmı, “oh olsun, verdikleri oyun bedelini ödüyorlar, beter olsunlar” minvalindedir. Geçmiş dönemlerin öfke birikimi bu şekilde tezahür ediyor demek ki halkta diye düşünürken, hiç akıllara şu soru düşmüyor mu? Peki, doğanın suçu ne?
Evet, herkesin farkında olduğu gibi, bilhassa Fırtına Vadisi gibi bir bölgenin doğa hadiselerinde ilk anılan yer olmasının, direnişin başarıya ulaştığı bir bölge olmasının verdiği deneyimle; civar ilçelerden çok büyük destek almadığımızı, hatta iktidar karşıtı olduğumuz için sevilmediğimizi hatırlıyorum. Ancak hiçbir zaman bu sosyopolitik durum böyle diye de başka vadilerdeki kıyımlara sessiz kalmadık, dayanışma göstermeye gayret ettik. Bugün de yine İkizdere köylülerinin politik tercihleri ne olursa olsun yanında olmak gerektiğini düşünenlerdenim. Çünkü; doğa mücadelesini bölge ve oy bazında ele alırsak, bir zamanlar seçim haritasının sapsarı olduğunu düşünürsek, her yerin talan edilmesinde ses çıkarmamamız mı gerekiyor? Beter olsunlar deme hakkına mı sahip oluyoruz? İzmir’de, Antalya’da, Bursa’da fazlasıyla oy devşirebilmiş bir siyasetin karşılığında, o yerlerdeki bir doğa alanı talan edilmiş olsa, sesimizi çıkarmayalım mı ya da oh olsun mu diyelim?
Katiyen mücadeleye destek verilmesi gerektiğini yineliyorum. O bölgedeki insanlarla hayatımda hiç karşılaşmayabilirim ancak benzer floraya ev sahipliği yapan bir bölgede yaşayan bir birey, yıllardır doğa turizmi ile uğraşan, yurtiçi ve yurtdışından binlerce insan gezdirmiş bir rehber olarak; orman güllerinin kardeşlerini, ormanların sessizliğini, derelerin coşkun sesini, kuşların cıvıltısını, taşların üzerinde büyüyen yosunların umarsızca varoluşunu sadece İkizderelilerin değil, dünyada yaşayan tüm insanların yaşama ve görme hakkı olduğunu düşünüyorum.
Fotoğraflar: Uğur Biryol