Türkiye Demokrasisinde Yanlış Olan Ne?
Bir “Güç Reflüsü” Belirtisi Olarak Türkiye’de Kamusal ve Sivil Alanların Kısıtlanması

Türkiye’nin son on yıldır sağlıklı ve işleyen bir demokrasi idealinden hızla uzaklaşmakta olduğu yeni bir haber değil. Türkiye’nin otoriteryenizme kayışı çoktandır rahatsız edici bir ihtimal olmaktan çıkmış, içinde yaşadığımız tartışılmaz bir gerçekliğe dönüşmüş durumda.

Bununla birlikte “Türkiye demokrasisinde sağlıksız olan ve işlemeyen tam olarak nedir?” sorusunu sormak hâlâ anlamlı. Anlamlı, çünkü Türkiye hükümeti işlettiği politik sistemin bir demokrasi olduğu konusunda hâlâ ısrarlı; üstelik yapılan kamuoyu araştırmalarında tutarlı olarak %40-%50 aralığında ölçülen popüler destek oranları, hükümete böyle bir iddiada bulunmak için meşru bir bahane sunarmış gibi de görünüyor. 

Neyse ki, geçtiğimiz günlerde biri Sivil Sayfalar tarafından, diğeri de İnsan Hakları Savunucularının Korunması İçin Gözlemevi tarafından yayımlanan, ilki sivil toplum ve siyaset ilişkilerine[1], ikincisi ise örgütlenme özgürlüğüne yönelik kısıtlamalara[2] odaklanan iki sivil toplum raporu, bu soruya olgusal kanıtlarla da desteklenen bir yanıt verme girişiminde bulunmamıza olanak sağlıyor. Birazdan bu yanıtı paylaşacak ve söz konusu raporlara geri döneceğim, ama önce “sağlıklı ve işleyen bir demokrasi” derken ne kastettiğimi açıklayayım.

I

Sağlıklı ve işleyen demokrasiler, hükümet politikalarına “kamuoyunun”, yani vatandaşların görüşlerinin yön gösterdiği ve seçimle gelip seçimle giden hükümetlerin, uyguladıkları politikaların hesabını, son kertede yine kamuoyuna verdikleri politik sistemlerdir. Nitekim, içinde yaşadığımız çağın en önemli demokrasi kuramcılarından biri olan Jürgen Habermas demokratik siyaseti dinamik bir “ortak görüş ve irade oluşturma” süreci olarak kavramsallaştırır.[3] Bu süreçte, toplumsal çözüm gerektiren ortak sorunlara ilişkin ”kamuoyu görüşleri” ilgilenen tüm yurttaşlara açık, özgür bir kamusal alanda, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler ve bağımsız medya mensupları, üniversiteler gibi aktörlerin de katılımıyla, çok boyutlu ve çok taraflı görüş alışverişlerinden ve iletişimsel ve eleştirel aklın kılavuzluğundaki tartışmalardan süzülerek “oluşur”; “kamunun”, yani vatandaşların bu şekilde süzülerek oluşmuş “ortak görüşleri” daha sonra parlamentoda vatandaşların seçilmiş temsilcileri tarafından müzakere edilerek yasama organının hukuken bağlayıcı politik iradesi şeklini alır; parlamento bu şekilde oluşmuş iradesini ve son kertede o iradenin temelinde yatan kamuoyu görüşlerini yansıtan politikalar yapması ve uygulaması için hükümete yetki ve görev verir; hükümet, parlamentodan aldığı yetkiyle oluşturduğu politikaları, devletin bürokratik mekanizmaları vasıtasıyla uygular ve nihayet, oluşturduğu ve uyguladığı bu politikaların hesabını da, yine parlamentoya ve son kertede kamuoyuna verir. 

Dahası, sağlıklı ve işleyen demokrasilerde hükümetler sivil toplum örgütlerini politika oluşturma ve uygulama süreçlerine dahil etmeye büyük özen gösterirler. Bunun sebebi, kaynağı belirsiz bir ahlâki dürtünün vicdani yükünün hükümetleri sahip oldukları yetkileri sivil toplumla paylaşmaya zorlaması değildir elbette. Sağlıklı ve iyi işleyen demokrasilerde hükümetler bunu kamuoyuna “yaranmak” ve böylece yeniden seçilme şanslarını artırmak için yaparlar. Zira sivil toplum örgütleri merkezî ve katı biçimsel kurallar temelinde yapılandırılmış devlet bürokrasilerine kıyasla “sıradan vatandaşların” gündelik yaşamlarına çok daha yakın bir yerde konumlanırlar, dolayısıyla politika oluşturma süreçlerine sivil toplum örgütlerinin perspektiflerini dahil eden bir hükümet, yeniden seçilmek için olumlu görüşlerine muhtaç olduğu insanların, yani vatandaşların güncel kaygılarına ve önceliklerine çok daha rahat bir şekilde uyum gösterebilir. Kaldı ki sivil toplum örgütlerinin belli sorun alanlarına ve yerelliklere odaklanmış uzmanlıkları, hükümetlerin daha sonuç odaklı ve etkili politikalar oluşturmasına da olanak verir ki bu da hükümetlerin kamuoyu nezdindeki popülerliklerini, dolayısıyla yeniden seçilme şanslarını artırabilecek başka bir unsurdur.

Demokrasilerin sağlıklılık ve işlerlik ölçütlerinden biri de hükümetlerin sivil toplumun katkılarıyla oluşturdukları ve  uyguladıkları politikaların, hem parlamento tarafından, hem de yine sivil toplum örgütleri, medya kuruluşları ve son kertede sıradan vatandaşlar tarafından izlenebilir ve denetlenebilir olmasıdır. Bunun gerçekleşmesi ise kamusal alanın açık ve sivil alanın kısıtlanmamış olmasına bağlıdır, zira ancak bu koşullar altında vatandaşlar hükümetin politikalarını izleyecek ve denetleyecek sivil toplum örgütlerini, medya ve düşünce kuruluşlarını kurabilirler, bunlara üye olabilirler veya buralarda çalışabilirler ve hükümetin politikalarına yönelik eleştirilerini devlet görevlilerinin misilleme ve yıldırma çabalarından korkmadan, özgürce ifade edebilirler. 

Son olarak, tüm sağlıklı ve işleyen demokrasilerde, kamusal alanın her daim kısıtsız, sivil alanın da açık kalmasını sağlayan kurumsal bir mekanizma vardır. Temel insan hak ve özgürlüklerine dayanan, bağımsız ve tarafsız bir yargı erki tarafından uygulanan bir hukuk düzeni kuran anayasal düzenlemelerle işlerlik kazanan bu mekanizmanın adı “hukukun üstünlüğüdür”. Bu mekanizmada temel insan hak ve özgürlüklerine dayanan hukuk çerçevesi hükümetlerin ve hükümete bağlı devlet görevlilerinin idari yetkilerini kullanırken ne yapıp ne yapamayacaklarının sınırlarını belirler, bağımsız ve tarafsız yargı organları da bu hukuk çerçevesini, hükümet veya idare tarafından yetki aşımında veya hak ihlallerinde bulunulduğu iddia edilen tikel vakalara uygular. Bu anlamda “hukukun üstünlüğü” politik gücün ve yetkinin aşağıdan yukarıya, kamuoyundan hükümete, halktan devlete doğru akmasını sağlayan ve bunun aksi istikametindeki akışları engelleyen bir “çekvalf” gibi işler. Dolayısıyla aktif ve bilinçli bir vatandaş kitlesi; bağımsız, nesnel ve araştırmacı bir medya da dahil olmak üzere canlı ve iyi örgütlenmiş bir sivil toplum; ve vatandaşların özgürce görüş alışverişinde bulunabilecekleri açık ve özgür bir kamusal alan ile birlikte, “hukukun üstünlüğü” de sağlıklı ve işleyen bir demokrasinin dört ana taşıyıcı unsurundan biridir.

Kısacası, sağlıklı ve işleyen demokrasilerde, politik güç ve yetki aşağıdan yukarıya, yani vatandaşların özgür bir tartışma ortamında oluşmuş ortak görüşlerinden, hükümetlerin parlamentodan aldıkları yetkiye dayanarak oluşturdukları ve devlet bürokrasisi vasıtasıyla uyguladıkları politikalara doğru akar. Bu tür siyasal sistemlere, tam da siyasal gücün ve yetkinin aşağıdan yukarıya doğru işleyen bu akış yönü nedeniyle “demokratik” denir. Politik güç ve yetkinin her daim demokrasinin “fıtratına” uygun bir biçimde tabandan tavana doğru akmasını sağlayan şey ise temel insan hak ve özgürlüklerine dayanan anayasal düzen, yani “hukukun üstünlüğüdür”.

II

Bu "sağlıklı ve işleyen demokrasi” betimlemesinin şematik ve biraz da idealize edilmiş olduğunu itiraf etmem gerek. Ama yine de tartışmamızda bize yön göstermesi amacıyla onu aklımızın bir köşesinde tutalım ve yazının başında sorduğumuz soruya geri dönelim: Türkiye demokrasinde sağlıksız olan ve işlemeyen şey tam olarak nedir?

Hâlâ demokratik demek mümkün müdür emin değilim ama, Türkiye’nin siyasal sistemi, birileri daha iyisini düşünene dek, benim adına “güç reflüsü” demeyi önerdiğim bir rahatsızlıktan mustarip görünüyor. Bundan kastım, politik güç ve yetkinin aşağıdan yukarıya doğru değil, yukarıdan aşağıya doğru aktığı, yani hükümetin politikalarına yön gösteren şeyin vatandaşların açık bir kamusal alanda özgürce oluşturdukları politik görüşlerinin olmadığı, tam aksine, vatandaşların politik görüşlerinin bağımsız ve nesnel olmayan bir medya, bağımsız ve tarafsız olmayan bir yargı erki ve sadık bir polis gücünün yardımıyla, bizzat hükümet tarafından biçimlendirildiği bir siyasal sistem bozukluğu… Başka bir deyişle Türkiye’nin siyasal sistemi, endişe verici bir ölçüde, vatandaşların düşüncelerinin ve sözlerinin hükümetlere yön gösterdiği bir demokrasiden çok, vatandaşların ne düşünebileceklerinin ve kamusal alanda ne söyleyebileceklerinin hükümet tarafından “dikte ettirildiği” baskıcı bir diktatörlüğe benziyor. 

Bu tür politik güç reflülerinin sistematikleştirilmeleri durumunda toplumu sürükleyecekleri yer totalitaryanizmin dipsiz bataklığıdır. Kabul, Türkiye’nin o noktaya ulaştığını söylemek için hâlâ erken ama Sivil Sayfalar’ın ve Gözlemevi’nin raporlarında derlenerek sunulan olgulara bakacak olursak, bunun hükümetin bu konudaki gayret noksanlığından kaynaklandığını söylemek de mümkün değil. Tam tersine, her iki rapordan da idari otoritesine tehdit olarak algıladığı bireylere, gruplara ve örgütlere düşmanlık besleyen bir kamuoyu oluşturmak ve politika yapma ve uygulama süreçlerinde kendisine köstek olmayacak “uslu” bir sivil toplum yaratmak amacıyla bilinçli ve sistematik olarak çaba gösteren bir hükümet tablosu ortaya çıkıyor.

İş politik baskı uygulamaya geldiğinde, hükümetin destekçisi olmayan kişi, grup veya örgütler arasında ayrımcılık yaptığını söylemek haksızlık olur.  Ancak Gözlemevi’nin raporunda sunulan olgular, hükümetin “kötüleme” kampanyalarıyla kamuoyuna hedef göstermek konusunda bazı özel grupları diğerlerine kıyasla biraz daha fazla kayırdığına işaret ediyor. İtibarsızlaştırma, yaftalama, kriminalize etme, mesnetsiz suçlamalarla ceza soruşturmaları ve kovuşturmaları açarak yapılan yargısal tacizler, keyfî ve uzun süreli tutuklamalar ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını uygulamama -tüm bunlar hükümetin kamuoyunu bir grup sivil toplum aktörü ve siyasetçiye karşı düşmanca bir tavır alacak şekilde biçimlendirmek için kullanmayı tercih ettiği alet edevattan, Gözlemevi’nin raporunda ön plana çıkanlar.

Kamuoyuna düşmanlık beslemesi için hedef gösterilen bu insanlar kendi aralarında etnik köken, dinî inanç, dünya görüşü, cinsiyet, cinsel yönelim, eğitim düzeyi, sınıf, meslek açısından çok büyük bir çeşitlilik arz ediyor. Bu insanların görebildiğimiz en ortak özellikleri ise hükümetin politikalarına yönelik eleştirel görüşlerini kamusal alanda, yüksek sesle ve hükümetin destekçi tabanı tarafından da duyulabilecek bir şekilde dile getirmiş ve başkalarına da bunu yapmaları için cesaret vermiş olmaları. 

Hükümet bu gruptaki insanları kamuoyu nezdinde şeytanlaştırarak, sadece bu insanların politik görüş ve irade oluşturma süreçlerindeki seslerini kısıp, onların eleştirel görüşlerini bu süreçlerden dışlamayı hedeflemiyor, aynı zamanda başkalarının da benzer görüşleri hükümetin destekçi tabanını oluşturan vatandaşların duyabileceği bir mecrada dile getirmeye cüret etmemesi için, tüm kamuoyuna gözdağı vermiş oluyor. 

Hükümet destekçisi olmayan kişilere yönelik itibarsızlaştırma, yaftalama, kriminalize etme ve yargısal taciz gibi uygulamalar, eleştirel sesleri ve görüşleri eleyen son derece kısıtlı bir kamusal alan yaratmak amacıyla kullanılan araçlar olduğu gibi, hükümet bu araçların bir arada kullanılmasının yarattığı caydırıcı etkiden, sivil alan üzerinde son derece ağır bir kontrol tesis etmek amacıyla da yararlanırmış gibi bir izlenim veriyor.

Hükümet destekçisi olmayan kişilere karşı kamusal alanda yürütülen kötüleme kampanyalarının sivil toplum üzerindeki bu birleşik caydırıcı etkisinin, hükümetin 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimini planlayanlar başta olmak üzere siyaseten sakıncalı gördüğü aktörlere karşı aldığı önlemlerin, sivil toplum örgütlerine de “sehven” sıçrayan, arzu edilmeyen bir yan etkisi olduğu söylenebilir mi peki? Bunu söylemek de pek mümkün görünmüyor, zira hem Gözlemevi’nin hem de Sivil Sayfalar’ın raporlarından bağımsız sivil toplum örgütlerini politika uygulama ve araştırma süreçlerine bırakın dahil etmeyi, buralardan özellikle uzak tutmaya çalışan, onları izleme ve denetleme çalışmaları yapmaktan caydırmak isteyen ve onlardan hükümetin politikalarıyla çelişmeden, hükümetin politikalarını tamamlayan hayır kuruluşları olarak çalışmalarını bekleyen bir hükümet portresi ortaya çıkıyor.

Sivil toplum örgütlerinin hükümetin onlardan beklentisinin çizdiği dar çerçevenin dışına çıkmamalarını temin amacıyla, bir “havuç ve sopa stratejisi” uygulanıyormuş gibi görünüyor. Kamu fonlarına erişim şansı ve danışma toplantılarına davet edilme ayrıcalığı sivil toplum örgütlerinin önüne sallandırılan havuçlarsa, sık sık yapılan ve kılı kırk yaran idari ve mali denetimler, cömertçe kesilen idari para cezaları ve anılan para cezalarının üst sınırlarını fahiş bir biçimde artırmakla kalmayan, aynı zamanda içişleri bakanına sivil toplum örgütü çalışanlarını ve yöneticilerini görevden alma ve hatta söz konusu örgütlerin faaliyetlerini durdurma yetkisi veren, geçtiğimiz aralık ayında çıkartılmış yeni bir yasal düzenleme ise, hizadan çıkarak hükümeti üzmeye yeltenebilecek sivil toplum örgütlerini tehdit eden çok sayıda "sopadan” birkaçı.

Bağımsız sivil toplum örgütlerini hizada tutmak için uygulanan bu havuç ve sopa stratejisinin yanı sıra, Gözlemevi’nin raporunda belgelendirilen bir başka husus da, hükümetin “uslu” sivil toplum örgütlerini “‘Türkiye toplumunun geleneksel değerlerine dayandığı iddia edilen ... alternatif insan hakları söylemlerini yaygınlaştırmaları” (Gözlemevi, s. 47) için teşvik ettiği. Bu, hükümetin eleştirel sesleri siyasi görüş ve irade oluşturma süreçlerinden dışlamaya çalışmakla yetinmediğini, aksine bunun bir adım ötesine geçerek, eleştirel görüşlerin kamusal alandan dışlanmasıyla oluşan boşluğu, hükümet tarafından onaylanmış görüşler ile doldurmaya çalıştığını, bunun için de bağımsızmış gibi görünen sivil toplum örgütlerini kullandığını gösteriyor.

Tüm bunlar Türkiye hükümetinin ciddi bir şekilde kısıtlanmış bir kamusal alan ve baskı altında tutulan, uysal bir sivil toplum yaratmayı kafasına koymuş olduğuna işaret ediyor. Hükümet anlaşıldığı kadarıyla iktidarını bir demokratik meşruiyet kisvesi altında sürdürmek için tabanını muhafaza etmeyi elzem görüyor, bunun için de yaptığı ve uyguladığı politikaların son kertede hesabını soracak kamuoyunu, ”büyük birader”  olma heveslisi bir devlet yönetiminin tehditkâr bakışları altında, kendi kontrolünde oluşturmak için bilinçli ve sistematik bir çaba harcıyor. Türkiye’nin bir “güç reflüsünden” mustarip olduğunu düşündüren şey de hükümetin kısıtlanmış bir kamusal alan ve uysal bir sivil toplum yaratmak amacıyla gösterdiği bu sistematik ve bilinçli çaba. 

III

Türkiye hükümeti gerçekten de kendi kontrolünde kamuoyu oluşturmak amacıyla sistematik ve bilinçli bir çaba gösteriyorsa, “anayasanın öngördüğü” güç ve yetki akışı “düzenini” tersyüz eden, dolayısıyla “bu düzenin uygulanmasını fiilen engelleyen” böyle bir “darbeyi” yapacak cesareti nereden alıyor olabilir?

Bu soruyu sorarken, “darbe” sözcüğünü kullanmış ve Türk Ceza Kanunu’nun “Anayasal Düzene Karşı Suçlar” başlığı altındaki 309. maddesine selam çakan iki de alıntı yapmış olmam tesadüf değil. Zira Türkiye’de bu türden “güç reflülerini” engellemek için geçmişte getirilmiş anayasal ve yasal teminatların önemli bir kısmı hiç değilse kâğıt üzerinde hâlâ yürürlüktedir. En önemlisi, Türkiye Anayasası’nın ikinci maddesi “Cumhuriyetin Niteliklerini” sıralarken, “insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” ifadesine hâlâ yer veriyor. Anayasa’nın 90. maddesi ise, “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır” hükmü ile, aralarında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde belirlenenlerin de bulunduğu uluslararası insan hakları standartlarını, Türkiye’nin iç hukukunda halen yürürlükte olan yasaların üzerine yerleştiriyor. Kabul, hükümetin bariz insan hakları ihlallerini dahi Türkiye’de hukukun üstünlüğünün işlediğinin kanıtı olarak sunmasına olanak tanıyan bir dizi baskıcı kanun da halen yürürlükte, ancak bu kanunların özellikle anayasanın 90. maddesi kapsamında yapılacak ciddi ve nesnel bir anayasaya uygunluk testini geçemeyeceklerini görmek için, çok yaratıcı ve keskin bir hukuk zekâsına sahip olmak gerekmiyor.

Velhasıl, anayasasında “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” yazan bir ülkede, hükümetin güç ve yetki akışını tersine çevirmesine izin veren şeyin o ülkenin kanunları olduğunu söyleyemeyiz. Tam aksine ülkenin en üst kanunu, yani anayasası, bu tür güç reflülülerini kesinkes yasaklıyor. Nitekim 2017 yılında yapılan ve cumhurbaşkanlığı makamını neredeyse mutlak muktedir konumuna terfi ettiren anayasa değişikliklerinden sonra bile, anayasanın yukarıda andığımız iki maddesi hâlâ yürürlükte; dahası bu iki madde uluslararası insan hakları ve demokrasi standartlarını ülkenin iç hukukuna dahil ederek ve hatta normlar hiyerarşisinde ondan da üstün bir yere koyarak, mutlak muktedir bir cumhurbaşkanının totalitaryanizme kapı açabilecek muhtemel aşırılıklarını bile sınırlandırmaya yetecek uygunlukta bir hukuk çerçevesi çiziyor.

Hayır, Türkiye’nin sorunu insan haklarına dayanan demokratik bir hukuk çerçevesine sahip olmaması değil, sahip olduğu bu çerçevenin uygulanmaması. Daha açık bir deyişle, Türkiye’de işlemeyen şey, ülkenin hukukunu uygulamakla, özellikle de hükümete ve hükümete bağlı devlet görevlilerine yönelik yetki aşımı veya hak ihlali iddialarını soruşturmak, kovuşturmak ve karara bağlamakla görevli kurumlar. Yani hükümet güç ve yetki akışını tersyüz etme ve kamuoyunu tek elden biçimlendirme teşebbüsünde bulunma cesaretini yargı erkindeki bir bozukluktan alıyor. Nitekim Gözlemevi’nin raporunda belgelendirilen olgular mahkemelerin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinde” işlemeleri gerektiği gibi, yani güç ve yetki akışını aşağıdan yukarıya doğru akacak şekilde baskılayan ve aksi yöndeki akışları engelleyen “çekvalfler” olarak işlemediklerini, tam aksine hükümet destekçisi olmayan insanları yukarıda sıralanan yargısal taciz yöntemleriyle susturmak, sindirmek, caydırmak ve dağıtmak için, hükümet tarafından arzu edildiğinde kullanılabilen “tazyikli su tabancaları” gibi çalıştıklarını gösteriyor. Kısacası, Türkiye toplumunu totalitaryanizmin dipsiz bataklığında son bulacak çılgın bir yolculuğa sürüklemek konusunda hükümete cesaret veren şeyin, Türkiye’de yargının bağımsız ve tarafsız olmaması, daha doğrusu hâkim ve savcıları hükümetin siyasi baskıları karşısında idari ve mali açıdan korunaklı kılacak kurumsal teminatların bulunmaması olduğu anlaşılıyor.

Daha önce de dediğim gibi, Türkiye’nin totalitaryanizm bataklığına saplanmış olduğunu söylemek için henüz çok erken. Ancak bunun sebebi ne Türkiye hükümetinin bu hedefe ulaşmak konusunda isteksiz olması, ne de Türkiye’de yargı erkinin, sağlıklı bir demokraside işlemesi gerektiği gibi, yani “güç reflülerini” engelleyen bir “çekvalf” olarak işlemesi. Tam aksine bu noktaya kadar gözden geçirdiğimiz olguların tamamı Türkiye hükümetinin bu yolun sonuna kadar gitmeye kararlı olduğunu; bu tehlikeli yolculukta Türkiye toplumunu da peşinde sürüklemek amacıyla kullandığı en etkili araçlardan birinin de yargı sistemi olduğunu gösteriyor.

İyi de, elinde böyle etkili etkili araçları olan ve bu araçları kullanmakta tereddüt de etmeyen Türkiye hükümeti bu yolculuğun son durağına hâlâ neden ulaşabilmiş değil? Hükümet, elindeki tüm araçlara ve gösterdiği tüm çabalara rağmen, kamuoyunu ve sivil toplumu tek elden ve tek merkezden istediği gibi şekillendirmeyi başaramıyor olabilir mi?

IV

Hem Sivil Sayfalar’ın raporunda belgelendirilen olgular, hem de hükümete verilen desteği tutarlı olarak %40-50 arasında ölçen kamuoyu araştırmaları bu soruya biraz karışık bir yanıt veriyorlar. Hükümet şu âna dek destekçi tabanını büyük ölçüde muhafaza etmeyi başarmış gibi görünüyor ve eğer Sivil Sayfalar’ın raporunda betimlenen Türkiye’nin kamusal ve sivil alanlarına damga vurmuş derin kutuplaşma bir göstergeyse, hükümet, kendi tabanını oluşturan vatandaşları, tek ortak özellikleri hükümeti desteklememek olan ülkenin “öteki” vatandaşlarıyla anlamlı bir görüş alıverişine girmekten uzak tutmayı da büyük ölçüde beceriyor.

Bu tür kutuplaşmalar çift yönlü işlediğinden, hükümet destekçisi olmayan vatandaşlardan bazıları da yandaş olarak yaftalayıp dışladıkları öteki vatandaşlara ulaşmaya, onlarla birebir iletişim kurmaya çalışmaktan vazgeçmiş durumdalar. Oysa her ne kadar hükümetin yoğun karalama kampanyalarıyla kafaları karıştırılmış, gözleri boyanmış olsa da “yandaş” denilenler de bu ülkenin “vatandaşları” ve hükümetin güç ve yetki akışını tersine çevirme çabalarını tersine çevirmenin tek yolu, yani Türkiye'nin mustarip olduğu güç reflüsünün tek ilacı, hükümetin bu çabalarıyla özgür iradelerine ipotek koymaya çalıştığı vatandaşlar ile “inadına” iletişim kurmak. Dolayısıyla hükümetin kendisini desteklemeyen vatandaşlardan hiç değilse bazılarını, kendi destekçi tabanıyla iletişime geçmekten caydırabilmiş olmasını da, onun “başarıları” arasında saymamız gerekiyor.

Bu derin ve her geçen gün kendi kendisini yeniden üreterek biraz daha derinleşen kutuplaşma ortamında gözden kaçan en önemli husus ise şu: Hükümet destekçileri ile hükümet destekçisi olmayanlar arasında ikiye bölünmüş bir görüntü arz eden Türkiye nüfusu, aslında etnik köken, dinî inanç, dünya görüşü, yaşam tarzı, cinsiyet, cinsel yönelim, anadil gibi çok sayıda eksende, çok zengin ve çok renkli bir çeşitlilik içeriyor. Hükümetin Türkiye’yi totaliterleştirme yolundaki en büyük başarısı ise Türkiye’deki bu çok zengin ve çok renkli çeşitliliği “destekçiler” ve “destekçi olmayanlar” şeklinde ikiye indirip, Türkiye’yi tüm renklerinden arınmış siyah-beyaz bir kutuplaşmaya mahkûmmuş gibi gösterebilmiş ve daha da önemlisi, aslında bir yanılsamadan ibaret olan bu görüntüye Türkiye kamuoyunun önemli bir çoğunluğunu inandırabilmiş olması. 

Velhasıl, Türkiye hükümeti kamuoyu üzerinde arzu ettiği “total” kontrolü henüz tesis edememiş olsa da, hem sadık bir destekçi tabanını ülkenin geri kalanından soyutlamayı becermiş, hem de destekçi olmayan vatandaşları, destekçi vatandaşların benimsediği “yerli ve milli değerlerin” düşmanı olarak sunarak, destekçi ve destekçi olmayan vatandaşlar arasındaki kamusal ve sivil iletişim hatlarını kopartmayı ya da en azından bu hatlara ciddi bir hasar vermeyi başarmış gibi görünüyor. Ancak hükümetin destekçi tabanını büyük ölçüde korumak ve bu destekçi tabanını kendisini desteklemeyen “düşmanlarına” karşı yekvücut seferber edebilmek konusunda gösterdiği bu başarı, yukarıda andığımız karışık yanıtın sadece bir yarısı. 

Yanıtın öteki yarısını ise Sivil Sayfalar’ın raporunun açılışında yer alan şu tespitte buluyoruz: “İktidardan muhalefete, tüm kesimlerden katılımcıların sivil toplumdaki daralmadan ve siyasetteki içe kapanmadan rahatsızlık duymaları ve Türkiye’nin yaşadığı diğer siyasi krizlerle karşılaştırıldığında, hali hazırda yaşananın daha ağır bir süreç olarak algılanması araştırmanın ortaya koyduğu en çarpıcı bulgu” (Sivil Sayfalar, s. 5). Türkiye’de halen yaşanan politik krizin, son altmış yılda yaşanmış çok sayıdaki darbeden ve darbe girişimlerinden bile daha ağır olduğuna ilişkin bu “ortak görüş”, Abraham Lincoln’e atfedilen şu eski sözün, “yeni” Türkiye için de doğru olduğunu gösteriyor: “Hükümetler bazı vatandaşları her zaman, bütün vatandaşları ise arada bir kandırabilirler. Ama hiçbir hükümet bütün vatandaşları, her zaman kandıramaz.” Ve elinde çok etkili araçları olsa da, bu araçları güç ve yetki akışını tersyüz etmek amacıyla kullanmakta tereddüt etmese de, anlaşıldığı kadarıyla Türkiye hükümeti de bu genel kurala bir istisna teşkil etmeyi “henüz” becerebilmiş değil ve becerebilecekmiş gibi de görünmüyor.

Öyle olsa ben bu yazıyı yazamazdım, varsa okuyup da beğenenler ise okuyamazlardı, hadi okudular diyelim, beğenemezlerdi, hadi beğendiler diyelim, bunu kimseye söyleyemezlerdi.


[1] Sivil Sayfalar ve Friedrich Ebert Stiftung, Sivil Toplum Siyaset İlişkilerine Bakış, Nisan 2021. Erişim: https://www.stgm.org.tr/sites/default/files/2021-04/rapor-siyaset-ve-sivil-toplumturkce.pdf

[2] İnsan Hakları Savunucularının Korunması İçin Gözlemevi (Observatory-OMCT) ve İHD, Türkiye’de Tehlike Altındaki Sivil Toplum: Örgütlenme Özgürlüğü ve Daralan Sivil Alan, Mayıs 2021. Erişim: https://www.ihd.org.tr/wp-content/uploads/2021/05/OBS-İHD-Türkiye’de-Tehlike-Altındaki-Sivil-Toplum-Örgütlenme-Özgürlüğü-ve-Daralan-Sivil-Alan.pdf

[3] Jürgen Habermas, Between Facts and Norms: Contributions to a Discourse Theory of Law and Democracy, MIT Press, 1992. Aşağıdaki demokratik süreç tartışması için bkz. özellikle Bölüm 7: “Deliberative Politics: A Procedural Concept of Democracy” ve Bölüm 8: “Civil Society and the Political Public Sphere”.