Gerek Yeşil Sol Parti gerekse Türkiye’de ekoloji mücadelesinin dünden bugüne sürdürdükleri çabalardan yola çıktığımda ve parti ile tanışmamdan bu yana içinde bulunduğum projeler, konuşmalar ve eylemlerden öğrendiğim bir şey var. O da yıkımın bu denli genelleştiği ve gündemden bir türlü düşmediği 21. yüzyılda altında birleşebileceğimiz fikirleri gündeme getirmenin aciliyeti.
Aciliyetten bahsederken bir yandan da sürekli aciliyetten söz açan kişilerin, ekolojik krizi bu noktaya getiren asıl kitle olduğunu da belirtmekte fayda var. Acilen kurulması gereken işyerleri, gökdelenler ve fabrikalar; acilen yapılması gereken seyahatler, alımlar ve harcamalar… Hız ve dolayısıyla israfın bu denli egemen olduğu dünya düzeninde gerek üretim araçlarının düzenlenmesinde gerekse toplum yapısının değişmesinde acele etmenin payı oldukça fazla. Ekolojist, aynı zamanda insan, işçi hakları ve emek ile sermaye arasındaki adaletsizliğe karşı yeşil sol hareketin benimsemesi gereken bir diğer önemli ilke ise yavaşlama ve büyümeme politikası olmalıdır. Kapitalist düzende her şey büyüme ve kâr odaklı olduğu için bu söylemler gerçek dışı görünebilir. Oysa doğa ve kaynakların sınırlı, kâr hırsının ise sınırları olmadığını hatırlamak gerekir. Yaşadığımız ekolojik, ekonomik ve toplumsal kriz döneminin ana sebebini de aslında içinde bulunduğumuz bu gerilim çok iyi açıklamaktadır.
Aslolan acele ederek tükettiğimiz bir Dünya’yı kurtarmak için acele etmemizdir. Giderek yitirilen bir Dünya’nın korunabilmesi için atılacak her adım, aciliyetin ikili yapısı arasında insanı iki uca gerilmiş bir şekilde kararsız bırakıyor. Fakat bir yandan kararsızlık ekolojik yıkıma devam edenlerin işine geliyor elbette. Bu sebeple Antroposen’in, yani çevresine kalıcı ve küresel izler bırakmaya başlayan insanın kendi kendini gerçekleştiren kehanetinden kurtulabilmesi için, öncelikle çöküş anlatılarının kimin işine geldiğini düşünmesi gerekiyor.
İnsanın hızlıca gelecek olan sonunu konuşulan “tek ve acil” konu haline getirmek, iklim krizine insan-merkezli bakmamızın sonuçlarından biri aslında. Bugün insan-merkezli felaket anlatılarından ve sadece yitirdiklerimizin belgelenmesinden daha çok, ütopyaların yeniden kurulabilmesine dair inancımızın artmasına yarayacak fikirlere ihtiyacımız var. Fikirlerin altında birleşmek elbette acil, fakat kapsayarak yutan bir aciliyet ile değil, yavaşça yeşeren ve bitkiler gibi zihnimizde bitiveren fikirler söz konusu olduğunda acil.
Çözüm getiren fikirler bulmak için başvurabileceğimiz tek tür olduğumuz sanrısı ise bir başka hatamız. İklim krizi dolayısıyla biyolojik ortamı değişime uğrayan ve yeni cevaplar geliştirmesi gereken tek tür biz değiliz. Dolayısıyla bu süreçte yalnız değiliz fakat başka türleri hiç dinlemiyoruz. Çünkü bizimle beraber ekolojik krizin etkilerini yaşayan yandaş türler ile empati yapabilmek, onların “yavaş” dilini ve kelimesiz fikirlerini anlamaktan geçiyor. Bireyselleşmenin insanlık tarihinin en üst noktasına ulaştığı 21. yüzyılda hayvanı, doğayı, canlı ve cansız varlıkları da birer birey olarak görmek ekoloji politiğinin her zaman ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu ayrılmaz parça, ekolojik anlamda siyaset yapan her birey ve oluşumun asla göz ardı etmemesi gereken bir fikre işaret eder. İnsanı doğanın egemeni değil, bir parçası olarak gören ekolojik tahayyüle geri dönmemiz gerekiyor.
Aciliyete, hıza ve kaynakların sömürüsüne dayalı sistemlere karşı durmak için insan anlatılarına mesafeli durmak, ortak olarak şimdide kurduğumuz geleceği unutmak anlamına gelmiyor elbette... İklim adaleti tam olarak bunun için var. Gelecekte insanların yaşayacağı potansiyel eşitsizlikleri gözler önüne sermek için. Ekolojik yıkımın doğurduğu etkilerden kaçış ve planlama yapma anlamında, toplumun farklı kesimlerine ne kadar şans verildiği de iklim adaletinin konularından biridir. Su seviyesinin yükseldiği bölgelerde yaşayan kesimlerden hangilerinin yer değiştirme hakkı var? Fabrikaların, sanayi atıklarının ve hava kirliliği seviyelerinin tehlikeli boyutlara eriştiği yerlerde kimler yaşamak zorunda? Kimler iklim krizinin etkileri yüzünden göçe zorlanıyor? En çok çöp ithalatı yapılan ülkeler hangileri? Her krizde olduğu gibi sistem bu krizin faturasını kime ödetmeye çalışıyor? İklim adaleti bu soruları sormaya devam etmekle ve çeşitlendirmek ile yükümlüdür. Soruların birikmesi ile birlikte güncellenmiş sanayi devrimi yeni çarklarını kurmaya devam ederken, şu anda “gelişmiş ülkeler” olarak adlandırdığımız ülkeler -başta Çin, Avrupa ülkeleri ve ABD olmak üzere- küresel ısınmanın ve karbon emisyonlarının artmasında, gezegenin kirlenmesinde ve ekolojik dengenin bozulmasında en büyük paya sahip. Dolayısıyla krizin çözümünde de ortaya çıkan faturada en büyük pay kendilerine ait olmalıdır. Yaşadığımız gerçeklikte krizin faturasının asıl sebebi olan ülkelerin şimdilik ödemeye pek de niyetli olmadıklarını söyleyebiliriz.
Bu noktada, eko-faşişt reflekslere başvuran ülkelerin oldukça yüzeysel nüfus politikalarına sığındığını da gördük. Ülkelerin çözümü kurumlardan beklediği yerde, kurumlar da çevreyi başka bir kâr aracı olarak görüyorlar. Dahası, kurumsal itibarlarını ve halkla olan ilişkilerini geliştirmek için reklamları, göstermelik açıklamaları ve asla uygulanmayan yeşil pratikleri, çevreye olan zararlarını örtbas etmek için kullanan şirketlerin sayısı oldukça artıyor. Bu uygulamalara sığınan kurumların ne denli yanıltıcı olduğunu, gelir ve kaynak dağılımındaki adaletsizliğe bakarak çok kolay anlayabiliriz. Gelir ve kaynak dağılımı asimetrisi, daha az insanın daha çok kaynağı tüketmesi üzerine kuruludur. Asimetri, doğal olarak çevre şartlarının değişimine fazla tepki verebilecek kurumları es geçer. Bu durumla mücadele etmek isteyenler, toplum ile doğru şekilde diyalog kurmak ve kamuoyunda karar alıcıların hükümetlerin üzerinde gereken baskıyı oluşturmasını sağlamak için çalışılmalıdır.
Ayrıca çevre, insan ve gelir dağılımı üçlüsü söz konusu olduğunda yapılan araştırmalar gösteriyor ki, iklim krizinden en fazla etkilenecek olan kişiler yoksullar. Özellikle de yoksul kadınlar sıralamanın birincisi. Bu noktada kendini “yeşil” olarak niteleyen her siyasi oluşumun feminizm, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın mücadelesini politikasını ana unsurlarından biri haline getirmesi hayatidir. Eko-feminist perspektiften bakıldığında, kadın ve emeğini, patriyarka ne denli sömürüyor ve temel haklarından mahrum bırakıyorsa, doğa ve ekolojik denge de aynı düzlemde sömürülmekte, aynı şekilde talan edilmektedir. Bu noktada pusulanın hatalı yönü göstermesinin temel sebeplerinden biri kaçınılmaz olarak ataerkil sistem ve patriyarkadır.
Kadın mücadelesinin ana unsurlarından biri olan anaerkil sistemin faydalı noktalarının ön plana çıkarılması, yeşil sol mücadele ile beraber güçlendirilebilecek bir savunma hattı olarak karşımızda belirir. İnsanın makinelerin uzantıları ile doğal bileşenleri kendi istediği gibi şekillendirdiği yaşama biçimine karşı; doğa ile şekillenen, ellerini toprakla kirleten ve sabırla beklemeyi öğreten anaerkil toplumun yapıtaşları oldukça ilgi çekicidir. Anaerkil düşüncenin araştırılmasının, ülkelerin kurumlardan, kurumların ise insanlardan değişim beklediği kısır döngüye organik, yereli yücelten ve türler arası şiddet içermeyen alternatif bir soluk getirmesi bizce hâlâ mümkündür.
Çöküş anlatılarının, ütopyaların arzulandığı bir toplumsallığı sekteye uğratması gibi, çevreyi kirleten “çok çok kötü niyetli kimseler” gizi de toplum için aynı sonuca bizi sürüklemektedir. Gizi açığa vurmak ve topu sürekli başkasına atarak hedef gösterilmekten kaçınan sorumluların sahip olduğu şirket ağlarının ekonomik bileşenlerinin ifşa edilmesi gerekmektedir. Veriler aracılığı ile somutlaşan ve belirginleşen adaletsiz durumumuzu konuşmak; sahte veriler oluşturup daha sonra bu verilerle ormanları verimsiz, müdahale edilmesi gereken ve ülkeye yük alanlar olarak sınıflandıranların karşısına çıkarmak gerekir.
Bu müdahale zincirinin ilk halkası olarak kamusal alanda toplu irade adına hesap sorabilme kabiliyeti, radikal demokrasinin imkânı ve gücü ile doğru orantılıdır. Avrupa’daki sınırlı birkaç ülkede ağaçlar adına kamu davası açılabiliyor ve ağaçların (yine çok sınırlı) davada şahitlik yapması mümkün oluyor. Sanırım ülkemizde çevrenin sembolik de olsa özne olarak görüldüğü en yakın kamusal alan direnişi ve beyanı Gezi Parkı’ydı. Dünya’dan vazgeçenlerin karşısına, çevrenin kendisini şahit olarak çıkarabilmek, yazının başında bahsettiğimiz ütopya kurucu yeşil sol fikirlerin aciliyeti ile ilgili değil de nedir?
Konu Gezi Direnişi’ne ve kurulması mümkün ütopya fikirlerine geldiğinde üzerinde durmadan geçemeyeceğimiz bir başka şey de gençlik örgütlenmeleri ve gençlik hareketleridir. Gençliğin örgütlü varlığının gücünü 68’den 78’e, Gezi Direnişi ve şimdilerde iktidarın ve muhalefetin farklı açılardan konuşa konuşa bitiremediği “Z kuşağı”na ve tarihsel çizelgede daha da gerilere gittiğimizde Fransız İhtilali’ne kadar götürmek ve inanılan, bize bugün de yeşil sol mücadelede ihtiyacımız olan ütopyalar kuran fikirlerin ateşleyici gücünü oluşturan gençliği görebiliriz.
Ben de 23 yaşında genç bir kadın olarak, özellikle yeşil sol siyasette gençlerin, kadın ve LGBTQIA+’ların aktif katılımıyla var olması gerektiğini düşünüyorum, genç olmanın yanı sıra kadın ve LGBTQIA+ olmanın da her geçen gün zorlaştığını -iktidarın hızlandırması ve güçleştirmesiyle birlikte- iliklerime kadar hissediyorum.
İstanbul Sözleşmesi’nden anti-demokratik yollarla çıkılması, her gün bir kadın ve LGBTQIA+ cinayeti/şiddet olayı duymak ve ne yazık ki bunun artık alışılagelmiş bir olaya dönüşmesi... Kadın mücadelesinin ve ataerkil tahakkümlerin yıkımının ekoloji ve sol politiği açısından önemini yazının daha önceki kısımlarında değinmiştim, o yüzden lafı dolandırmadan, genç ve kadın mücadelesi anlamında yürüdüğüm yolu anlatarak devam etmek istiyorum.
Buna yönelik kendi adıma attığım ilk adım 2019 yılında Yeşil Sol Parti üyeliğiydi, daha sonra gençlik meclisi içerisinde yer almaya başladım, son olarak da yeni dönemde genel eş sözcülüğe adayım. Sanırım seçilme durumumda bu ülkede seçilmiş olan en genç parti eş sözcüsü olacağım ve bunu hem kendi adıma hem de gençlik adına oldukça heyecan ve cesaret verici buluyorum, cesaret verici olmasını geleceksizleştirme politikalarıyla karşı karşıya olan gençliğin kendi geleceği ile birlikte, yandaş türlerin, yeryüzünün ve daha anne rahmine düşmemiş çocukların geleceğine sahip çıkmak, ekolojik, ekonomik ve toplumsal adaletsizliğe karşı bir karşı duruş olmasını umut ediyorum.
İsveçli genç iklim aktivisti ve iklim mücadelesinin öne çıkan ismi Greta Thunberg’in “Hiç kimse dünyayı değiştirmek için çok küçük değildir,” sözüyle bir daha hatırlıyorum ve hatırlatmak istiyorum, aslında bu söz mücadelenin tarihsel süreci içerisinde birçok kez kendini kanıtladı, bütün kuşaklarda mücadeleler gücünü her zaman gençlikten aldı, almaya da devam edecektir...
Ben de tüm gençliği hayal ettikleri dünyayı var edebilmek için örgütlenmeye, ekoloji-sol politikalarla kendisini tanımlayan herkesi Yeşil Sol Parti çatısı altında el ele vermeye davet ediyorum.