Genelde apansız gelir. Gelir ve tavrımıza, hatta kelimelerimize dahi yerleşir: Can sıkıntısı. Sorulduğunda ‘sebepsizdir,’ der ve geçeriz. Can sıkıntısını neden geçiştiririz? Neden onu ifade etmekten imtina ederiz? Üşendiğimiz için mi? Yoksa bir müddet sonra, yine apansız geçeceğini düşündüğümüzden mi? Ya da dünyanın onca derdi tasası varken, can sıkıntısının biraz şımarıkça, ‘küçük burjuvaca’ bulunacağını hissettiğimizden ötürü mü? Oysa her şeyin bir sebebi varsa, can sıkıntısının da olmalı. Elbette tek ve kuşatıcı bir sebebi yoktur. Gelgeç bir ‘ruh haleti’ olarak sıkıntının ele avuca sığmaz oluşunun nedeni de bu olsa gerek, sebeplerin çokluğu.
Nedenleri sorgulamak ruhu takatsiz düşürür. Bunun yerine sonuçlarla ilgileniriz. Sıkıntı gelmiş ve oramıza buramıza sinmiştir; nereden ve nasıl geldiğinin önemi yoktur. Öte yandan, can sıkıntısına karşı hiçbirimiz konuksever değilizdir. Ondan derhal kurtulmaya bakarız. Sıkıntıyı üzerimizden atmanın –‘kafa dağıtmanın’- yollarını deneriz: Çıkıp yürüyüş yaparız, eften püften de olsa bir aksiyon filmi yahut bin kere aynısını izlediğimiz bir aşk filmi falan seyrederiz, olmadı iki kadeh yuvarlarız, arkadaşlara uğrarız, laf arasında gazete manşetlerini sereriz masaya, arada psikiyatr koltuklarına uzanırız, spor salonlarına doluşuruz, kişisel gelişim kitaplarına sararız, mağazalardan poşetlerle gömlek, ayakkabı, etek satın alırız, magazin haberlerini takip ederiz, dergi mergi okuruz, futbol geyiği çeviririz, ardından makarna tarifi veririz, faturaları yatırırız, yirmi sekiz kez sandığa gitmiş olsak da seçimlerden dem vurur, boyuna siyaset konuşuruz, din meseleleri üzerine –ölüm, Tanrı, öte dünya, ruhun ölümsüzlüğü vb.- geveleriz, iki yıldır nişanlıyızdır, bu yaz evleniriz, hafta sonu da ne yapıp edip adaya kaçarız. Kısacası bu dünyada ve bu sefil ilişkiler ağı içinde dibine kadar sıkıntılıyızdır ama zoraki gülüşleri, sabun köpüğü misali ilgileri ve heyecanları, saman alevi gibi parlayıp giden sevinçleri yüzümüzden eksik etmeyiz. Öyle ya, ruhumuzun aynasıdır yüzümüz. Her türlü duyguya yer vardır o aynada ama sıkıntıya asla!
Nitekim yüzümüzdeki sıkıntıyı örtmek, başkalarına olduğu kadar kendimize de göstermemek için kaba saba maskeler icat ederiz. Ama nafile: Can sıkıntı maskelerin ardından kendini duyurmaya devam eder. Çok sonra anlarız: Can sıkıntısından kurtulmak mümkün değildir. Sıkıntı ertelenir en fazla, ama her durumda sürüldüğü yerden geri gelir ve daha bir şiddetle yoklar kişiyi, kapılar ve pencereler kâr etmez. Can sıkıntısını savuşturmak için yaratılan yollar geçicidir. Onunla önünde sonunda baş başa kalırız. Nietzsche’nin belirttiği üzere, Tanrı dahi sıkıntıya yenik düşmüştür, kendi sıkıntısının üstesinden gelmek için insan denilen oyuncağı yaratmak zorunda kalmıştır, başka türlü kendi varlığına –gücüne ve kudretine- nasıl tahammül edebilirdi Tanrı?
Şu da var ama: Tıpkı “ölüm düşüncesi” gibi can sıkıntısını da öteleyip bastırmak, onu hayattan uzaklaştırmak modern insana özgüdür. Can sıkıntısının nasıl yatıştırılacağı yahut gizleneceği hususunda kapitalizmin de kendi usulünce bir mesaisi var tabii. Sıkıntısıyla ne yapacağını bilemeyen insanın önüne eğleşeceği meşgaleler atılmıştır. Sonu gelmeyen istekleri, arzuları ve tutkuları kışkırtılan insan, önündeki meşgalelerle oynaşırken zamanın yükünden, ilişkilerin ağırlığından kurtulduğu hissine kapılır. Ne var ki, can sıkıntısını alt etmenin yol ve yordamları –her durumda- statükoyu sürgit kılmaya yarar. Asıl büyük sıkıntı olarak maddi dünyanın örgütlenme tarzı, kapitalizmin işleyişi hasıraltı edilir. Devlet, hukuk, din, cumhuriyet, aile, mülkiyet, reform şu bu, canımız sıkılıyor: O halde “oynaşın hele bizimle, ne de güzelsiniz siz!”
***
Ne kadar karanlık ve basık da olsa, can sıkıntısı kapıyı çaldığında onu haneye davet etmeli, onunla dövüşmemeli, defetmeye çalışmamalı, uzlaşmalı, barışmalı. Sıkıntının insan tekine işaret etmek isteği –sessizliğe gömülmüş– garip bir hakikati bulunabilir. Walter Benjamin’in şu esrarengiz sözleri ne anlatmak istiyor olabilir: “Uyku bedensel gevşemenin doruğuysa eğer, can sıkıntısı da zihinsel gevşemenin doğrudur. Deneyim yumurtası üstünde kuluçkaya yatan bir hayal kuşudur can sıkıntısı.” Can sıkıntısını sanıldığı üzere gerginlik, kapanma, yoğunlaşma olarak değil, tam aksine zihinsel bir gevşeme olarak değerlendirmek, ondaki kurucu içeriği görmektir. Zihinsel gevşeme olarak sıkıntı, eyleme geçmenin, olana müdahale etmenin bir adım öncesi sanki. İki şey çoğu zaman birbirine karıştırılıyor: İnsanın her zaman ‘kafa dağıtmaya’ değil, bazen de ‘kafayı toplamaya’ ihtiyacı olur. Kafayı toplamak için zihnin rahatlaması, gevşemesi şarttır. Bu eşikte, can sıkıntısı yapıcı olabilir. Turgut Uyar’ın sıkıntıyla ilgili yıllar evvel söylediği sözler de, bu bakımdan, Benjamin’in söyledikleriyle paraleldir:
“Severim sıkıntıyı. Sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni. Ne söylenmişse ve ne söylenmemişse, ne yapılmışsa ve ne yapılmamışsa, ne düzeltilmişse ve ne düzeltilmemişse ondan sıkılan biri. Belki, söylenmemişin, yapılmamışın, düzeltilmemişin telaşı içinde biraz. O kadar. Ve sıkıntılı. Ve sıkıntılı.”
Sıkıntılı olmak, yetinmemektir. Kalıplara dar gelmek, sunulmuş olana sığamamak, rahatsız olmak, “bir ayakkabı çivisi gibi” kendine batmak, demek genişlemeyi istemektir. Boş ve gelip geçici heveslere kapılmamaktır. Bununla birlikte, sıkıntılı olmak kişinin sus payı niyetine servis edilmiş sevinçlere pabuç bırakmamasıdır. Yapılandan olduğu kadar yapılmamış olandan da tedirginlik duymak, telaşlanmak, henüz düzeltilmemiş olanın düzeltilmesini arzulamaktır. Asıl büyük sıkıntının ardındaki asıl büyük sevince talip olmaktır. Can sıkıntısı daha iyi olanı, daha güzel olanı, daha yüksek olanı istemek için bir çeşit kaldıraç vazifesi görebilir. Deneyim yumurtasının olgunlaşması ve nihayet çatlaması için, insanın serpilip genişlemesi, kendini ifade etmesi, gırtlağında düğümlenmiş dertlerini anlatması için elbette o hayal kuşunun uçması, sıkıntının dağılması şarttır. Ama bunun için ortalığa düşmeye gerek yok. Benjamin, sözünü “yapraklardaki küçücük bir hışırtı can sıkıntısını kaçırmaya yeter,” diye tamamlar. Yaprakların tatlı hışırtısı nerede kapitalizmin imal edip dolaşıma soktuğu, şu şangır şungur sıkıntı yatıştırma meşgaleleri nerede!
Son olarak: Umudun, acının, öfkenin dahi siyaseti yapıldı, yapılıyor, yapılsın da. Ama burada, acaba sıra can sıkıntısına da gelecek mi bir gün diye sormak, çok mu fantastik kaçacaktır? Hiçbir büyük gerekçe için değil, sözgelimi doğa yasaları yahut toplum yasaları için değil, ahlaki yahut vicdani yargılar için değil, tıpkı Tanrı gibi, insan da sırf canı sıkıldığı için –kendi gücünü kendine tekrar göstermek için– yeni ve bambaşka bir dünya yaratmaya kalkışabilir mi? Acıdan, intikamdan, umuttan ya da öfkeden değil de, kurucu ve pozitif içeriklere sahip bir can sıkıntısından doğmuş bir hayat…