Hannah Arendt’in İzinde (II): Zamanı Adlandırmak ve Kayıtsızlık Sorunu

İzlenen İzleyici ve Kayıtsızlık Durumu

Kayıtsızlık, ilgisizlik ve izleme hep birlikte görülen olgulardır. Toplumsal ve siyasal sorunlara kayıtsız ve ilgisiz kalındıkça, kamusal dayanışma ve yurttaşlık bilinciyle üzerine gidilecek kötülükler birer seyir nesnesine dönüşür. Hayatın kendisi artık bir sinema perdesi gibi algılanır. Ancak burada hep unutulan, seyircinin de daima perdenin bir parçası olduğudur. Sadece seyirci perdeye bakmaz. Aynı zamanda perde de seyirciye bakar ve onu bir izleyici olarak kurar. Kötülükler izlenip seyredilirken ve kayıtsız kalınırken kötülükler de izleyeni izler ve ona izlediği kötülüğün bir parçası olduğunu hatırlatır. Dolayısıyla kötülüklere ve dehşete karşı kayıtsızlık içinde izleyici olarak kendini kuran özne esasında kendi izlediği tarafından da izlenmektedir.

Nihilizm ve kayıtsızlık sorunu reaksiyoner bireyleri ve grupları olduğu kadar ilerici olduğunu iddia eden bireyleri ve grupları da içine çeken toplumsal bir iklimdir. Meselenin can yakıcı kısmını da bu oluşturur. Kayıtsızlığın genelleştiği bir toplumda toplumsal muhalefetin güçsüz bir görüntüye dönüşmesi de kaçınılmazdır. Genel olarak insanlar kendilerini ideolojik ve eylemsel olarak iktidardan ve iktidarın uzantılarından ayırdıkları ölçüde hem iktidarın kötülüklerine karşı vicdani bir rahatlık hissederler hem de değişim için kamusal alanda görünüp seslerini duyururlar. Ancak kayıtsızlık hali ile sarmalanmış gruplar ve bireyler, muhalif bile olsalar yeni yönetim aygıtının gizli ortakları olarak iş görürler.  Böyle bir durumda farklı gruplar arasındaki fark, sadece duruma verilen nihilist tepkinin içeriğindedir. Tepki, her grup için nihilist biçimini asla kaybetmez. Değersizlik ve anlamsızlık bütün toplumsal grupları içine çeker. Siyasal ve kamusal etiğin ve bununla birlikte hukukun da aşındığı bir toplumda geriye kalan çıplak iktidar, çıplak şiddet ve keyfiliğin hükümranlığı olur.

Kayıtsızlık aynı zamanda siyasal ve kamusal alanın temelini oluşturan ortak çatışma ve kavga alanının da kaybı ve ilgası anlamına gelir. Artık kamusal alanda varlığını gösteren şey sadece sesin ve görüntünün kaybolması değildir. Nitekim bu durum daha çok baskıcı bir toplumu veya otoriter bir toplumu betimler. Esas mesele artık içinde sessiz kalınacak bir kamusal alanın bile yitirilmiş olmasıdır.[1] Baskı, korkuyu üretirken baskı alanının bile ortadan kalkmış olması kayıtsızlığı üretir. Korku kendi içinde cesareti daima taşır. Cesaret, yani kamusal ve siyasal alanın en temel erdemi, korkunun hissedilmesiyle kendini açığa çıkarır. Ancak kayıtsızlık beraberinde açığa çıkaracağı bir zıddını da barındırmaz. O daha çok her şeyi içine çeken ve yutan bir kara deliğe benzer. Kayıtsız toplumlar sadece bir kurtarıcı beklerler. Bu bekleyiş hakiki bir bekleyişten ziyade, bir bekleyiş durumuna sığınmayı imler. Hakiki bir bekleyiş beklenenin gelmeyeceğini bildiği ve bunu bekleyişinin parçası yaptığı durumda ortaya çıkar. Beklenen gelmeyecektir. Böyle bir durumdaki bekleyiş saf bir bekleme olarak özne üzerinde eylemde bulunarak onu dönüştürür. Bekleme süreci beklenen gelmese de özneyi yeniden kurar ve tanımlar. Burada sözü Maurice Blanchot’ya bırakabiliriz vicdan rahatlığıyla:

Beklemek, bekleyişi, en için ve en dışın kesiştiği dairelerde kendi üstüne dolanmış, sıkışmış, yansız bir edim haline getiren şeye dikkat kesilmek, bekleyiş halindeki ve ta beklenmedik olana kadar geri döndürülebilecek olan dağınık bir dikkat. Bekleyiş, herhangi bir şey beklemeyi reddeden bekleyiş, adımların kıvrımlarını açarak gözler önüne serdiği sakin uzam.[2]

Ve fakat kayıtsızlık durumunda ortaya çıkan bekleyiş kayıtsızlar arası kayıtsız kalmanın örtük uzlaşısıdır. Esasında beklenen bir şey de yoktur. Sadece kayıtsızlık halinin bir bekleyiş kılığında sunulması vardır. Bu haliyle bekleyiş olmayan bekleyiş olarak kayıtsızlık, siyasal ve toplumsal olmayan bir uzlaşmadır.

Dolayısıyla sorun sadece ifadesizlik ve sessizlik sorunu değildir. Her türlü ifadenin, sesin ve görüntünün kendini var edeceği müşterek mekânın/uzamın ve hatta zamanın yitirilmiş olmasıdır. Böyle bir rejimin en temel problemi onun tasvir edilmesinin zorluğudur. Trajedi, onun bilinen rejimlerin ve siyaset etme biçimlerinin dışında yeni bir adlandırmayı hak ediyor oluşundadır. Nihayetinde bildiğimiz, geleneksel siyasal yönetme ve yönetilme biçimleri ile bağı kopmuş ve savrulmuş bir rejim ve toplumsal yapıdır. Savrulma sadece rejimde ve kurumlarında izlenmez. Bu savrulma aynı zamanda birçok farklı toplumsal grubu ve bireyi içinden kesen bir savrulmadır.

Kayıtsızlık tavrı ile ortaya çıkan savrulma, sadece toplumsal ortaklığı değil, bireyselliğin imkânlarını da ortadan kaldırır. Yani kendi kabuğuna çekilmiş ve yalnızlığa sığınmış toplumsal aktörler artık otonom ve karakter sahibi birey de olamazlar. Esasında yalnız da değillerdir. Arendt’in deyimiyle terk edilmişlerdir. Yalnızlık daima ötekilerle ve kamusal müşterek şeylerle bir bağı içinde taşır.[3] Yalnızlığı seçen, bu yalnızlığında ötekileri ve kamusal meseleleri sadece bir süreliğine dışarıda tutmuştur. Onların üstünü çizip iptal etmemiştir. Dahası bu sayede, yalnızlığında bireysel benliği ile toplumsal benliğini, yani toplumun gözünden kendine bakarak oluşturduğu benliğini diyaloğa sokabilir. Oysa kayıtsızlık içinde bulunan birey kendine çekildiğinde artık yalnız olmayıp terk edilmiştir. Başkalarıyla birlikte olsa bile başkalarıyla müşterek bir dünyanın parçası değildir. O kendini bütün meselelerden koparmış yığının atomize olmuş bir parçasıdır. Yani terk edilmiş ve terk etmiş bir kişidir. Kendi başına kalmışlığında siyasal ve kamusal meselelerden çok biyolojik meselelerle ve hayatın biyolojik devamıyla meşguldür. Böyle bir durumda, her türlü etik olasılığın dışına kaçan kişi, onu birey ve özne yapan kodlarından da koparılmıştır. Koca bir yığının atomlaşmış canlısı olarak, kendisine kaybettiği bir dünyada beyhude bir şekilde bir yer ve zaman aramaya çalışır. Bu beyhude çabanın sonucunda kendisini tekrar tekrar bulacağı yer ise nihilizm ve kayıtsızlıktır.

Kayıtsızlık, anlamsızlık ve nihilizmin kol gezdiği bir dünyada artık toplumsal ilişkilerin en temel kurucu faktörü olan ben ve öteki ilişkisi de kaybolmaya başlar ve yerini belirsiz bir boşluğa bırakır. Ben ve öteki ilişkisi kayboldukça, kişiler kendi iç dünyalarının karamsarlığına gömülüp umutsuzluk içinde ya gelecek olan bir felaketi ya da gelecek olan fantastik bir kurutuluşu beklemeye çalışırlar.[4] Ben ve öteki ilişkisi bozuldukça siyasal ve kamusal alanın kurucu ilişkilerini çerçevelendiren hasım/dost ilişkileri de kaybolur. Ortada dolaşan hakiki ve mücadele edilecek bir hasım olmayıp şekli ve şemali tam olarak ortaya çıkarılamayan bir hayalet söz konusudur. Böyle bir durumda iktidar grupları ile muhalif gruplar arasındaki farklar da silikleşir. Görünürdeki karşıtlıklar derin bir kayıtsızlık uzlaşısında kaybolur. Yönetilenler, kamplaşamayan, siyasal kavga ve mücadele veremeyen hayaletimsi yığınlara dönüşürler. Yığından çıkan büyük bir gürültü vardır artık: farklılığın ve başkalığın sesi yerine yığınların homurdanması. Bütün bunlar hem iktidar etme biçimlerinin hem de muhalefet etme biçimlerinin buharlaşmasını imler. Yani siyasal cemaati bir arada tutacak ve bu birlikteliğe bu-dünyada-ortaklık his ve duygusu verecek şeyin de kaybı söz konusudur.

Kaybın Kaybı ya da Kamusal Zamanın Buharlaşması

Ortaklıkların ve kavgaların deneyimleneceği kamusal alanın radikal bir şekilde ortadan kalkışı ve kaybı, aynı zamanda kendini paylaşılan müşterek ve kamusal zaman üzerinde de hissettirir. Sadece kamusal alan değil, siyasal birlikteliğin temel unsurlarından biri olan ve toplumsal grupların kendilerini zamanın akışı içinde bir yerlerde konumlandırmalarını sağlayan kamusal zaman da yitirilir. Toplumun farklı grupları ve bireyleri arasındaki iletişimin ve imgelemin temelini oluşturan ortak ve kamusal zaman duygusu buharlaşır. Kamusal zaman olarak tanımlayageldiğim olgu, yaşanılan coğrafyaya, dünyaya ve zamana dair toplumsal gruplara ve bireylere müşterek bir imge veya tahayyül sunar. Elbette bir toplumda çok farklı zamansal imgeler ve tahayyüller olur. Her toplumsal grup kendine ait ayrı bir zamansal tahayyül ve imgelem oluştursa bile bütün bu tahayyülleri kesen ve onları uzlaşıda ya da çatışmada bir araya getiren bir kamusal zaman da bulunur.

Tam da bu çeşitlilik ve farklılık kamusal alanın ve zamanın mümkün olmasını sağlar. Kayıtsızlık ve nihilizm beraberinde müşterek kamusal zaman imgesinin ve tahayyülünün de ortadan kalkmasını getirir. Yığınlaşan gruplar ve bireyler artık kendilerini geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bir yere konumlamaktan aciz kalırlar. Zaman ufku, geleceğe dair beklentiler, şimdiye dair talepler ve geçmişe dair anlamlı hatıralar aşınmaya uğrar. Geçmişin anlam dünyası kaybolduğu gibi geleceğe dair tasarılar ve beklentiler de buharlaşmaya başlar. En nihayetinde müşterek zamanın kendisi de artık yitirilmiştir. Mekânda ve zamanda nasıl iskân edeceğini bilemeyen yığınlar söz konusudur. Böyle bir kayıtsızlık ortamında, gruplar arası ilişkiler kadar bireyler arası ilişkiler de çürümeye ve bozulmaya başlar. Dayanışmanın en küçük kırıntısı bile neredeyse yok olur. Daha da önemlisi konuşulan dil ve onun etrafında yaratılan anlam dünyasında büyük yarıklar ortaya çıkmıştır. Kayıtsızlık sonucu üzerinde uzlaşı sağlanan veya kavga edilen müşterek bir dünyanın yitimi konuşmayı ve iletişimi de esasında boş laftan öteye götürmez.

Üzüntü, kaygı ve endişe gibi duygu durumları temel psikolojik ve toplumsal zeminlerini yitirip kaygan ve akışkan bir hal almaya başlarlar. Felaket karşısında kendisini gösteren tepkisizlik ve kayıtsızlık ideolojisinin, tavrının ve ruh halinin nihai sonuçları olurlar. Hakların gasp edildiği ve üzerine çöküldüğü bir durumda azınlıklaştırılan[5] ve atomlaştırılan fertler, düşünme kabiliyetlerini de kaybederek zaman içinde ne düşüneceklerini ve nasıl tepki vereceklerini bilemeyen bir sersemleşme yaşarlar. Nüfusun nerdeyse tamamı, yani ister iktidar cephesinde konumlanmış isterse de muhalif cephede konumlanmış olsun, gerçekte “vatandaş” veya “yurttaş” değildir. Yasanın standartlarını ve evrenselliğini kaybetmesi dışlanmayı ve azınlıklaştırmayı bütün gruplar için potansiyel ve cari bir tehdit haline getirir. Devlet görünümünde devletsizlik, yasa görünümünde yasasızlık ve hakların yitimi söz konusudur. Dilsel, mekânsal ve zamansal yurt yitirilmiştir ve yeni bir yurdun bulunması ise artık neredeyse imkânsızdır. Bütün insanların içine işleyen ve onları mutlak bir pasifliğe ve sindirilmeye iten içsel bir tahakküm biçimi devrededir. Bireyler onları birey olarak kuran farklılıklardan ve bu farklılıkların -kamusal alanda ister görünmek veya isterse de duyulmak şeklinde olsun- her türlü tezahüründen yoksun kalırlar. Kamusal alan bir imkânlar ve ihtimaller alanı olarak ortadan kalktıkça ve sessizlik ve görünmezlik cari oldukça iktidarın bütün söylemleri hakikatle de bağlarını istedikleri şekilde koparabilirler. Dil en yalın ve belirsiz haline dönebilir. Gösteren ve gösterilen arasındaki ontolojik keyfilik bizzat yaşayan dilin ve dilsel ilişkilerin üzerine yapışır. Kavramlar üzerlerine sabitlenmeye çalışılan anlam artıklarından soyutlanarak her anlama gelebilecek şekilde kullanılabilirler. Bu durum, tam da retoriğin ve demagojinin kendini sınırsızca açığa vuracağı yok-yerdir. Böyle bir ortamda olgusal hakikatler adına konuşanlar değil, en iyi yalanı ve demagojiyi üretenler toplumsal iktidar katmalarına tırmanırlar. Siyaset öncesi bir duruma düşen toplum artık dilin de ötesinde yaşamaya başlar. Burada sözü Arendt’e bırakabiliriz: “… müşterek dünyanın dışında yaşamaya zorlanmış insanların varlığından doğan büyük tehlike, uygarlığın ortasında, doğanın onlara verdiği hale, yalın farklılıklarına geri düşmüş olmalarıdır.”[6]

Anlamın Çalınması

Burada, zaman ve ideoloji konusunu birlikte ele almakta fayda var. İdeoloji, sadece belli bir anda zihinlere musallat olan inançlar, kanaatler ve fikirler bütünü değildir. İdeolojinin esas gücü zaman içerisinde düzenli veya düzensiz bir şekilde oluşmasından gelir. Öyle ki, zaman içinde şahit olunan deneyimler, felaketler ve dehşetler hiçbir dışarıdan söyleme açıkça ihtiyaç duymadan bile bir kendiliğinden ideoloji halini alabilir. Kayıtsızlık durumu ve tavrı, tam da yaşanılan deneyimlerin gizli ve inatçı bir ideoloji haline gelmesinin örneğidir. Onun dışarıdan gelen ve yine onu kuracak olan bir söyleme veya anlamlandırma çabasına ihtiyacı yoktur. Bu haliyle kayıtsızlık nesnel ve öznel dünyayı bütün görünümleri ile olumsuzlayan ve her türlü dilsel ve iletişimsel eğilimi boşa çıkaran bir ideoloji, eğilim, davranış ve tavır bütünüdür. O bizzat hem anlamın çalınması hem de bu çalınmanın sonucudur.

Totaliter yönetimlerdeki kurumsal çöküşler aynı zamanda toplumsal bağları inşa eden toplumsal kurumların ve geleneklerin de içinin boşalmasını beraberinde getirir. Siyasal kurumlar kadar toplumun zaman içinde devamının önkoşulu olan toplumsal ve dilsel gelenekler de yerle bir olur. Dilin çevresini saran bu anlamsızlaşma, yeni bir söylemin ve yeni bir sözün oluşmasını da mümkün kılmaz. Yeni bir söylem ancak sınırları toplumsal uzlaşılarla ve çatışmalarla sürekli bozulup yeniden kurulan bir dilsel dünyada mümkün olur.

Totaliter iktidar, bastırma ve susturmayla çalışmaz sadece.[7] Dilin anlam ve ifade boyutunu çalarak ortaya dilsel ifade ve iletişimden yoksun bir yığın bırakır. Bu yığının artık bastırılmaya ve susturulmaya da ihtiyacı yoktur. Çünkü yığın kendisini ifade edecek ve yaşadığı durumu anlamlandıracak araçlardan yoksun bırakılarak sersemleştirilmiştir. Dilsel ve iletişimsel alanın bozulması özneler arası iletişimle kurulan ortak dünyanın parçalanması ve anlamsızlaşması anlamına gelir. Bu iletişimsel felaket ne kadar uzun sürerse özneler arası kurulan kamusal dünya da o derecede ortak ifade araçlarından yoksun kalır. Özneler arası bu dünyanın yıkımının en önemli etkileri kendisini kamusal alanda üretilen her türlü söylemde ve eylemde gösterir. Farklılık, kendiliğindenlik ve sahicilik yerle bir olur.[8] Beşeri kişilik ve o kişiliği oluşturan etik doku tahrip olur.

Dilin ve ifadenin çalınması, anlamı tahrip ederek nihilizmin kayıtsızlık kılığında genel geçer bir karakter haline gelmesine sebep olur. Böyle bir ortamda dil kendi felsefi anlamında en uç ve en belirsiz alanına varır. Dilin ontolojik yapısı ve belirsizliği bütün çıplağıyla ortaya çıkar. Nihayetinde belirsiz bir dilsel ontoloji içinde dile, kavramlara ve ifadelere çerçeve çizen etik, ahlâki ve siyasal uzlaşılar ortadan kalkmıştır. Felsefi kategorilerin ve kavramların düşünce alanındaki işlevleri yerinden sökülerek siyasal alanın içine bir oyuncakla oynarcasına zerk edilir. Kötülük bizzat felsefi kavramlar örtüsü altında kendine bir alan bulur. Dilsel ve felsefi kavramların belirsizliği, düşünsel alanlar içinde kalındığı sürece hem güçlü bir entelektüel tahayyülün hem de nitelikli bir tartışma alanının öğeleri olabilirler. Ve fakat bu belirsizlik hali siyasal kavgaların meşruiyetini sağlamaya yönelik oyunların çarpıtılmış öğelerine dönüştürüldüğünde bir çeşit kalpazanlık halini alır.

Sonuç Yerine: Karakter Aşınması[9]

Sürekli değişim, şok ve dehşet yaşayan bir toplum olgusal hakikatlerin iktidar odakları tarafından reddi karşısında da savunmasız kalır. Kötülük sıradanlaşır ve toplumca kabul edilen ve katlanılan bir durum halini alır. Bütün bunlar zaman içerisinde yurttaşlığı aşındıracağı gibi kişinin karakteri üzerinde de geri dönülmez tahribatlar yaratır. Bu tahribatların anlaşılması ise ancak mevcut yapı radikal bir şekilde değiştikten ve yeni siyasal ve etik kodlar devreye girdikten sonra, ancak geriye dönük bir anlamlandırma ve yorumlama süreciyle anlaşılabilir.

İnsanların birbirlerini eyleyen yurttaşlar olarak değil de sadece biyolojik ihtiyaçlarını karşılayan canlılar olarak görmeye başlamaları sonucunda tüm insanlar artık eşit ölçüde hayvansal ihtiyaçlara hapsolmuş varlıklar haline dönüşmüşlerdir. Bireyler kendilerine ait farklılıkları yitirip düzleşirler.[10] Dolayısıyla farklılıkların kendini sergileyeceği bir sahneye olan ihtiyaç ve talep de ortadan kalkar. Kamusal alanın bizzat bir alan olarak ortadan kalkması zaman içerisinde bu alanın gerekliliğini de ortadan kaldırır.

Oysa insan ancak kendini bir insan ihtimali olarak düşünebildiği ve kurabildiği sürece insandır. Bunun da asgari koşulu başkalarıyla paylaşılan müşterek bir dünyanın ve bir dünyalılık fikrinin varlığıdır. Bunun kaybı ise, hem ahlâki kişiliğin hem de tüzel-yasal kişiliğin yitirilmesi anlamına gelir. Dejenere hale gelen güruh yeni bir şeylere başlama ve yeni bir dünya yaratma gücünden de mahrum kalır. Yığın boş bakışlı, ölü yüzlü ve solgun kuklalardan oluşan bir kütle ve hacimdir artık. Bütün bunlara sanki her şey eskiden olduğu gibi devam ediyormuş gibi bir yanılgı da eşlik eder.

Karakter aşınması bir sonuç olduğu kadar totaliter rejimlerin hedefini de oluşturur. Karakter her zaman kendi içinde bir beklenmeyeni ve belirsizliği taşır. Bu beklenmeyen bireysellik totaliter rejimlerin en fazla nefret ettiği olgudur. Onun görmek istediği bütün bir nüfusun eşit derecede, boş, gereksiz ve sersemlemiş olmasıdır. Totaliter rejim, yeni bir şeyleri var edebilecek olasılığı tamamen yok etmek ister. Totaliter rejim, Olayın kendini var edeceği her türlü uzamı ve zamanı ortadan kaldırmak ister. “Totaliter tahakküm özgürlüğü ortadan kaldırmayı hatta genel olarak insanın kendiliğindenliğini yok etmeyi ve ne kadar zorbaca olursa olsun özgürlüğü katiyen kısıtlamayı amaçlar.”[11]

Nihayetinde totaliter rejimin vardığı yer gerçekten de homo homini lupus nihilizmidir.


[1] Hannah Arendt, Totalitazrizmin Kaynakları 3: Totalitarizm.

[2] Maurice Blanchot, Bekleyiş Unutuş, çev. Ender Keskin, Monokl Yayınları, İstanbul, 2012, s. 20.

[3] Yalnızlık ve terk edilmişlik konusuyla ve bu kavramların siyasal yönleriyle ilgili güzel bir tartışma için bkz. Hannah Arendt, Totalitazrizmin Kaynakları 3: Totalitarizm, s. 283-315.

[4] A.g.e.

[5] Azınlıklaştırma kavramını nüfusun belli bir bölümünün diğer bölümünden ayrılarak temel insani haklardan kısmen veya tamamen yoksun bırakılmalarını tanımlamak için kullanıyorum. Bir strateji olarak azınlıklaştırmanın kullanıldığı toplumlarda etnik, dilsel ya da dinsel özellikler öne çıkabileceği gibi bu özelliklere dayanmayan durumlar da yaşanabilir. Kimin azınlıklaştırılacağı her türlü sembolden ve göstergeden yoksun bırakıldığı bir durumda, artık mutlak ve keyfî bir azınlıklaştırma söz konusudur.

[6] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2: Emperyalizm, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 314.

[7] Hannah Arendt, Totalitazrizmin Kaynakları 3: Totalitarizm.

[8] A.g.e.

[9] İktisadi değişimler sonucu ortaya çıkan karakter değişimini “karakter aşınması” kavramıyla ilk açıklayan Richard Sennett’tir. Böyle bir aşınmanın yıllara yayılan siyasi şoklarla da yaşanabileceğini not etmek gerekir. Bkz. Richard Sennett, Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2016.

[10] Hannah Arendt bunu kendiliğindenliğin yok edilmesi olarak tanımlar. Bkz. Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3: Totalitarizm.

[11] Hannah Arendt, a.g.e., s. 193.