Hannah Arendt’in İzinde (I): Zamanı Adlandırmak ve Kayıtsızlık Sorunu

En kötüler korkularını yitirdi;

en iyiler ise umutlarını…

Hannah Arendt

 

Hem dünya hem de Türkiye son on yıllarda kendisini şok ve dehşet şeklinde gösteren şiddetli olaylar yaşıyor. Savaşlar, katliamlar, sürgünler, yolsuzluklar, popülist söylemler ve bütün bunların üstüne post-hakikat tartışmaları yaşananların sadece bir kısmı. Bütün bu dehşet tablosunun en önemli karakteristiği ise dehşet ve şok yaratan olayların birbiri ardına hiç olmadığı bir şekilde hızlıca cereyan ediyor olması. İşte bu yeni durum hem toplumlar hem de bireyler açısından çok önemli bazı toplumsal ve siyasal sonuçlar yaratıyor. Sürekli değişim, şok ve dehşet yaşayan bir toplum ortaya çıkan olgusal hakikatlerin anlaşılması ve yorumlanması konularında da savunmasız ve çaresiz kalır. Hannah Arendt’in de belirttiği üzere “[s]ürekli değişen ve akıl almaz bir dünyada kitleler, aynı zamanda hem her şeye inanacakları hem de hiçbir şeye inanmayacakları; her şeyin mümkün ve hiçbir şeyin doğru olmadığını düşünecekleri bir noktaya...”[1] varırlar. Her şeyin mümkün olduğu, hakikat ve yalan arasındaki temel bağın yok edildiği, suç ve suçlu arasındaki ilişkinin bozulduğu böyle bir dünya kendine özel toplumsal, siyasal ve psikolojik görüngülere de sahip olur. Kamusal alanda olan bitenlere karşı tepkisizlik, her şeyi aynı değerde görme ile birlikte eylemden/siyasetten kaçmanın bir yolu olarak tanımlanabilecek kayıtsızlık durumu yaşanılan dönemin temel psikolojik ve sosyolojik görüngülerinden biri olarak ortaya çıkar. Kayıtsızlık durumu daha ziyade totaliter iktidarlar altında şok ve dehşet tablosuyla karşı karşıya gelen toplumsal grupların ve bireylerin müşterek dünyaya ait sorumluluklardan kaçmak için sığındıkları bir savunmasız bir barınaktır. Sorumluluk, toplumsal bağların ve kamusal ortaklıkların azaldığı bir durumda bireyler açısından maliyeti çok yüksek olabilecek sonuçlara yol açabileceğinden, bireyler olan bitene karşı kayıtsız kalmayı seçerek pasif izleyici konumuna düşerler. Bu durum, söz konusu toplumlarda az çok bütün siyasi görüş sahiplerinin etkilendikleri örtük bir uzlaşma gibidir.

Yaşadığımız dönem itibarıyla totalitarizm analizlerinin toplumsal, siyasal ve bireysel alanlar için bizlere ışık tutacağını düşünüyorum. Bu analizler içerisinde öne çıkan en önemli çalışmalardan biri de Hannah Arendt tarafından yazılan Totalitarizmin Kaynakları isimli eserdir. Eser, her ne kadar Stalin ve Hitler dönemlerinin baskıcı karakterlerini anlamak ve analiz etmek üzere yazılmış olsa da yaşadığımız son dönem açısından da önemli ipuçları barındırıyor. Eserin bugün yeniden okunmasını önemli bulmakla birlikte daha bütüncül bir bakış açısının ancak eserin Arendt’in genel siyaset felsefesiyle ilişki içinde yakalanabileceğini düşünüyorum.[2] Bu yazıda, özellikle Arendt’in vurguladığı eylem, siyaset ve kamusallık gibi kavramlarla yine Arendt’in söz konusu eserinde sıkça kullandığı bir kavram olan kayıtsızlık ve kayıtsızlık durumu arasında bir irtibat kurmaya ve yaşadığımız zamanı biraz olsun anlamlandırmaya çalışacağım. Bunun yanında anlam, anlamlandırma, dilsel iletişim ve kamusallık gibi konuları da yine bu eksende Arendt’in izinden giderek kayıtsızlık kavramı etrafında çerçevelendirmeye çalışacağım.

Yaşanılan Zamanı Adlandırmak

İnsanın, ister entelektüel uğraş içinde olsun isterse de olmasın, yaşadığı zamanı anlamlandırması ve onu bir çerçeve içinde kavraması çoğu durumda imkânsıza yakındır. Deneyimlenen ve yaşanan zaman içindeki her türlü yorumlama ve anlamlandırma çabası yakalanamayan şimdi ile birlikte sürekli değişir ve dönüşür. Dolayısıyla geçmiş, şimdi ve gelecek matrisinde deneyimlenen ve yaşanılan zaman asla sabit bir yorumun ve anlamlandırmanın konusu olmaz. Hem hatırlama hem de geleceğe yönelik beklentiler, içinde bulunulan şimdi ile birlikte bitimsiz bir dönüşüme uğrar. Yaşanılan zamanın ve dönemin adlandırılması ancak o dönemin karakteristiği olan olguların, söylemlerin ve eylemlerin radikal bir kopuşla veya olayla sona ermesinden sonra mümkün olur. Ortaya çıkan yeni söylem ve eylemler sonucunda geçmişle bir mesafe oluşur. Ortaya çıkan bu mesafe sayesinde hem geçmişe hem de bugüne dair göreli istikrara kavuşmuş bir anlamlandırma mümkün olur. Şeylerin oluşagelmiş düzenini bozan ve yeni bir oluşu mümkün kılan tarihsel bir olayın sonrasında geriye dönülüp bakıldığında, deneyimlenmiş zamana dair daha tutarlı bir ifade tarzı yakalanabilir.

İçinde bulunduğumuz dünyanın ve yaşadığımız ülkenin yıllardır deneyimlediği tuhaflıkları tutarlı bir çerçeve içinde anlamak kolay görünmüyor. Neredeyse yarım yüzyılı bulan bu tuhaflıkları ve felaketleri anlamaya yönelik bütün hakiki entelektüel uğraşlar, olsa olsa yaşanılan dönemin belli ve kısmi bir çerçevesini sunuyor. Popülizm, neoliberalizm, neoliberal otoriterlik, denetim ve kontrol toplumu, tüketim toplumu ve kitle toplumu benzeri bütün tasvirler ve analizler yaşanılan olgusal hakikatin bir boyutunu ortaya sermekle birlikte, bizlere bu tuhaf zamanların sadece kısmi bir portresini çizebiliyor. Belki de bütün bu analizleri dönemin bir adlandırması olarak değil, yaşanılan dönemin değişik semptomları ve dışavurumları olarak okumak daha doğru olur. Yaşadığımız ve deneyimlediğimiz bu tuhaf zamanlar, birbirine çok da uzak olmayan bu tanımlamaların ve tespitlerin oluşturduğu ortak bir ailenin henüz bilinmeyen ismi belki de.

Bugünü ve yakın geçmişi hem Türkiye için hem de dünya için adlandırmak halihazırda oldukça zor. Dahası siyasal ve toplumsal açıdan Türkiye’nin kendine has bir ayrışma ve kopuş içinde olduğunu eklemek gerekir. Henüz he dünyada ne de Türkiye’de yaşanılan savrulmayı ve felaketi açıklayacak ve adlandıracak araçlara ve kavramsal setlere sahibiz. Elbette bu iddialı sav, yaşadığımız döneme dair tam bir cehalet perdesi arkasında yaşadığımız anlamına gelmiyor. Daha ziyade bildiklerimiz olmakta olanın sadece kısmi ve parçalı anlatımları. Bugünü ve yakın dönemi adlandırmak üzere devreye sokulan birçok kavram ister istemez eski analizlerin repertuvarından seçilerek kullanılıyor. Bunu zamanın adlandırılma imkânsızlığının bir sonucu olarak görmek mümkün. Fakat yine de bütün bunların ötesinde dönemsel ve zamansal bir kırılma içinde olup olmadığımızı sormak ve sorgulamak da meşru bir soru ve soruşturma olarak ortada duruyor.

Türkiye’nin siyasal ve toplumsal olarak yaşamakta olduğu dehşet tablosunu anlamak ve anlamlandırmak da mevcut durumda kolay görünmüyor. Bu dönemin hakkıyla anlaşılması döneme dair bütün olgusal hakikatlerin ortaya çıkması ve bu olguların ve aktörlerinin üzerine konuşulması ve tartışılması ile mümkün olacak. Olgusal hakikatlerin hem tam anlamıyla bilinmediği ve henüz hakiki bir kamusal tartışmaya dönüşmediği bir yerde yaşanılan felaketi adlandırmak kolay görünmüyor. Yine de döneme dair bütün eleştirel analizleri henüz isimlendirilemeyen bu dönemin semptomları olarak görebiliriz. Her analize ayrı ayrı bakmak yerine bütün bu analizleri daha makro-siyasi-toplumsal bir analizin parçaları olarak görmek, hem yaşanılan dönemi kavramaya hem de bu dönemin gerektirdiği yurttaşlık siyasasına ışık tutacaktır.

İşin gerçeği hem dünyada hem de Türkiye’de önemli bir siyasi ve idari biçimsizlik yaşanıyor. Tarih içinde çeşitli mücadeleler sonucu oluşan kurumlar, fikirler ve eylemler ve bütün bunlara bağlı olarak şekil alan yurttaşlık hakları topyekûn, ortaya çıkan bu biçimsizliğin saldırısı altında. Amerika Birleşik Devletleri gibi bazı ülkelerde bu eğilimin tersine döneceğine dair işaretler alınsa da henüz nasıl bir patikanın izleneceğini bilmiyoruz. Bu yeni durumu siyasetin, kurumların, toplumun ve hatta bireylerin biçimsizleşmesi olarak tanımlamak aşırıya kaçmak olmaz. Siyasal ve toplumsal konular inanılmaz bir hızla ve bir dehşet tablosu yaratacak şekilde değişiyor. Her gün gelecek olan geleceğin daha da ağır ve kesif bir şekilde kendini hissettireceğine dair korkular benliğimizi sarıyor. Bütün bunların karşısında ise, hem dönemi kavrayan hem de bu döneme uygun bir kurtuluş politikası üreten söylemler ve eylemler ufukta yeterince kendini hissettirmiyor. İnsanların içine düşmüş olduğu bu sahipsizlik ve yersizyurtsuzluk hissi aynı zamanda neredeyse bütün toplumsal kesimler için köksüzleşme, kayıtsızlık, nihilizm ve siyasi yabancılaşma iklimi yaratıyor. Yurttaşlık hak ve sorumluluklarından soyularak çıplak insan haline gelen bireyler içlerine düştükleri bu trajedi durumundan meydana gelen olayları izleyerek ve seyrederek kurtulmaya çalışıyorlar. İnsanların ortaya çıkan toplumsal sorunlara kamusal bir katılımla müdahale etmek yerine, bu problemleri seyretmekle yetinmeleri ve bu seyirde kişilerin ortak ve müşterek dünyadan koparak kendi çıplak varlıklarına dönmeleri onları dilsel ve iletişimsel alandan da kopararak bir anlamsızlık kısırdöngüsüne fırlatıyor.

Kayıtsızlığa Giden Yol: Dehşet, Felaket ve Sersemleşme

Kamusal ve müşterek dünyadan soyutlanma ve kaçma zaman içinde bireylerin dilsel ve iletişimsel melekeleri üzerinde onarılmaz tahribatlar yaratmaya başlar. Öyle ki dehşet ve felaketle sersemleşmiş[3] bireyler ve topluluklar bu dehşet ve felakete karşı hem kendilerini ve hem de müşterek dünyayı birlikte kurdukları akranlarını nasıl koruyacaklarını bilemezler. Türkiye’de son yıllarda yaşanan eylemsizlik ve pasiflik halini korkuya bağlamak kadar bu dilsel ve iletişimsel alan kaybı sonucu oluşan bilememe ve sersemleşme haline de bağlamak gerekir. Zayıf bir kamusal kültür ortamında her türlü kamusal görünme ve sesini duyurma çabasının uzun yıllardır baskı altında tutulması hem bireyler arasında hem de toplumsal gruplar arasında dilsel iletişim zeminini büyük oranda tahrip etmişe benziyor. Bu zemin tahrip oldukça toplumu bütün çatışmalara rağmen bir arada tutan ve ona anlam veren bağların da tahrip olduğunu eklemek gerekir. Zannedildiği üzere toplum mutlak bir uzlaşı ile mümkün olmaz. Toplumu toplum olarak kuran en önemli olgulardan biri toplumun çatışabileceği bir kamusal alanın mevcudiyetidir. Eğer toplumsal sorunların ve çatışmaların bastırılması bir felaket ise bizzat çatışma ve ifade alanının ortadan kaldırılması daha da büyük bir felakettir.

Kayıtsızlık Durumunun Oluşumu: Dilsel İletişim ve Etkileşim Alanının Tahribi

Kamusal ve dilsel etkileşimin yerinden edilip yok edildiği bir toplumda sözün ve dilin en soyut ve belirsiz haline dönerek anlamsızlaşması, dilsel belirsizlik alanını bütün bir toplumsal ve siyasal uzama yayarak insanlarda bir yurtsuzlaşma hissi yaratır. Heidegger’in “dil Varlığın evidir” ifadesini bu bağlamda okumak gerekir. Soyut haliyle dil değil, özneler arası dünyada müştereklerin bir temsili olan dil hem teker teker bireylerin hem de toplumsal grupların yurdu ve meskenidir. İnsanlar ancak özneler arası dünyada inşa edilen dilin sağladığı etkileşim sayesinde hem kendileri hem de yaşadıkları toplum için bir anlam oluştururlar. Oysa en soyut haliyle dil bir belirsizlik zeminidir. Gösteren ve gösterilen arasındaki ilişkinin keyfiliğidir. Böyle bir durumda bütün kavramlar savunmasız ve her yöne çekilebilecek anlamlara açık olurlar. Elbette dil felsefesi ve dil analizi açısından dilin bu yapısı birçok şeyi anlamamıza yardımcı olur. Ancak dilin bizzat toplum içinde artık yüzergezer bir belirsizlik haline gelmesi ve göreli anlamsal hegemonyalardan kopması onu her türlü anlamlandırma çabasının da ötesine fırlatır. Bu toplumsal anlam kaybı nihilizmin en temel habercisi olur. Dilsel ve iletişimsel alanın kaybı ile birlikte ortaya çıkan nihilist tavır sonucunda, yaşanılan vahşetler ve dehşetler toplumsal kesimlerce ya reddedilir ya da hiç bu dehşetler ve vahşetler yaşanmamış gibi davranılır. Öyle ki üst üste yaşanılan ve uzun bir dönemi kapsayan skandallar ve bu skandalların hiçbir vakit kamusal bir tartışmanın ve yargılamanın konusu olmaması sonrası, toplumsal kesimler artık kendi gözlerine ve kulaklarına olan inancı da kaybederler. Esasında böyle bir zeminde toplumdan ve toplumsal gruplardan çok yığınlardan bahsetmek daha yerinde olur.

Her şeyin akışkan ve amorf hale geldiği böyle bir ortamda, hakikat ve yalan, suç ve suçlu, masum ve suçlu gibi temel ayrımların alışılageldik otoritelerini kaybettikleri bir dünya söz konusudur.[4] Hakikat ve yalan arasındaki bağın yerle bir olması ve dilsel anlamlandırma süreçlerinin dipsiz bir boşluğa fırlatılması beraberinde toplumu ve bireyleri nihilist bir ideoloji sarmalına sürükler. Nihilizm -yani anlamın ve değerlerin yitirilmesi- yaygınlaştıkça, hakikat ve yalan arasındaki ayrım daha da bulanıklaşır. Daha da tehlikelisi bu ayrımların yer değiştirmesidir: hakikatin yalan ve yalanın da hakikat haline getirildiği bir toplumsal ve siyasal zeminin oluşması.

Suç ve suçluluk ile birlikte masum ve suçlu kategorilerinin keyfî olarak belirlendiği bir toplumsal ve siyasi düzende, mağdurlar ve kurbanlar sanki hiç olmamışlar veya yaşamamışlar gibi bir sessizlik ve kayıtsızlık haline maruz kalırlar. Böyle bir ortamda yaşanılan dünya artık sürekli altüst olan bir kurgusallık olarak kendini gösterir. Bu her şeyin mümkün olduğu bir dünyanın da habercisidir. Daha da kötüsü böyle bir dünyada kötülük, dehşet ve vahşet dile getirilip anlatılsa bile artık hakiki bir inandırıcılıktan yoksundur. Kişiler arası empati bağları kopmuş ve her türlü dehşet yapay ve sanal bir gösterge derecesine indirgenmiştir. Bunun esas nedeni ise kötülüğün ve dehşetin henüz dinleyen ve izleyen kişiye ulaşmamasıdır. Kötülüğün kendisine henüz ulaşmadığı nihilist ve kayıtsız birey toplumsal kötülükleri tıpkı bir diziyi izler gibi izlemeyi seçer. Verdiği tepkiler de izlediği diziye verdiği tepkilerden pek farklı olmaz. Esasında kötülüğün bir gün kendisine de ulaşacağını gizlice hisseden birey bu korkutucu sondan kaçmak üzere şahit olduğu kötülüğün ya reddini seçer ya da bu kötülüğü sadece izlemekle yetinir.

Anlamsızlığın ve köksüzlüğün neredeyse bütün toplumsal kesimler için yaygın bir duruma gelmesinin en önemli semptomlarından veya göstergelerinden biri toplumu oluşturan bireylerin hem birey olarak hem de ait oldukları toplumsal grup olarak toplumsal ve siyasal meselelere karşı bir kayıtsızlık[5] refleksi ve tavrı üretmeleridir. Bu tavır, müşterek ve ortak dünyadan kaçmanın, kendi üzerine düşen sorumluluğu zamanın getireceği kendiliğinden kurtuluş beklentisinin üzerine atmanın başka bir yoludur. Toplumu oluşturan bireyler aktif ve performatif bir yurttaşlık yerine beklemeyi ve bu bekleyişte kendi kendine gelecek olan kurtuluşu beklemek isterler. Ya dış dünya müdahale edecektir, ya ekonominin yasaları kurtuluşu getirecektir ya da tarihin içindeki gizli bir el kurtarıcı kılığında gelip her şeyi düzeltecektir. Böyle bir algının maalesef Türkiye’deki bütün ideolojik kesimlerde gözlemlendiğini not ederek kayıtsızlık meselesine geçeyim.

Kayıtsızlık Durumu ve Çaresizlik

Kayıtsızlık en temelinde bireyler ve toplumsal gruplar açısından toplumdan kopuşu ve siyasetten uzaklaşmayı ve bu kopuş ve uzaklaşma içinde ise toplumsal ve siyasal çözülmeyi ifade eder. Kayıtsızlık hali sonucunda gelecek olan asıl felaket, ortak dünyaya ve birlikte yaşamaya dair etik ifadelerin ve eylemlerin yitirilmesidir. Zaman içine yayılan negatif deneyimler ve şoklar sonrası sersemleşen bireylerin ve toplumsal grupların bir refleksi olarak ortaya çıkan kayıtsızlık, aynı zamanda yönetenler için de yeni bir yönetim stratejisinin devreye girmesini sağlar. Olgusal hakikatler ve yaşanan olaylar karşısında tepkisizliğe sığınan kayıtsızlık, vardığı nihai noktada bir yönetme ve yönetilme stratejisine dönüşür. Kayıtsız hale gelmiş bir nüfus, bu durumun devam edebilmesi için sürekli dehşet ve şok üretimine ve saldırısına ihtiyaç duyar. Her şok ve dehşet kayıtsızlaşan toplumsal kesimler için kendi varoluşsal durumlarının da âdeta bir sağlamasıdır.

Kayıtsızlık ikliminde, kamuya ait müşterek sorunlar büyük bir suskunluğun, tepkisizliğin ve eylemsizliğin içinde aşınır ve erir. Birey hem birey olarak hem de ait olduğu toplumsal grubun bir parçası olarak geri çekilir ve olanın olduğu gibi devam etmesini nihilist bir tavırla izlemeye ve seyre başlar. Böyle bir sosyal ve siyasal ortamda hem yönetilen kesimler hem de yöneten kesimler, bütün kamusal problemleri bireysel ve özel problemler olarak sunmak isterler. Kayıtsızlık, hoşnutsuzmuş gibi görünen kesimlerle bu hoşnutsuzluğu üreten yönetenler arasında örtük bir toplumsal sözleşme mahiyetine bürünür. Bu durum her iki taraf için de gerçek toplumsal ve siyasal olaylardan kaç(ın)manın bir yoludur. Örneğin olgusal hakikatleri ortaya çıkarmaya çalışan bir gazeteci herhangi keyfî bir suç ile irtibatlandırılıp tutuklandığında, ya gazeteciliği ya da gazetecilik dışındaki bazı özellikleri onun ediminin bireysel bir “suç” olarak adlandırılmasında kullanılır. Dolayısıyla gazetecinin üzerinde taşıdığı ve edimleriyle yerine getirdiği kamusal işlev gizlenerek yok sayılır. Kayıtsız kalmayı seçen izleyiciler topluluğu olarak toplumsal kesimler işin aslının böyle olmadığını bilseler de söz konusu kişiyi, ya bireysel bir suçlu olarak görürler ya da dönemin olağan bir kurbanı olarak. Her iki durumda bastırılan kamusal işlev, toplum tarafından savunulmaya ve korunmaya gerek görülmez. Bu bağlam içerisinde, görünmeyen, saklanan ve ifade edilmeyen olgu ise esasında durumun bireysel değil, kamusal bir mesele olduğudur.

Kayıtsızlık iklimine kapılmış veya bu rolü oynayan bireylerce, her kamusal konu tam da iktidarın arzuladığı üzere kamusal içeriğinden koparılıp yerel ve özel bir mesele haline getirilir. Örneğin bir üniversitenin özerkliğini tahrip etme amacıyla atılan siyasi ve idari bir adım herkesi ilgilendiren ve akademik özgürlük sorunu bağlamına oturan bir mesele olarak değil, sadece o üniversitenin yaşadığı yerel bir problem olarak algılanır veya sunulur. Mümkünse de bu problem kamusal tartışmanın konusu yapılmadan üniversitenin kendi içeresinde çözülmelidir. Türkiye’deki birçok üniversitenin başına maalesef sırasıyla bu felaket gelmiş ve her defasında konu kamusal bağlamından koparılıp hedefteki üniversitenin bir derdi olarak algılanmış ve sunulmuştur. Konu akademik özgürlük ve özerklik değil, sadece bir üniversitenin başına gelen iyi veya kötü bir meseledir.

Kamusal konuların müşterek sorunlar değil de bireysel ve özel sorunlar olarak algılandığı bir ortamda hukukun evrenselliği ve rasyonelliği de zaman içerisinde ortadan kalkar. Kamusal meselelere ait genel kamusal aklın ortadan kaldırılıp her duruma özgü yeni bir gerekçenin veya mazeretin üretilmesi, zaman içerisinde bir dolu tutarsız gerekçelendirmenin ortaya çıkarak hukuksal evrenselliğin temel kurucu ilkelerini aşındırır. Esasında hukukun keyfilik alanına yaklaşması, onun ortadan kaldırılmış olduğunu da gizler. Bu giz hâlâ bir siyasal ve kamusal alanın olduğu yanılsamasını yaratır. Yaşanan şey, toplumun bir birliktelik olarak mümkün olmasını sağlayan siyasal bağdan koparılması ve siyaset öncesi bir duruma fırlatılması sonucu hem toplumsal grupların hem de bireylerin iktidar karşısında her an kurban edilebilecek çıplak insani duruma düşürülmeleridir.[6]


[1] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3: Totalitarizm, çev. İsmail Serin, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 158.

[2] Hannah Arendt’in temel siyaset felsefesini ve bu felsefe bağlamında yeniden tanımladığı eylem, emek, iş, siyaset, kamusallık gibi kavramları anlamak açısından bkz. Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006.

[3] Özellikle son yıllarda yaşanan olaylardan sonra Türkiye toplumunda ortaya çıkan sersemleşme halinin önemi ve konu hakkında ufuk açıcı bir söyleşi ve analiz için bkz. Hamit Bozarslan, “Türkiye’de ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ yaşanıyor”, Gazete Duvar, 5 Haziran 2021, https://www.gazeteduvar.com.tr/hamit-bozarslan-turkiyede-baskan-babamizin-sonbahari-yasaniyor-makale-1524449.

[4] Totaliter yönetimlerin en temel yönetim stratejisi suçlu-masum ve yalan-hakikat ayrımlarını yok ederek bütün bir nüfusu yeri geldiğinde potansiyel bir tehlike olarak tanımlayabileceklerini topluma hissettirmeleridir. Bkz. Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3: Totalitarizm.

[5] Kayıtsızlık kavramını İngilizcedeki indifference kavramının karşılığı olarak kullanıyorum. Totalitarizmin Kaynakları isimli kitabında Hannah Arendt kayıtsızlık kavramını ayrı bir analitik araç olarak inşa etmese bile sıkça kullanır. Kavram daha çok totaliter rejimlerde yaşayan ve totaliter gruplarla pek de ilgisi olmayan toplumsal kesimlerin genel bir tavrını ifade etmek üzere ortaya çıkar. Totaliter ideolojiyi paylaşmasalar da toplumdaki farklı kesimler olan bitenler karşısında bir kayıtsızlık tavrına sığınırlar. Bu hem suskunluğu hem de totaliter gruplarla örtülü bir ittifakı işaret eder. Gerek Nazi deneyiminde gerekse de Stalin deneyiminde toplumun birçok muhalif kesimi, olan bitenler karşısında kayıtsızlık tavrını seçmiştir. Yaşanılan dehşet derecesindeki olgular ya küçümsenmiş ya da bu toplumsal kesimlerin başka önceliklerine kurban edilmiştir. Dahası farklı ve görece muhalif kesimlerin totaliter elitlere bir şekilde yakın olmaları ve bu sayede çeşitli çıkarlar elde etmeleri de bu kayıtsızlığın oluşmasına ve sürdürülmesine sebep olmuştur.  Bkz. Hannah Arendt, A.g.e.

[6] Hannah Arendt, A.g.e.  Ayrıca bkz. Giorgio Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001.