Tarihçi Richard Hofstadter, 1960'larda ABD'deki entelektüeller üzerine yazdığı kitabında, halkın entelektüellere yönelik gizli düşmanlığına klinik bir teşhis koymuştu. O zamanlar "entelektüeller için bir kıyamet" olarak tanımlanan McCarthyciliğin ardından, bunun kökenlerini anlamaya çalışıyordu.[1] “Anti-entelektüel” terimi İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış olsa da, Cumhuriyet'in on sekizinci yüzyılın sonunda ilan edilmesinden bu yana ülkede "entelektüellere" karşı her zaman güçlü bir düşmanlık vardı. Bu reddediş, entellektüeli pratik zekânın, ateşli vatanseverliğin ve ahlaki püritenliğin tehlikeli karşıtı olarak gören siyasi, ekonomik ve dini bir kültürden kaynaklanıyordu. Hofstadter, bu parlak makalesinde, son otuz yıl içinde güçlü bir şekilde yeniden canlanmasına tanık olduğumuz uzun bir geleneği ilk kez ortaya çıkarmıştı. Yüksek öğretimin başarısı sayesinde iyimser bir şekilde yok olacağını öngörmesine rağmen, anti-entelektüalizm geçen yüzyılda entelektüellerin gücünü tesis eden yapısal koşullardaki büyük dönüşümden büyük ölçüde faydalanarak, günümüzde hiç olmadığı kadar iyi durumda.
Bu süreklilik, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki akademisyenlerin entelektüel çalışmalarına yönelik güncel saldırıların tekilliğini gene de maskelememelidir. Akademisyenlerin çalışmaları ciddi şekilde itibarsızlaştırılmakla kalmıyor, aynı zamanda farklı yöntemlere dayanan yeni bilgi üretim biçimleri tarafından da sorgulanıyor. Sosyal bilimlerin doğuşundan bu yana edindiği güçlü bilimsel otoriteye, diğer kültürel aracılar lehine, özellikle kamusal alanda meydan okunuyor. Bilimin bütünü bu anti-entelektüel dalganın yoğunluğu tarafından tehdit ediliyor olsa da, sosyal bilimler bu itibarsızlaştırma ve yeni rekabete daha fazla maruz kalıyorlar. Ortada önemli bir paradoks var: bilimsel topluluklar niceliksel olarak, yayın sayısı ve yayın araçları (dergiler, basın, bloglar) açısından hiç bu kadar büyük olmamışken, ABD'de kamusal alanda hiç bu kadar zayıflamamışlardı.
Entelektüalizm Karşıtlığının Uzun Tarihi
Cumhuriyetçi aday Donald Trump'ın 2024 programında ve daha genel olarak muhafazakâr söylemde, gazeteciler gibi akademisyenler de başlıca hedeftirler. Trump'ın önlemlerinden biri, kampüslerde öğrencilerin “komünist” endoktrinasyonuna son vermekten başka bir şey değil; özellikle de ABD'de üretilen fikirlerin sözde tehlikesini kınamak için uygun bir yakıştırma haline gelen “wokizm"i hedef alıyor. Popülist söylemiyle Trump, entelektüel Irving Kristol'un iktidarın kalbindeki entelektüel emekçilerin “yeni sınıfı” hakkındaki eleştirel değerlendirmesini yeniden gündeme getiriyor.[2] Elli yıl önce, muhafazakârlığın bu büyük figürü, önemli bir kültürel sermayeye sahip olan ve üniversiteden mezun olduktan sonra analizlerinin önemini kamusal olarak meşrulaştırma yetenekleri nedeniyle bir konum rantından yararlanan yeni bir profesyonel grubun ortaya çıkışını görmekten duyduğu endişeyi ifade ediyordu. Trump, küresel ısınmadan yoksulluğa ya da eleştirel ırk ve toplumsal cinsiyet kuramarına kadar, meşruiyetleri kendilerinden menkul bu sınıfın, hegemonik boyutunu korumak için her zaman kamusal sorunlar icat etmeyi başardığını ekliyor. Üniversitelerden federal bürokrasiye onların önündeki yol baştan çizilmiştir ve hiç kimse toplum, sosyal ilişkiler ve iklim tahminlerine ilişkin teorilerinin geçerliliğini sorgulamaya cesaret edemez.[3]
Bu şiddet yüklü güncel retoriğin ardında, bilgi üretimi hakkındaki eski bir otorite çatışması yeniden canlanıyor. Tarihçi T. J. Jackson Lears'ın No Place of Grace (Lütufa Yer Yok) adlı kitabında incelikle ortaya koyduğu gibi, on dokuzuncu yüzyılın sonunda, o zamanlar tam bir büyüme içinde olan sosyal bilimler tarafından meşrulaştırılan yeni entelektüel elitlerin ortaya çıkışı, buna kötü gözle bakan diğer elitler tarafından meydan okunmaya karşılanmıştı.[4] Bu yeni akademik bilginin sahipleri ülkenin ahlaki ve manevi temellerini sarsmakla suçlandılar. Soğuk rasyonellikleri ve istatistiksel akıl yürütmeleri nedeniyle eleştirildiler ve bilimi siyasi ve bürokratik alanlarda teşvik etme ilgileri yanlış anlaşıldı. Sosyal bilimler, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik araştırmalarını yetkililerin hizmetine sunma arzuları nedeniyle özellikle rahatsız ediciydi. Düşüncenin sekülerleştirilmesi ve araçsallaştırılmasına yönelik bu reddediş kaybolmadı. Hatta tarihçi Andrew Hartman'ın haklı olarak Alman Kulturkampf’ı[5] ile karşılaştırdığı çağdaş kültür savaşlarının kökeninde bu var.
Kültürel hegemonya konusundaki bu çatışma, kampüslerle sınırlı olmamakla birlikte, öncelikle akademisyenlerin çalışmalarını hedef almakta ve yinelenen üçlü bir suçlama ortaya çıkmaktadır: endoktrinasyon, uydurma ve sağduyu eksikliği. Üniversitelerin ideolojik gücüne yönelik bu suçlama, genç beyinlerin endoktrinasyonuna yönelik eleştiriler gibi uzun bir geçmişe dayanıyor. Amerika Birleşik Devletleri'ni farklı kılan şey, entelektüellerin çalışmalarının Amerikalı olmayan (Un-American) niteliğine yönelik artan eleştirilerdir. Daha on dokuzuncu yüzyıl biterken, ekonomistler Avrupa'dan kurumların ve kişilerin vergilendirmesi hakkında uçuk kaçık fikirler ithal etmekle suçlanmışlardı. Ocak 2023'te Teksas'ta seçilmiş bir eyalet yöneticisi olan Dan Patrick, maaşları vergi mükellefleri tarafından finanse edilmesine rağmen, eyaletinin devlet üniversitesindeki profesörleri son derece Amerikan karşıtı tutumları nedeniyle eleştirerek, bu geleneği genişletti. Tarihçilerin çalışmalarına atıfta bulunarak, neden “ABD'nin kötücül, kapitalizmin kötülük ve sosyalizmin ülke için iyi olduğunu” tekrarlayıp durduklarını merak ettiğini söyledi. Anti-entelektüalizm her zamankinden daha fazla Amerikan istisnacılığının kesinliğine ve akademik sınıfın kendinden menkul otoritesinin kınanmasına dayanıyor.[6]
Entelektüel çalışmalara yönelik bu eleştiri o kadar yaygın ki, başlı başına bir editoryal tür haline geldi, bu kitaplar epey iyi satıyor ve sıklıkla New York Times'ın en çok satanlar listesinde yer alıyor. 1980'lerden bu yana çok sayıda kitap, çokkültürcü bir doksayı yücelten ve Amerika'nın gerçek kültürel zenginliğini unutulmaya terk eden yüksek öğretim programlarının sözde beceriksizliğini kınıyor. Özellikle tarih derslerinde Batı sanatı kanonlarının güvenilirliğini yitirmesinden endişe duyan Roger Kimball'ın ifadesiyle, “kadrolu radikaller” ağır biçimde kınanıyor. Diğer yazılar, kampüslerde moda olan ve her zaman geleneğin ve ulusun bütünlüğünün aleyhine olan kültürel göreceliliğe odaklanıyor; başka bir yerde, Fransız Teorisi'nin (French Theory) tahribatından duyulan endişe dile getiriliyor ve her şeyin yapısöküme uğratılmasıyla öğrencilerin çok az şey öğreneceklerinden korkuluyor. Muhalifleri için çağdaş endoktrinasyon, geleneksel ve ulusal bilginin birikerek büyüyen erdemlerinden ziyade, bir yapısöküm ve kayıp meselesidir[7].
Buna ek olarak, çağdaş toplum kuramları giderek daha az kabul edilebilir görünmektedir. Eğer Margaret Thatcher 1970'lerde, İngiliz akademisyenlerin icat ettiği “toplumun” var olmadığına inanıyorsa, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki muhafazakârlar eleştirel ırk ve toplumsal cinsiyet teorilerinin savunucuları tarafından icat edilen toplumdan daha da fazla nefret ediyorlar. Onlara göre bu uydurma, toplumsal ilişkilerin parçalı bir şekilde okunmasına katkıda bulunmakta ve üstü kapalı bir şekilde topluluklar arasında bir savaş çağrısı yaparak, ulusun bütününü tehlikeye atmaktadır. Fikir tarihçisi Daniel Rodgers, Age of Fracture (Parçalanma Çağı) adlı kitabında, haklı olarak, sosyal bilimlerin çok sayıda tekil çalışmaya bölünmesine dikkat çekiyor Bu parçalanma 1980'lerden itibaren, esas olarak kimlik sorunlarına ve tahakküm ilişkilerinin Gramscici bir okumasına odaklanan entelektüel tartışmaları nitelendirdi. Muhafazakârlar için bu iki kat parçalı yaklaşım, toplumsal ve mesleki hâkimiyetlerini sürdürmek için toplumsal sorunlar arayan entelektüellerin saf bir icadıdır. Birçokları için “wokizm” yeni sınıfın sapkın hayal gücünün ve hegemonyasını her ne pahasına olursa olsun sürdürme kararlılığının nihai aşamasıdır.[8]
Bu uydurmalar, azınlıkları korumak için kampüste tekil uygulamaların benimsenmesine yol açtığı için daha da kötüdür. Yaklaşık son on yıldır, DEI olarak bilinen kapsayıcılık programları – “Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık” - endoktrinasyonun ana vektörleri ve topluma ilişkin yeni eleştirel kuramların sorgulanabilir sonuçları olarak hedefe kondu. Bu DEI'lerin amacı kampüste çok kültürlülüğü garanti altına almak ve kampüste çalışan ya da okuyan insanlara karşı her türlü ayrımcılığı önlemektir. Bunlar bir yandan üniversite demokrasisi ve kimlikler ve ayrımcılık üzerine çalışmalara dayanırlarken, diğer yandan beyaz nüfusa karşı ters ırkçılığı doğrulamak için bir araç gibi görünmektedirler. Muhafazakârlara göre, ifade özgürlüğüne vurgu yapmakta çok hızlı olan akademisyenler, bu konuda herhangi bir tartışmayı reddediyorlar. 1980'lerin ve 1990'ların “siyaseten doğruculuğundan” sonra, ırk ve toplumsal cinsiyeti tek geçerli entelektüel modeller olarak dayatan yeni bir sansür biçiminin zafer elde ettiğini dile getiriyorlar.[9]
Entelektüel çalışmaya yönelik bu pratik koşullar son bir eleştiriye neden oluyor: milyonlarca yurttaşlarının gerçekliğinden tamamen uzak, sosyal ve kültürel bir balonun içinde yaşamakla suçlanan entelektüellerin sağduyu eksikliği. Her şeyi rasyonalize etme arzuları paradoksal bir şekilde onları diyagramlar, kitaplar ve istatistiklerle gerçeklikten uzaklaştırıyor. Donald Trump, küresel ısınma tezini eleştiren diğer pek çok kişi gibi, sık sık Noel'de yağan kara ve kışın soğuğuna atıfta bulunarak, bu tezle alay ediyor. Popüler ampirizm, akademik rasyonalizmden çok daha fazla dünyayı anlamak için en iyi pusula olmaya devam ediyor. Aydınlanma tarihçisi Sophia Rosenfeld önemli bir kitabında, on sekizinci yüzyılın sonunda Thomas Paine tarafından ortaya atılan devrimci sağduyu kavramının muhafazakârlar tarafından ele geçirilişini hatırlatıyor. Bu tarihsel referans şimdi her zamankinden daha fazla entelektüellerin çalışmalarını küçümsemek için kullanılıyor.[10]
Son olarak, kültür savaşları entelektüellerin statüsünü derinden zedelemiştir. Etkileyici, dokunulmaz, endoktrinatör, sosyal düzeni ve barışı tehlikeye atan tehlikeli vatandaşlar olarak görülüyorlar. McCarthy döneminde olduğu gibi, zarar vermelerini önlemek için önlemler alınmaya başlandı. Devlet okullarında kitaplar artık ırk ve cinsiyet üzerine eleştirel kuramlar yayıyorlarsa, sansürleniyor. PEN America'ya göre, 2024 yılında ülke çapında yasaklanan kitap sayısı on bini aştı ve bu alanda özellikle iki eyalet aktif: Iowa ve Florida. Devlet üniversitelerinde de bu kuramların dinleyici kitlesi sınırlanmaya çalışılıyor, diğer yandan mahkemeler ve Yüksek Mahkeme tarafından iptal edilmelerine yol açabilecek ifade özgürlüğü ihlallerinden kaçınmak için her türlü çaba gösteriliyor. Tennessee'de bölücü kavramların öğretilmesini yasaklayan bir yasa çıkarıldı. Terminoloji kasıtlı olarak muğlak olsa da, kimseyi kandırmıyor.
Dahası, bazı akademisyenler ve idari personel de, genellikle üniversite organlarındaki şiddetli tartışmaların ardından, karalanıyorlar. 2015 yılında Chapel Hill'deki North Carolina Üniversitesi kampüsünde bulunan Yoksulluk, İş ve Fırsat Merkezi, yoksulluk ve iş dünyasında ayrımcılık konularında aktivizm yaptığı iddiasıyla kapatıldı. Sekiz yıl sonra, Texas A&M Üniversitesi rektörü kadın, DEI programlarının atıl bırakılmasıyla bağlantılı gerginlikler nedeniyle istifa etti. Son olarak Florida'da, Sarasota'daki bir üniversitede bir kütüphaneci, kitap satın alma politikasında LGBTQ+ davasını desteklediği için işten çıkarıldı.
Birçok devlet üniversitesinde entelektüel çalışmalar, çeşitli üniversite konseylerine yapılan müdahaleler yoluyla giderek artan bir şekilde siyasi otoritelerin kontrolü altına giriyor. Florida'da 2022 yılında Vali Ron DeSantis tarafından kabul edilen Stop Woke yasasının anlamı bu. Vali, akademik özgürlüğü tehlikeye atacak olan kadro kararları üzerindeki kontrolü artırmayı ve kampüslerde kapsayıcı politikaların uygulanmasını sınırlamayı başaramamış olsa da, çeşitli üniversite konseylerine yapılan atamalar üzerindeki kontrolü artırmayı başardı. 2024 baharında, üç üniversite rektörü (Harvard Üniversitesi'nden Claudine Gay, Pennsylvania Üniversitesi'nden Elizabeth Magill ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nden Sally Kornbluth) Filistin davasını destekleyen eylemlerini açıklamak üzere Kongre'ye çağrıldılar. Bunlardan ikisi, kampüste “İntifada” teriminin kullanımı konusunda sorgulanacak kadar ileri giden oturumlar sırasında maruz kaldıkları saldırıların şiddeti ve iç gerilimler nedeniyle istifa etti.
Ağır saldırı altında olan ve düşünce özgürlükleri kısıtlanan akademisyenler, yine de ifade özgürlüğünün anayasal korumasından, üniversite sisteminin büyük bir kısmının özelleştirilmesinden ve editoryal faaliyetin kalın dokusundan yararlanabiliyorlar. Sonuç olarak, son derece ayrıcalıklı koşullarda çalışmaya devam ediyorlar. Ulusal Eğitim İstatistikleri Merkezi'ne göre, 2020 yılında ülkede yaklaşık sekiz yüz yirmi dört bin akademisyen olacak ve bunların azınlığı Trumpizm veya muhafazakâr kültürel devrimden yana. 2024 yılında, sosyal bilimlerin çıktısı hiç bu kadar büyük, bu kadar bilgili ve toplumlar hakkında teoriler üretmeye bu kadar hevesli olmamıştı. Ancak bu bilgi kamusal alanda giderek daha görünmez ve itibarsız hale geliyor. Bunun sorumlusu kültür savaşlarından ziyade, kamusal alanın dönüşümü, dijital devrim ve diğer bilgi üreticilerinin artan rekabetidir. Entelektüel çalışmanın üretim koşullarının altını oyan anti-entelektüalizmin büyük yeniliği de burada yatıyor.
Modern Anti-entelektüalizm
Birçokları için, adını prestijli Yüksek Mahkeme Yargıcı Louis D. Brandeis'den alan “Brandeis gerekçesi” (Brandeis brief), sosyal bilimler ve akademisyenlerin otoritesi için tayin edici bir an olmaya devam ediyor. Bu parlak hukukçu, 1908 yılında kadınların çalışmasının yasaklanmasına karşı savunmasını sosyal istatistiklere dayandırarak üniversiteler, sosyal bilimler ve kurumlar arasında kalıcı bir ortaklık kurmuştu. Toplum ve sosyal araştırmalar hakkındaki bilgiler kampüslerin fildişi kuleleriyle sınırlı kalmayacak, karar alma süreçlerini, Yüksek Mahkeme kararlarını, Washington D.C.'de kurulan federal kurumların çalışmalarını ve daha iyi bir dünya yaratmak için tüm ekonomik dokuyu besleyecekti. Federal vergilerden kaçmak için işadamları tarafından toplu olarak kurulan hayırsever vakıflar, özellikle büyük sosyal anketler ve istatistiklerin yoğun üretimi için araştırma merkezlerini büyük ölçüde finanse ederek harekete katıldı. Sanayi kenti Pittsburgh'da, yirminci yüzyılın başında, araştırmacılar çalışma koşullarını araştırarak kadınları ve çocukları koruyan sosyal yasalar için elverişli verilerin geliştirilmesini sağladılar.[11]
Yirminci yüzyıl boyunca akademisyenler giderek merkezi bir konuma geldiler. Kampüslerin demokratikleşmesi, ulusal değerlerin zaferini ve aynı zamanda ülkenin ekonomik genişlemesini sağlayacaktı. 1960'larda akademik bilgi kamusal alanda hegemonik hale geldi ve Amerikan üniversitelerinin dünya çapındaki zaferi tüm ülkenin gururu oldu. Kendi endişelerine rağmen, Hofstadter'in kendisi McCarthy ateşinin söndüğünü ifade ediyordu. On yıl sonra, başkanlar John F. Kennedy (1961-1963) ve Lyndon B. Johnson (1963-1969) daha adil, daha eşitlikçi bir Büyük Toplum yaratmak için ülkenin en parlak beyinlerinin kendileriyle birlikte çalışmasından çok memnundular. Sahip oldukları bilgi birikimi her alanda uzmanlık üretti ve akademisyenlere eşi benzeri görülmemiş bir siyasi, kültürel ve bilimsel güç kazandırdı. Bugün bu üçlü otorite yoğun bir rekabete maruz kalmakta ve bu rekabet hem bilimsel yöntemleri hem de bunların sonuçlarını itibarsızlaştıran söylemi güçlendiren bilimsel bir zincirleme reaksiyona yol açmaktadır.
Erdemli entelektüel zincir, on sekizinci yüzyılın sonunda oluşturulan bir kamusal alanda şekillendi. Başka yerlerde olduğu gibi, Amerika Birleşik Devletleri'nde de akademisyenler toplumsal otoritelerini oluşturmak ve meşrulaştırmak için müzakereci demokrasiden ve medyadan yararlandılar. Yirmi birinci yüzyılın başından beri bu yapısal koşullar büyük bir dönüşüm geçiriyor. Jürgen Habermas, ufuk açıcı küçük bir makalede, kuramlaştırmak için çok çaba sarf ettiği kamusal alan anlayışında mevcut “dönüm noktası” olarak adlandırdığı şeyi mükemmel biçimde ortaya koyuyor.[12] Filozof, tartışma ve farklı görüşlerle yüzleşme zamanının geri plana atılmasından üzüntü duyuyor. Özel görüşlerin anındalığı artık demokrasilerimizi yönetmekte, gazeteciler ve akademisyenler de dahil olmak üzere, entelektüel mesleklerin çalışma pratiklerinde büyük bir altüst oluşa yol açmaktadır. Bilgisayar araçlarının gelişimi, internetin gelişi ve sosyal ağların önemi bunun başlıca nedenleridir.
Solipsizm, Çağdaş Kamusal Yaşamı Karakterize Ederken
Dijital dünyalarda insanlar, yazar ve özerk bilgi üreticisi olarak akademisyenlerle aynı statüye sahiptir. Fikirlerinin güçlü bir şekilde metalaştırılmasının yanı sıra, gerçek bir tartışma ve ciddi bir müzakere süreci de yoktur. Algoritmalar tüm kolektif tartışmaların kapanmasını teşvik etmekte ve sosyal bilimlerin yöntemsel ve rasyonel yaklaşımından uzak bir bilgi balonu yaratmaktadır. Her ne kadar entelektüeller bir balonun içinde yaşamakla suçlansalar da, bu balon dışarıdan gelen fikirlere internetteki balonlardan çok daha fazla geçirgen görünüyor. Solipsizm (tekbencilik)[13] artık çağdaş kamusal arenayı nitelendiriyor. Bu tür bir özelleştirme, bilimsel otorite sahipliğini, itibarları akademik saygınlık, bilimsel keşiflerin kalitesi ve hatta “etki faktörü”nden kaynaklanmaktan ziyade, abone sayısı, tıklanma sayısı ve gelecekteki tüketicileri etkileme gücüne dayanan diğer otoritelere doğru kaydırıyor. Bilimsel sosyal medya fenomenlerinin hiyerarşisi, akademik dünyanın hiyerarşisine ve bilgiyi doğrulama prosedürlerine pek uymuyor. Dolayısıyla bugün sahte haberlere ya da günümüz gençliğinin cehaletine ilişkin endişeleri dile getirmek, esas hedef yerine onun gölgesiyle uğraşmak demektir: Esas hedef, ABD'de bilginin üretildiği ve yayıldığı yerlerin büyük ölçüde başka yerlere taşınmasıdır. Amerika Birleşik Devletleri'nde bilimsel bilgi hiç bu kadar önemli olmamıştı, ancak nüfusun bir kısmı giderek bu bilgiye sırtını dönüyor.
Bu Habermasçı dönüm noktası, bilgiyi sıralama ve meşrulaştırma konusunda üniversitelerden daha fazla meşruiyete sahip sosyal otoritelerin ortaya çıkmasıyla tamamlandı. 1960'ların sonlarından itibaren hem Protestan hem Katolik kiliseleri bilimsel moderniteden uzaklaştılar. Yirminci yüzyılın ortalarında, Reinhold Niebuhr'un düşünceleri dini çevrelerde reformist düşüncenin ortaya çıkmasında büyük bir etkiye sahip olmuştu. Bu reformist eğilim, ne Katoliklikte ne de Protestanlıkta tamamen ortadan kalkmamış olsa da, yerini modern bilime düşman olan daha köktenci yaklaşımlara bıraktı. Yaratışçı düşüncenin başarısı, bu alanda ne kadar ilerlediğimizi ve ülke kampüslerinde öğretilenden farklı bir bilginin ortaya çıktığını gösteriyor.[14]
Büyük ölçüde işadamları tarafından finanse edilen muhafazakâr düşünce kuruluşları artık akademik bilgi ile kıyasıya rekabet ediyorlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan bu kuruluşlar, kendi bilgi üretimlerini tam da akademisyenlerin otoritesine meydan okumak üzere tasarlamış olmalarıyla hayırsever vakıflardan farklılaşıyorlar. Ayrıca yöntemlerinin sosyal bilimler için çok değerli olan uzun vadeli, saha temelli çalışmalara daha az dayanması bakımından da farklılar. Kamuoyu yoklamalarına, anketlere ve dijital verilere daha fazla önem veren bu kuruluşlar, özellikle kamusal alanın yeniden şekillendirilmesine daha uygun olan hızlı bir araştırma zamanına sahipler. Raporları dijital dünya için de tasarlanıp tanıtıldığından, istenen kitleye ulaşmak için daha etkili bir şekilde kullanılabilecek kısa, sert özetlerle uzmanlıkları medyada büyük ölçüde baskın hale geldi.
Bu yeni rekabet aynı zamanda bilgiye erişimi de değiştirdi ve geleneksel kültürel aracıları vasıfsızlaştırdı. Nüfusun giderek artan bir bölümü, genellikle son derece uzmanlık gerektiren, okunması ve anlaşılması uzun zaman alan ve dijital devrime uygun olmayan geleneksel akademik bilgiye sırtını dönüyor. 2024 başkanlık kampanyası, yaşanmakta olan derin dönüşümün mükemmel bir örneğiydi. Başlıca geleneksel gazeteler ve televizyon kanalları arka planda kalmış, yürütülmekte olan demokratik müzakerelerde kendi rollerini oynayamamış gibi görünüyordu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, iki aday arasındaki tartışmalar sosyal ağların kapalı döngülerindeki konuşmalar lehine geçiştirildi. Müzakereci demokrasi, dijital demokrasi lehine kesin olarak bir kenara itilmiş gibi görünüyor.
Amerika Birleşik Devletleri'nde entelektüel çalışmaların süregelen sıradanlaşmasından ne muhafazakârlar ne de kültür savaşları tek başlarına sorumludur. Kuşkusuz, yirmi birinci yüzyılın başında, entelektüel karşıtı söylem hâlâ çok yaygın ve bu söylem öncelikle akademisyenlerin gücüne ve geçmiş ve şimdiki toplumlar hakkında eleştirel teoriler üretmelerine odaklanıyor. Ancak bu değersizleştirme, küme düşürme, Donald Trump'ın düşmanca sözlerinden ziyade, Silikon Vadisi girişimcilerinin icat ettiği yeni dünyalar sayesinde gerçekleşiyor. Kamusal alanın derin dönüşümü, dijital devrim ve rakip kültürel otoritelerin varlığı, Amerikan entelektüelleri tarafından kitlesel olarak üretilen bilgiyi dışarıdan daha kırılgan hale getiriyor.
Başka yerlerde de olduğu gibi, çalışmaları masabaşı hale getirilmiş, görünmezleştirilmiş ve nihayetinde Jürgen Habermas'ı çok endişelendiren temel “dönüm noktası”na uygun değil gibi görünüyor. Entelektüeller fildişi bir kulede izole edilmiş olmaktan ziyade, tamamen yeniden yapılanan ve mesleki normlarına ve zamansallıklarına iyi adapte olmuş bir kamusal ve medya alanında yer alıyorlar. Hem sosyal bilimlerin geleceği hem de demokrasinin geleceği açısından bu küme düşürülme çok ciddiye alınmalıdır. Önümüzdeki kolektif düşünme, sosyal bilimlerin metodolojik araçlarına hiçbir şekilde teslim olmamalı, ancak diğer yandan bilginin üretilme, yayılma ve yazılma biçimleri üzerine düşünmelidir. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki bu özellikle yoğun anti-entelektüel an sadece Amerika Birleşik Devletleri ile sınırlı değildir. Benzer saldırıların giderek daha fazla duyulduğu ve kamusal alanın aynı büyük dönüşümden geçtiği Fransa'da da aynı nedenler yakında aynı sonuçları doğuracaktır.
Fransızcadan çeviren: Ahmet İnsel
Kaynak: Romain Huret, “La fin des sciences sociales?”, Esprit, sayı: 317-318, ocak-şubat 2025.
[1] Richard Hofstadter, Anti-intellectualism in American Life, New York, Alfred A. Knopf, 1963.
[2] Irving Kristol, "Business and the 'New Class'" [1975], Two Cheers for Capitalism, New York, Basic Books, 1978, s. 25-31; ve "The 'New Class' revisited", Wall Street Journal, 31 Mayıs 1979, s. 23-24.
[3] Romain D. Huret, La Fin de la pauvreté? Les experts sociaux en guerre contre la pauvreté aux États-Unis (1945-1974), Paris, Éditions de l'EHESS, "En temps & lieux" serisi, 2008.
[4] T. J. Jackson Lears, No Place of Grace: Antimodernism and the Transformation of American Culture, 1880-1920 [1981], Jennifer Ratner-Rosenhagen'ın önsözü, Chicago, The University of Chicago Press, 2021.
[5] Andrew Hartman, A War for the Soul of America: A History of the Culture Wars [2015], Chicago, University of Chicago Press, 2019.
[6] Romain D. Huret, American Tax Resisters, Cambridge, Harvard University Press, 2014.
[7] Éric Fassin, "La chaire et le canon. Les intellectuels, la politique et l'Université aux États-Unis", Annales. Économie, Sociétés, Civilisations, 48e année, no 2, March-April 1993, s. 265-301; François Cusset, French Theory: Foucault, Derrida, Deleuze & Cie et les mutations de la vie intellectuelle aux États-Unis, Paris, La Découverte, 2003; Roger Kimball, Tenured Radicals: How Politics Has Corrupted Our Higher Education, New York, HarperCollins, 1990.
[8] Daniel T. Rodgers, Age of Fracture, Cambridge, The Belknap Press of Harvard University Press, 2011.
[9] IED'lerin yükseköğretimdeki yeri hakkında, Amerikan Sosyoloji Derneği'nin dergisi Footnotes'un bu konuya ayırdığı özel sayıya bakınız: American Sociological Review, cilt 50, no 2, Bahar 2022.
[10]Sophia Rosenfeld, Common Sense: A Political History [2011], Cambridge, Harvard University Press, 2014.
[11] Dorothy Ross, The Origins of American Social Science, New York, Cambridge University Press, "Ideas in Context" serisi, 1991.
[12] Jürgen Habermas, Espace public et démocratie délibérative : un tournant, çev. Frédéric Joly, Paris, Gallimard, "NRF essais" koleksiyonu, 2023.
[13][13] Solipsizm, düşünen özne için kendinden başka bir gerçeklik olmadığını veya var olduğu kesin olan yegâne şeyin düşünen özne olduğunu iddia eden idealist ve metafizik kuramdır. (ç.n.)
[14] Ronald L. Numbers, The Creationists: From Scientific Creationism to Intelligent Design [1992], Cambridge, Harvard University Press, 2006.