Kıbrıs’ta Kapalı Maraş Açılımı

Avrupa Birliği, son zirve açıklamasında bir kez daha Kıbrıs'ta "federal bir çözüme" bağlılığını teyit ederken, iki devletli çözümün ise gerçekleşmesine tamamen karşı olduğunu dile getirdi. Bu açıklama aslında şaşırtıcı değildi. AB üye devleti olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, aday ülke olan Türkiye Cumhuriyeti’nin genişlemeci arzularına karşı korunması da birliğin kendi tutarlılığı açısından da bir gereklilikti. 

Açıklamanın kuzeydeki yansımaları da beklenildiği gibi oldı. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın sözcülüğünden fazla bir görev gerçekleştirmeyen KKTC Dışişleri Bakanlığı tarafından açıklama kınandı. Kıbrıs Türk tarafında “atanmış” olarak lanse edilen Ersin Tatar liderliği de benzeri bir açıklama ile AB’nin konuya tarafsız yaklaşmadığını hatırlattı. Birliğin, adadaki “gerçekleri” görmediği ifade edildi. AB’nin Kıbrıslı Rum toplumunun tarafını tuttuğu iddia edilerek eleştirildi.

Avrupa Birliği, Türkiye ile yaşadığı tıkanmışlıkların temel bir unsuru olan Kıbrıs konusunda çözüm getirecek etkin bir politika üretemiyor. Türkiye ile ilişkileri uzun zamandır mülteci meselesi etrafında şekilleniyor. Bununla birlikte, Mavi Vatan doktrini çerçevesinde yeniden tanımlanan Türk dış politikası anlayışı da Kıbrıs konusunda çözümsüzlüğün baki kalması için elinden geleni ardına koymuyor. Erdoğan yönetimi, Avrupa Birliği gözünde aday ülkeden çok bir tehdit olarak algılanıyor. Geçenlerde yapılan bir kamuoyu yoklaması sonucuna göre, Avrupa Birliği üye ülke yurttaşlarının da kaydadeğer bir bölümü Türkiye’yi, Çin ve Rusya’dan daha ciddi bir sorun olarak görüyor. Türkiye dış politikasının ısrarla devam ettirdiği kutuplaştırma siyasetinde bölgesel işbirliğini oluşturabilecek bir zemin de ortaya çıkacak gibi görünmüyor. Atılan adımların uzun erimli bir süreç yaratmak için değil, popülist siyasetin devamı için olduğu yorumunu güçlendiriyor.

Avrupa Birliği ile ilişkiler her ne kadar da pozitif gündem ile hayatta tutulmaya çalışılsa da, Avrupa Birliği’nin tutumunun “bekle ve gör” yaklaşımına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle, Erdoğan’ın 20 Temmuz 2021 tarihinde Kuzey Kıbrıs’ı ziyaret edeceğini ifade etmesi AB ve Türkiye ilişkilerinde belirleyici bir mihenk noktası olarak kabul edildi. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde, Erdoğan bir konuşmasında, Avrupa Komisyonu başkanı ile arasında 20 Temmuz’daki ziyaret hakkında geçen konuşmayı aktarmış ve sert mesaj vermemesini telkin eden Komisyon başkanına yönelik “Sen Erdoğan'ın ne zamandan beri talimatla konuşma yaptığını öğrendin. Biz hakkımız neyse bu hakkımızı söke söke alırız ve alacağız,” sözlerini sarf etmişti. Bu durumda Erdoğan’ın 20 Temmuz ziyaretinin bölge dinamikleri açısından yüksek öneme sahip olduğu kanısı güçlenmiştir. Ancak, Erdoğan’ın Kıbrıs konusunda bu kadar rahat hareket etmesini, Kuzey Kıbrıs’taki seçim sonuçları ile birlikte ele almakta yarar vardır.

Hatırlayacaksınız, KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ersin Tatar’ı âdeta Türkiye Cumhuriyeti’nin adayıymışçasına lanse eden Başkan Erdoğan ve Cumhur İttifakı’na mensup gruplar seçimlere müdahil olmuş, MHP milletvekili Ahmet Erbaş konuyla ilgili basın açıklaması dahi yapmıştı. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın uhdesinde seçime bir müdahale gerçekleştirildiği raporlanan seçim öncesinde Tatar’ın elini güçlendirmek için bozulan su hattının yenilenmesi konusunu Ersin Tatar için bir seçim kampanyasına dönüştürmüş, ardından tartışmalı Maraş açılımının da gerçekleştirilmesini sağlamıştır.

Bilindiği gibi 1974 yılından beri etrafı tellerle kapatılmış olan Maraş bölgesi önemli bir turizm bölgesi olup Mağusa kentinin bir parçasıydı. Bölge Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 550 numaralı kararı uyarınca, mülklerin asıl sahiplerinin kullanımına sunulması, bölgenin yerleşiklerin iskânına açılmaması ve bölgenin yönetiminin de Birleşmiş Milletler’e verilmesi konusunda, Maraş’ın insan hakları ilkelerine uygun bir biçimde hayata döndürülmesi için belli mihenk noktalarını belirlemektedir. Ancak geçen onlarca yılda bu belirlenen çerçeveye dair herhangi bir adım atılamamıştır. Maraş, adil bir çözüm için bir koz olarak görülmüştü. Konuya dair, Mağusa İnisiyatifi gibi çalışan sivil toplum örgütlerinin de limanların kullanımına karşı Maraş’ın iadesi önerisinin “dengesiz” olduğu dillendirilmiş, hatta eski Kıbrıslı Türk lider Mehmet Ali Talat, Kıbrıs sorununun Mağusalılaştırılmasına yönelik pozisyonları doğru bulmadığını da ifade etmişti.

Gelgelelim, Tatar’ın cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması için -belki de daha doğrusu Mustafa Akıncı’nın seçimi kazanmaması için- elde tutulan koz kısmen kullanıldı. Bölgenin askerî bölge statüsü değiştirilmeden, iki ana cadde sivillerin ziyaretine açıldı.

Bununla beraber, Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun bir süredir sürdürdüğü Kıbrıs’ta iki toplumlu, iki bölgeli federasyona dayalı çözüm paradigması Mustafa Akıncı’nın da siyasi mağlubiyetiyle, iki devletli çözüme dönüştürüldü. Maraş açılımıyla iki devletli çözüm konusunda kararlılık mesajı verildi. Kıbrıs sorununun ancak Kıbrıs’ta eşit egemen iki devletin varlığı ile çözüleceğine yönelik yeni bir paradigmanın ortaya çıktığı ifade edildi. Bu söylem yeni diye sunuluyorsa da Türk dış politikasındaki yeri çok daha gerilere gider.

Türkiye’nin Ada’nın kuzeyinde hakimiyetini sağlayacağı bir devlet oluşturma arzusu, Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyinde uyguladığı demografik dönüşüm programlarında da görülmüştü. O açıdan politikanın AKP döneminde yeniden sunulması, bunun “Devlet aklının” Kıbrıs’a bakışında bir dönüşüm olmadığının en önemli göstergelerinden biri olarak kabul edilebilir. Ancak, bu anlayış uluslararası anlamda meşru bir pozisyonu temsil etmiyor.   

Bu çerçeveden baktığımızda Erdoğan'ın 20 Temmuz tarihinde Kıbrıs'a gelip, kapalı Maraş bölgesinde söyleyecekleri yerel ve uluslararası aktörlerin dikkatinden kaçmıyor. Çünkü genelde Türk dış politikasının, özelde ise AB-Türkiye ilişkilerinin geleceğinin sınırları buradaki ifadelere göre şekillenme potansiyeli taşıyor.

Halihazırda, Kıbrıs’ın kuzeyindeki Geçitkale Havaalanı’nın askerî bir üs olarak, Doğu Akdeniz’de bir merkez olacağı gündeme gelmişti. Bu jeostratejik dengeler açısından da yeni bir gelişmedir. Ancak, Maraş konusunda atılması muhtemel adımlara da yakından bakmakta yarar vardır. Çünkü, Maraş’a dönük alınacak kararlar, Kıbrıs’ın kuzey yarısının sömürgeleştirilmesinin tamamlanmasının mı yoksa Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne saygı duyan bir ortaklaşmanın mı niyet edildiği ancak böyle anlaşılabilir.

Bugüne kadar Kapalı Maraş bölgesinde iki sokak açıldı. Bununla beraber sokaklara sivillerin erişimi mümkün oldu. Ancak kapalı Maraş bölgesinde belirlenen iki sokak dışındaki alanlara henüz sivillerin erişimi mümkün değil. Maraş’ın kapalı tutulmasından dolayı mülkiyet hakları ihlal edilen Kıbrıslı Rumların da mülkleri bu sokağın üstündeyse, anılarına yakından bakmaları mümkün. Onun dışında kalan bölgedekiler ise uzaktan evlerini görmeye çalışıyor. Rızaya dayanmayan, hatta mülk sahiplerinin fikrinin sorulması için bir mekanizmaya ihtiyaç duyulmadan uygulamaya konulan ve milliyetçi bir propaganda olarak ele alınan Maraş açılımından dolayı her gün onlarcası elvada diyemedikleri evleri ile kurdukları ilişkiyi yeniden anlamlandırabilmek için Maraş’ta tellerin arasında distopik bir yolculuğa çıkıyor.

Mağusa kentinin belediye başkanının yaptığı açıklamalardan kapalı kentte Erdoğan ziyareti öncesine kadar “millet bahçesi” konseptinde bir çay bahçesi ve iki plajın açılmak istendiğini anlıyoruz. Ancak, planların burada bitmeyeceği konusunda da kaygılar yoğun. Erdoğan’ın ziyareti neleri tetikleyebilir? İşte 20 Temmuz’a giderken esasen akıldaki sorular bunlar...

Bu konuda daha gerçekçi cevaplar bulabilmek için Erdoğan ve Çavuşoğlu’nun Maraş yaklaşımının ne olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bu yaklaşıma göre, kapalı Maraş bölgesi Mağusa’nın sahil kesiminin önemli bir bölümünü kaplıyor; bu açıdan öncelikle sahil hattındaki mülkiyet meselesinin çözülmesi arzulanıyor. Bunun için ise Türkiye’nin Rusya ve Çin olmak üzere yabancı yatırımcıların kapılarını zorladığı Mağusa’nın Kıbrıslı Rum belediye başkanı tarafından açıklanmıştı. Bu konunun spekülasyon olmadığı, hatta bazı mülk sahiplerine ulaşanların olduğu da biliniyor. Ada’nın güney kesiminde olan bir gayrimenkul şirketi, kişilerin sahil kenarında 1974’den beri atıl durumda olan mülklerine değer biçerek mülkiyetlerini satın almayı deniyor. Hedef, mülkiyet tasarrufunun yeni sahiplerine geçtiği noktada, halihazırda Kıbrıs’ın kuzeyinde AİHM kararlarına uygun olarak kurulmuş olan -kurulduğunda ilk önce Ersin Tatar’ın partisi UBP (Ulusal Birlik Partisi) tarafından anayasa mahkemesine verilen- Taşınmaz Mal Komisyonu ile yeni sahiplerinin “tazmin”, “iade”, “takas” çözümlerinden en uygunu olan “iade” usulüyle çözülmesi hedefleniyor. Böylelikle, “yeni mülk sahiplerinin” mülklerine erişememesinden doğan mağduriyetlerin ve bununla ilişkili yüklü tazminat tutarının ortadan kaldırılması hedefleniyor. 1974’ten bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin yükümlülüğü olan tazminatların bu yöntemle ortadan kaldırılarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin sebep olduğu hak ihlali de bertaraf edilmek isteniyor. Böylelikle, Maraş’taki mülkiyet rejiminin çözülmesinin kolaylaşacağına inanılıyor. Aynı zamanda, KKTC’nin idaresi altında kalıp Kıbrıslı Türk makamlarına vergi ödemeyi kabul eden Kıbrıslı Rumların da, mülklerinin iade edileceği ifade ediliyor. Böylelikle, Türkiye ve sponsoru olduğu KKTC sorumluluklarını hafifletirken, toprak üzerinde hakimiyet kurma girişimlerini meşrulaştırması ve bölgenin Türkleştirilmesi hedefleniyor.

Her ne kadar çizilen çerçeve uluslararası hukuk ile uyumlu hale getirilmeye çalışılsa da bunun hâlâ meşru ve kabul edilebilir bir çözüm olduğunu iddia etmek tam anlamıyla mümkün değil. Bugüne kadar atılan tek taraflı adımlara karşı, tüm uluslararası aktörlerin orkestra halinde BM Güvenlik Konseyi’nin 550 numaralı kararına atıf yaptığını hatırladığımızda, Maraş’ın sadece bir mülkiyet meselesi değil, aynı zamanda toprak bütünlüğü ile ilgili de bir konu olduğunu hatırlamakta yarar var. BM 550 numaralı karar ve onu izleyen 789 (1992) numaralı karar Maraş'ın kontrolünün BM'ye aktarılması vurgusunu değiştirmiş değil.  

Ancak, merkezî önemde olan BMGK 550 numaralı kararını daha detaylı incelemekte yarar var. 550 numarlaı karar sadece Maraş’ın Birleşmiş Milletler kontolüne iadesi ile sınırlı değil. Öncelikle 550 numaralı karar, aynı zamanda 541 numaralı karara atıfta bulunarak Ada’nın bölünmesine hizmet eden çabaları desteklememektedir. Bununla beraber 550 numaralı karar, 541 numaralı kararın uygulanması çağrısı yapar, yani “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin”, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir bölümünün “koparılması” anlamına geldiğini, KKTC’nin kuruluş bildirgesinin geçersiz olduğunu ve bu yüzden geri alınması gerektiğini ifade eder.

550 numaralı karar ise 541 numaralı kararla beraber Kıbrıs Türk liderliği ve Türkiye’nin büyükelçi değişimini yasadışı görür, ilan edilen KKTC’nin bölücü bir faaliyet olduğunu ve bu duruma yardım edilmemesi gerektiğini vurgular. Ayrıca, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğine, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığına saygı duyulması ifade edilir, Maraş’ın kapalı bölge içerisine oranın sakinleri dışında birinin yerleşimini kabul etmez ve bu bölgenin BM yönetimine transfer edilmesi çağrısını yapar.

Bu aşamada, Türk tarafının Maraş’ı çözme planının ilerlemesi, Maraş’ın mevcut askerî bölge statüsünün esasen Erdoğan'ın oluruyla ve KKTC bakanlar kurulunun alacağı bir karara bağlanarak "sivilleştirilmesi" iddasına dayanmaktadır. Ancak bu iddia BM’nin 550 numaralı kararına uygun değildir. Çünkü, yeni mülk sahiplerinin idaresinde Maraş’ın KKTC yönetimi altında açılması ile “Maraş sakinlerinin evlerine dönmesi” aynı anlama gelmez. Dahası, KKTC bakanlar kurulu tarafından alınacak bir kararla, şu an askerî bölge olan Maraş’ın sivil idareye dönüştürüleceği iddiasının da altı dolu değildir. 

Öncelikle 541 ve 550 numaralı kararların açık bir şekilde KKTC’nin ilanının geçersiz olduğunu yinelemesi, ortada meşru bir irade olmadığını gösteriyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Kuzey Kıbrıs’ı Türkiye’nin bir alt yönetimi olarak tanımlamaktadır.

Bununla beraber, KKTC gerek de facto yapısı gerek anayasal durumu nedeniyle "sivil" bir yönetime sahip değildir. KKTC Anayasası’nda yer alan geçici 10. madde, polisi ve hatta itfaiyeyi bile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolünde tutmakta, sivil olmayan bir yönetim yapısı arz etmektedir. Bu geçici madde orada durduğu sürece KKTC’nin güç kullanma yetkisine sahip kurumlarının, "sivil iradenin" yetkisinde olmadığı açıktır. Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri’nin başı TSK tarafından belirleniyor. Hatta KKTC Merkez Bankası’nın başkanının da aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti tarafından belirlenmesi de “sivil” iradenin yanında, demokratik bir düzenin de Kıbrıs’ın kuzeyinde tam anlamıyla oluşması için uygun koşulların yerine getirilmediğini göstermektedir. İç hukuku sivil olmayan bir iradenin, "sivilleştirme" iddiasının zemini güçlü değildir.

Bu durumda kapalı Maraş bölgesinin KKTC’nin sivil idaresi altında olacağı iddiası ile bir karar alarak bazı yurttaşları ikna etmek mümkün olabilir ama meselenin esas mağdurlarının bireysel hakları olan mülkiyet hakları ile bölge üzerinde yetki kullanma hakkı olan grup hakları arasında bir al-verin tek yanlı olarak gerçekleştirilmesinin "oldu bitti" olarak yorumlanacağı aşikârdır.  

Meseleye bu pencereden bakıldığında, Erdoğan'ın Avrupa Birliği’ne verdiği Doğu Akdeniz'de gerginlikleri azaltma sözünü tutup tutmayacağının sınavı da burada verilecektir. Ancak, birçok kişiye göre Erdoğan’ın bu sözünü tutmayacağı gibi milliyetçi güç gösterisine devam edeceği inancı yaygın. Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik alanını genişletme çabası, uluslararası anlamda da çağdışı bir emperyal arzuya karşılık gelmektedir.

Dahası, bu konuda Türkiye muhalefetinin de aklıselim bir tartışma yapmaması da oldukça üzücüdür. Öyle ki, CHP genel başkanının son Kıbrıs ziyaretinde de, AKP’nin ortaya koyduğu çerçeve içinde iki devletli çözüm yaklaşımına sahip olduğu dile getirilmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsiliyete sahip siyasi partilerin yaklaşımlarında ise sadece HDP’nin bu konuda farklı bir tutum izlediği görülüyor.

Hal böyle olunca, Türkiye Cumhuriyeti’nin maksimalist politikalarının belli bir krize doğru ilerlediğini söylemek için müneccim olmaya gerek yok. HalkBank, Sezgin Baran Korkmaz konusu, yolsuzluk konusundaki onlarca ifşa ile birlikte, Maraş adımının bardağı taşıran bir damla olma ihtimali dışlanmamalıdır.

Olası uluslararası yaptırımlar veya benzeri tutumlar Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına ağır bir yük bindirebilir. Bu, bir anlamda 1974 yılında yaşanan ambargoları hatırlatıyor. Konuyu takip edenler bilir, 1974 yılında afyon üretimi konusunda Türkiye’nin maruz kaldığı ambargolar ile Kıbrıs’a yapılan müdahalenin tarihleri denk gelmiş, yıllarca afyon konusunda yapılan ambargolar halkın dilinde Kıbrıs çıkarmasının bir sonucu olarak anlaşılmıştı. Oysa, dönemin başbakanı Ecevit konunun Kıbrıs’tan bağımsız olduğunu ifade etmişti. Bugün yine benzeri bir durum var. Dışarıda ve içeride derin krizler yaşayan Türkiye, sonuçları vahim olması muhtemelen bir yöne doğru hareket ediyor. Bütün bu sonuçların, yine bir “Kıbrıs yaptırımı” ile sonuçlanmaması için aklıselim bir yaklaşıma her şeyden daha çok ihtiyaç var. Çünkü, Mark Twain’in sözüyle bitirecek olursak, “tarih her zaman tekerrür etmez ama bazen kafiye yapar”.