Kıbrıs ve Kıbrıslılar gitmek ve göç konusunu fazlaca idrak etmişlerdir. Evlerinden göçüp gidenler “aynı adada” sürgün edilenler. 1974’ün ardından güneyde kalan Kıbrıs’tan gelenler “yerleşik” olan Kıbrıslıların gözünde “göçmencik” olarak tanımlandılar. Aradan kırk yedi yıl geçmesine rağmen Kıbrıslı Türklerin hayatlarında mümkün olmayan yurt arzusu hakim (en azından ranttan ve ganimetten beslenmeyenlerin ya da “yeterince doymayanların!” hayatlarında).
1974’ten önce de Kıbrıslıların Türkiye, “Londra” ve Avustralya’ya göç etmeleri bilinen bir gerçeklik. Hatta çoğu rivayete göre “Londra’da” Kıbrıs’takinden fazla Kıbrıslı Türk var. Bu konuya mevcut ideolojileri destekleyecek “iyimser bir bakış açısıyla” yaklaşırsak göçün ardında yatan nedeni “salt ekonomik” olarak tanımlayabiliriz. Ama başka bir yerlere gitmenin ardında yatan sebepleri “tasavvur” etmek siyasal olanın “maskesini düşürür”. Gitmek ya da göç etmek kişinin içindeki sıkıntılardan uzaklaşmasının bir aracıdır. Kişi göç ederek sadece bulunduğu ortamdan uzaklaşmaz, kendinden de “kaçar”.
Kıbrıslı Türklerin hayatlarından örnek verecek olursak siyasal ve toplumsal mekanizmaların sebep olduğu müphemlikler “yabancıyı” yaratır. Bu yabancı tipolojisi günümüzde de Kıbrıs’ın kuzeyinde oldukça mevcuttur. Gerek eğitim gerek iş için “kaçıp gidenlerin” sayısı her geçen gün artıyor. Bugün Türkiye’de, Britanya’da, Almanya’da, ABD’de, hatta İskandinav ülkelerinde yaşayan birçok Kıbrıslı Türk’e rastlamak mümkün.
Siyasal alanın laçkalığı ve partici ideolojilerin işbirliği çoğu Kıbrıslı Türk üzerinde tahammül edilemez bir etki yaratıyor. Bunlar da haliyle “çıkar” ve “rant” uğruna çatışmalara neden oluyor (ve) Kıbrıs’ın kuzeyinde bazı şeylerin bilindiğini varsayarak “kamu çalışanı” olmak için “siyasal torpillere[1]” meyil veriyor. Kıbrıs’ta “kamu çalışanı” değilseniz genelde yarınınız yoktur (istisnalar hariç); bu da bilinen bir gerçek. Tüm bu sorunsalların farkında olanlar ne yaptı ve ne yapıyorlar peki? Cevap (en argo tabirle) “kaçıyorlar”, gitmiyorlar.
Mutluluk, üzüntü, melankoli bunlar sayı ile ölçülebilen kavramlar değil. Bugün %5 oranında üzgünüm, %20 oranında mutluyum demez kimse. Duygular değişkendir. Bazı insanlar tutarsızdır, bazıları sistemlidir ama kimse her zaman mutlu ya da üzgün değildir. Freudcu bağlamda bir insanda yas durumu “uzun” bir süre boyunca devam ederse bu durum artık melankoliye dönüşür. Kıbrıs’ta yaşanan siyasal “laçkalıkların” ve toplumsal “bütünlüğün” “çıkarlar hasebiyle” bozulması kişiyi (en azından hisleri yok olmayan) bir “şeylerin” yok olduğu düşüncesine iter. Bu nedenle Kıbrıs’ın kuzeyinde melankoli yabancılaşma ile beraber kaçmak fikrini de doğurur. Bir noktada o yerde artık “umudun” yok olduğunu, başka yerlere gitme düşüncesinin elzem olduğunu söyler.
Bunu açacak olursak, her insan biraz melankoliktir, çoğu zaman insanların büyük bir çoğunluğu “pembe gözlüklerini” bir kenara bırakıp gerçeklerin “gerçekliğinde” boğulmuştur. Gerçeklerin insanın yüzüne çarpması ile insan o “idealist” dünyasından giderek uzaklaşır, giderek bambaşka biri olur. Kişinin metaformozudur bu, olmadığı birine dönüşmek ya da dönüştürülmek. Kişi o kadar değişir dönüşür ki gidip saçını, kıyafetini, tarzını değiştirir, aynaya baktığındaki o kişi olmamak için. Kısaca kişi kendine yabancılaşır ama ne yaparsa yapsın aynaya baktığında gene aynı gözleri görür; bir kendini kandırmacadır bu. Kişi kendine yabancılaşır, çareyi “dışsal değişikliklerde arar” fakat kişi yaşadığı çevreye yabancılaşırsa, o zaman ne olur? Yurt diye adlandırdığı yer bize yabancıysa artık, insan o zaman ne yapar? Gider mi, yoksa kaçar mı? Ya da durur, “yurdunu” kurtarmak için mücadele mi eder? Mücadele kavramı yok olup giderken “ideolojik saplantılar” ile kamusal alan “dokusunu” kaybederken belki de kaçmak en doğru çözümdür. Ya da bir yanılsamadır.
İnsanın yurduna yabancılaşması ya da yurdunda yabancı olması hasebiyle tüm ideolojiler o insana yabancı gelir. Demem o ki Kıbrıs’taki melankoli havası da buradan gelir. Sözümona ideolojilerin “savundukları bir şey var”. O “şey” nedir? Nedir savunulan? Ya da kimi kimlere karşı savunur savunur bu “şey”? İdeolojik saplantıların ve “kişisel çıkarların” oluşturduğu “yurtsuzlaştırma” furyasından etkilenen yegâne varlık “yurttaştır”. Bir ülkeye ait “bir kimlik kartına” sahip olmak kişiyi ancak vatandaş yapar, yurttaşlık mertebesine eriştirmez. Yurttaş nedir peki? Uzun bir tartışma konusu. Yurt nedir peki? “Yurdu ütopya” olarak gören Bernard Schlink’e göre:
Her ne kadar yurt yerlerle ilişkilendirilse de doğum ve çocukluk yeri, mutluluğun yeri, yaşanılan, ikamet edilen, çalışılan, ailenin ve arkadaşların olduğu yerler -aslında onun ne bir yeri vardır, ne de bir yerdir o. Yurt yer olmayandır, oυτοπος’tur. Yurt ütopyadır. Onu en yoğun olarak, uzakta olduğumuzda ve özlediğimizde hissederiz. Ama uzakta olmasak da yurt duygusu eksiklikten, artık olmayandan veya henüz daha olmayandan beslenir. Çünkü yerleri yurt yapan anılar ve özlemleridir.[2]
Kaçmak bu nedenle bir yurt arayışıdır. Bulunduğu yere giderek yabancılaşan insan “kaçıp” gider yurdundan, “eğer öyle bir şey” artık var ise. Son kertede yurt anılar biriktirebildiği, arkadaşlıklar edindiği, “güzel” olanı, “kötü” olanı hatırlayabildiği ve güzel ile kötüyü biriktirebildiği yerdir. Schlink’in melankolik bakış açısına göre “anıların” artık yaşanmadığı bulanık bir zamandır; ne vardır ne de yok. Yurdun olmadığı bir dönemde sürgün mümkün müdür peki? Schlink sürgünü, “yabancı diyarlardaki yaşamdır, kişinin kendisinin değil, başkalarının belirlediği yabancılaşmış yaşamdır” diye tanımlar. Kısaca yurdun ütopyalaşmasında sürgün mutlaka vuku bulur. Kişi aynı evin içinde de sürgündedir, agorada da sürgündedir. Kişiye “her yer” ve “her şey” sürgün olarak tanımlanır artık. Sürgün son kertede “başkalarının belirlediği bir yaşamdır”. Yurt özgürlük yanlısıdır, bu yüzden ütopyadır. Sürgün melankolinin dostu sırdaşıdır, bu yüzden “gündelik hayatın gerçekliğidir”. İnsan yurdundan gider ama sürgünden kaçar.
Kıbrıs’ın kuzeyinde vuku bulan da budur. Sürgün bir gerçeklik olarak günün her ânında karşımızdadır. En az maddenin doğası kadar gerçektir. Her şeyin giderek daha da siyasallaştığı bir ortamda ve siyasetin de yolunun her gün “boş” bir sokağa çıkması o yerde yaşayanlara “sürgünü” hatırlatır. Yaşanılan “toprak parçası” soğuk yakınlıklar olarak bireyde “kaçıp gitme” duygusu uyandırır. Kaçmak bir arayış olarak, “yeni anılar, yeni arkadaşlıklar arama” eylemi olarak kişiyi ütopik bir arayışa, “yurt” arayışına iter. Bir melankoli sarar, sarar ve sarar… Beklentiler giderek umutsuzluğa dönüşür ve kaçmak “bir umut” olarak kişiyi tekrar canlandırır. Kaçmak, kısaca, umudun bittiği yerde bir umut arayışı olarak “canlanır”.
Halikarnas Balıkçısı’na atıfla[3] “Velhasıl Cebeci’de Bodrum ve Bodrum kalesinin ne biçim yer olduğunu bilen yoktu. Zaten herkes beni sürgün sayıyordu, onun için adım sürgün diye kaldı”. İşin özünde bilinmeyen bir yere yolculuk da sürgündür, “yabancılaştığın” yerde yaşam da sürgündür. Kişi kaçıp gitse de, kalsa da sürgünde hissediyorsa, melankoli bu nedenle artık kaçınılmazdır ya da kaçınılmaz olan melankolidir çünkü “gerçek” olmayanı beklemek (yurt) acı verici bir umut ile yaşamaktır.
[1] Her seçim sonrası ya da hükümet değişiminin ardından (KKTC’de ortalama iki senede bir hükümet değiştiğini unutmamak lazım) bürokraside ideolojik ve “çıkar” atamalarının yapılması kamuda “liyakatsizliği” doğurdu. Bu siyasal torpil “sarmalı” da kabaca KKTC’de devlet yapılanması konusunda günlük “yarını düşünmeyen” politikalara neden oldu.
[2] Schlink, B. (2017). Yurt Ütopyadır, çev. H. Tüccar ve N. Kızılyürek, Heterotopi Yayınları, Lefkoşa, s. 37.
[3] Balıkçısı, H. (2011). Mavi Sürgün, Bilgi Yayınevi, Ankara.