Hipernesne Olarak Deniz Salyası

Greenpeace müsilajı bir çeşit “doğal aşırılık” olarak tarif eder. Hayatın ilkel ve kurucu unsurlarından olan kalın ve yapışkan bir maddenin “gereğinden fazla” çoğalmasının sonucu gibi tanımlar: “Denizdeki biyolojik üretimin başlangıcını, ilk basamağını teşkil eden fitoplankton dediğimiz mikro alglerin, yani mikroskobik bitkiciklerin aşırı çoğalması sonucu, ortamda vuku bulan bazı şartlara tepki olarak bıraktıkları salgıya müsilaj diyoruz.” Bir başka deyişle deniz salyası doğal ve organik bir fazlalıktır. Denizlerdeki nesnelerin serbestçe dile gelmesidir. Ama onların kendilerini böyle keyfince anlatmaları insanın yaşam küresine zarar vermeye başladığında hipernesne boyutu edinmeye başlar. Sualtı bitkilerinin bu seviyelerde bir keyfiliği denizden ne çıksa yiyenlerin sularda verimli bir üretim içerisine girmesini zorlaştırır. Planktonları saklayan müsilaj, faydalı, yenilebilir deniz mahsullerinin çoğalmasına mani olur. Deniz dibindeki canlılar soluksuz kalır, ışıkla bağlantıları kesilir. Balıkçıların çektiği ağlar boş dönmeye başlar. Özellikle Marmara gibi akıntıların fazla olmadığı kapalı denizlerde ikinci bir kapalılık meydana gelir. Bu durumda Kanal İstanbul eğer ortaya çıkarsa oradaki ortamın suyu hiçbir zaman değiştirilmeyen bir kavanozdaki balıkların dünyası gibi olacağını görür gibi oluruz. Duyulur veya düşünülür tüm nesneler dünyasında olduğu gibi, hareket, yer değiştirme, dinamik veya diyalektik etkileşimler kaybolduğunda orada nesneler yığılmaya, birikmeye, toplanmaya başlar. Bu çoğalma başka nesnelerin yerini daraltır, rahatını bozar.

Deniz salyasının yaklaşık olarak nasıl bir nesne olduğu, sebepleri ve sonuçlarıyla ilgili kısa bir araştırma yaptığınızda, insana yararları ve zararları nelerdir gibi temalaştırıldığını fark edebiliriz. Oysa hipernesnel yüzünü göstermeyen deniz salyası insana faydalı sayılır. Yenilebilir bir içeriğe sahiptir. Wikipedia’ya göre öksürük şurubu gibi ilaçların yapımında kullanılır. Pulların arka yüzeyine yapıştırıcı olur. Ahşap, konserve veya deri üretiminde başvurulur. İsveç’te yapılan bir yoğurda katkı olur. Kendisinden marshmallow yapılabilir. Bazı faydalı enzimlerin üretilmesi için gereklidir. Üstelik belli bir seviyede olması radyasyona karşı önemli bir perde işlevi görür. Ama sorun, tüm hipernesnel olaylarda olduğu gibi, birikmedeki ölçüsüzlükle beraber başlar; aşırı yağmur, soğuk, sıcak iklim olaylarında olduğu gibi.

Timothy Morton, Hipernesneler: Dünyanın Sonundan Sonra Felsefe ve Ekoloji (Tellekt, 2020) adlı ve Bilge Demirtaş’ın özenle tercüme ettiği çalışmasında hipernesnel ilişkilerin çok yeni olmadığını dile getirir. James Watt’ın 1784 yılında buhar makinesinin patentini almasıyla birlikte böyle tuhaf ve tekinsiz nesnelerin görünürlüğünün arttığını belirler. Karbon artışına geçen yüzyıl başından bu yana kurşun ve 1945 yılından sonra patlayan atom bombalarıyla radyoaktif birikme de eklenir. Yine aynı dönemlerde baby boom ile birlikte insanlar da yığınlar oluşturdukça “büyük ivme” çağı açılır. Yeryüzünde biriken böyle nesnelerle beraber “zaman ve uzamda yayılmış” ve özneye yapışan “ağdalı” görüngüler açıklıkla belirir.

Morton, bir yandan da nesnelerin her zaman hipernesnel surette olduklarının altını çizer. Çalışmasını da bu şekilde tamamlar: "Tuhaf bir şekilde, her nesne bir hipernesnedir" (s. 256). Ama bunu fark etmek için akıl yürütme yetilerimizi aşan, varlığını öznenin müdrikesine borçlu olmayan nesnelerin belirmesi gereklidir. Özellikle Nesne Yönelimli Ontoloji ve Yeni Materyalist yaklaşımlara konu nesneler, öznenin zihninden ve bazı başka insani belirlenimlerden bağımsız olarak kendilik kazanır. Geleneksel düşüncede nesneler doğal ve kutsal ereklere, nedenselliğe tabiyken, modern felsefede ilk kez Descartes ile şekillenen bir eğilim içinde öznenin aklından geçenlere sığabildiği ölçüde makul içerik ve biçimler kazanır. Örneğin Kant için nesne, eşyanın doğası hakkında düşünmemizi mümkün kılan akli yetilerimiz tarafından belirlenir, sınırlanır. Fakat bilim ve felsefe dünyasındaki “büyük aşağılayıcılar”, Kopernik, Spinoza, Darwin, Marx, Freud, Deleuze gibiler sayesinde tanrılar ve insanlar nesnelerin ölçüsü olmaktan zamanla uzaklaşırlar.

Morton, nitel bir değişime işaret etmese de, hipernesnelerin yeni ve özel bir nesnelik sunduğunu dile getirir. İnsan öznesinde yakın zamanlı bazı değişimler yeni bir nesnelik alanı açar. Nesnenin halleri fazla değişmese de insanın onu açıklama biçimlerinde bir değişim fark edilebilir. Nesneyle bu mesafe ve açıda duran insana antroposen denilebilir. İnsan zihninde var edilen nesne bilinci savunulamaz olur artık. Tüm maddeci öğretilerin bir devamı olarak nesne kendinde bir şey olduğunu tekrar ilan eder. Tanrı veya insan şeklini alabilen özne, skolastik ve sonrasında modern ara dönemler hariç tutulursa, “nesnele rarası” bir yer ve zamanda yer ve zaman tuttuğunu yeniden fark eder.

Psikanalizde nesne ilişkileri kuramı yardımıyla öznenin etrafındaki nesneler arasında inşa edildiğine dair ikna edici bir anlatıya tanık oluruz. Öznenin kendisini bir benliğin yatkınlıklarına borçlu olduğu büyüme öykülerinden ziyade, deney ve deneyimleri nesneler arasında şekil alan bir ruhsal gelişim öyküsü dinleriz. Fakat sağduyu kazanmak ve kendini makul bir özne gibi duymak biraz da nesnelerin kurucu etkisini unutmakla mümkündür. Kendi karar ve seçimleriyle yönünü bulan bir özneye varmak nesnelerle barışık bir çocukluktan çıkmakla eşanlamlıdır. Çocukların nesne yönelimli dünyasından kurtulmak, nesneye dair sağduyulu ülkülerle donanmak yetişkinliğin tarifini sunar.

Morton’a göre hipernesneler, insan kafasını tam ortaya yerleştirerek hayatı okuyan bu ve benzeri yanlış anlamaların son bulmasına yardımcı olur. Kendilerine özgü varlık ilkeleri olan, insan bilincinin eşlik etmesine muhtaç olmayan hipernesneler, Heideggerci anlamda “tehlike” ve “kurtarıcı gücün” birbirine düğümlendiği görüngülerdir. Mevcut dünyanın sonu veya başka dünyaların görüsü de böyle nesneler tarafından açılan görüş noktaları içinden olanaklıdır. Bu sebeple en büyük hipernesne olarak küresel ısınma ve onun türlü görünümleri olan diğer nesneler yokmuş gibi davranmak çare değildir. Böyle bir girişim tersine sorunu daha da katmanlı ve döngüsel hale getirir. Örneğin dünyayı sayısız defa yok edecek radyoaktif unsurları dünya dışına çıkarmak olanaklı değildir. İnsan dünyasından uzaklaştırılan artıklar her koşulda yeryüzünde bir yerlere terk edilir. Dünya insanların üzerinde yer ve zaman tuttuğu bir halı sayılırsa, orada üretilen tüm artıklar dünyanın altındaki yerküreye doğru süpürülür. Morton’a kulak verirsek tam tersine, en tehlikelileri de dahil, tüm atıklarımızı yakınımızda tutmamız gereklidir; modernlik öncesi medeniyetlerin ölüleri ve mezarları kendi yaşam alanlarına uzak tutmamaları gibi. Böylece ürperti kaynağı nesneler gündelik yaşamdan ayrı tutulmaz. Tekinsiz olana hayatlarımızda bir yer açılır. Freud’a kulak verirsek tekinsiz nesne bize zaten en yakın olandır.

Morton, hipernesnelliği küresel ısınmayla ilişkili bazı gölge olaylar veya görüngüler toplamı gibi anlatır. Hipernesneler genelleşmiş bir küresel ısınmanın bazı belirtileridir. Kendisini doğrudan duyurmayan bu büyük olay hep başka bir hipernesne giysisiyle ortaya çıkar. Küresel ısınmanın doğrudan etkisi gibi görünmese de aynı nedensellik içerisinde yer bulan başka olaylarda da bu ikiyüzlü ve yanlış anlamalara dayalı ilişkiler fark edilebilir. Üstelik hipernesnelere çevreci bir ilgi içinde yaklaşmak da fayda sağlamaz. “Çevreci”, doğal olan ve olmayanı kesin sınırlarla ayırırken özünde çok büyük nesneleri ve onların çok yönlü etkilerini gözden kaçırır. Ondaki bu nahif yaklaşım sonucunda hipernesnelerin farklı etkileri anlaşılmadan kalır. Herhangi bir hipernesneyle sadece çevre dostu bir ilgi içinden yüzleşmek olanaksızdır.

Morton, bu gibi yalıtılmış eylem alanları söz konusu olunca Marksist nitelikte ve sınıf çatışmasını kibirle diğer eylem alanları üzerinde görmenin anlaşılabilir olduğunu dile getirir. Küresel ısınma gibi büyük ve kapsamı belirsiz bir olay karşısında, sınıf savaşımında olduğu gibi, diğer tüm olaylar, eylemler gölge görüngülere (epifenomen) dönüşür. Örneğin Marmara’daki müsilaj da genel bir değişimin sonucu olarak küresel ısı artışıyla ilişkili kavranabilir. Bu değişim zaten pek olmayan akıntıların düzenini ve yönünü bozmaya başlar. Böyle kavrayınca Marx’ın hayaletleri hipernesnel ilişkiler arasına da nüfuz etmiş görünür. Sınıfsal bakış ve diyalektik olsun veya olmasın maddeci yaklaşım, hipernesnelerin nedenleri ve sonuçları için genel bir çerçeve sunabilir. Örneğin iklim değişikliği, deniz salyası veya başka olaylar küresel ısınmanın bir sonucu gibi anlaşılabilir. Bu geniş açıdan bakıldığında herhangi bir olaydan her kimliğin taşıyıcısının sorumlu olduğu ayırt edilebilir. Bütün tüketicilerin ihtiyaç duyduğu sayısız nesnenin üretim ve tüketim sahalarından gelerek suya karışan sanayi atıklarının, arıtılmayan kimyasal bileşenlerin, doğrudan denize dökülen lağımların, nereye süpürüleceği bilinmeyen çöplerin etkisiyle ortaya çıkan hipernesnel görüngülerde her hanenin sorumluluğu vardır.

Morton’ın “çevreciler” gibi ayırt ettiği eylemcilerin, Fringe dizisinde kendi yarattığı hipernesnel olguların sorumlusu Walter Bishop gibi davrandıkları söylenebilir. “Teknolojik kibri” arkasına alan Walter, büyük hisse sahibi olduğu hipernesnel tuhaf hadiseleri telafi etmeye, geri almaya çalışır. Teknik ve bilimin sebebi olduğu bazı durumları yine aynı araçları farklı niyetler için kullanarak nesneler arası ilişkileri yeniden düzenlemek ister. Ama bu sırada kendisinden tuhaf ilmi deneyler yapmasını, çözümler bulmasını bekleyen kurumlar değişmeden kalır. Biçim sabit olsa da sadece bir içerik kayması meydana gelir. Walter gibi bilim ve teknik sevdasıyla davranan ve özünde iyi niyetli, bilgiyi seven araştırmacıların teknolojik güç istencinin yarattığı bir çerçevede oluşan hedefler için nesneleri fazla kurcalamaları aynı nesnedeki hipernesnel imkânları da yüzeye çıkarır. Bilim ve tekniğin yöntemlerinin makul ve tuhaf gibi ikiye ayrılması da inandırıcı olmaz artık. Her ne kadar komplo düşüncesinde böyle araştırmaların habis güçlerin eline geçtiği dile gelse de, Kafka anlatılarında olduğu gibi, nesneler arası tuhaf ilişkilerin sonucu türlü ürünlerin tüketicisi genellikle iyi niyetli yurttaşlardır. Hipernesnel tabloda gerçekten habis, fesat niyetlerle hareket edenlerin etkisinin ihmal edilecek düzeyde olduğu söylenebilir.

Hipernesneleri doğal olmayan veya patolojik hadiseler gibi anlatmak olan bitenin nedenlerinden uzaklaşmamıza yol açar. Örneğin Greenpeace’in de altını çizdiği gibi, deniz salyası oldukça “organik” bir oluşumdur; yani doğaldır. Fakat hipernesne kılığında hayata ve insana dost görünmeyen bir başka doğa hali, nesnellik belirir. Bu sırada ortaya çıkan tabiatın izin verdiği türlü nesnelerin sentezi olsa da, hipernesnenin kendisi sentetik veya yapay değildir. İnsan karmaşık zihinsel etkinlikleri içinde nesneleri, canlı veya cansız varlıkları türlü şekillerde bir araya getirir, ayrıştırır, çok yakınına taşır, uzaklaştırır; sayısız sentezin yaratıcısı olur. Sadece insanlar değil, hayvanlar ve bitkiler de zihin sahibi olmanın gereği olarak, bazı sentezler yaparlar. Onların yaşam alanlarıyla ilişkilerinin sadece analitik değil, sentetik boyutlar taşıdığını biliyoruz. Doğa belgeselleri bize sürekli bilgisini, görüsünü genişleten canlıların dünyasını anlatıyor. Fakat insan nicel olarak bu etkinlikleri aşırı boyutlara ulaştırsa da çevrecilerin yaptığı gibi aynı eylemleri doğal ve yapay gibi sınıflandırmak zordur. Zihin maddi şeylerin yanında ayrı bir cevher gibi çalışsa da, Leibniz ve Spinoza gibi düşünürsek, madde ve akıl arasında doğa farkı görmek mümkün değildir. Madde ve zihin ayrı olsalar da ayrık değil, birbirine koşut cevherlerdir. Diğer yandan yakın zamanlı nesne yönelimli ontoloji, yeni materyalizm veya sinirbilim içinde bu ayrım da kaybolur. Genelleşmiş bir nesneler dünyasına yerleşiriz. Madde, zihin, ruh, özne gibi tümel, genel, kendinde görünen kavramlar, çoğu zaman sorunlu yollardan da olsa, birer nesne gibi ele alınır.

Hipernesnelerle bilim ve teknik yoluyla yüzleştiğimizde, virüs-aşı döngüsünde olduğu gibi kendi derdi ve devası birbirine dolanmış, tehlikesi ve kurtarıcı gücü aynı bünyede hareket eden bir tertibatı yeniden üretmiş oluruz. Böyle eylemler içine girdikçe, sadece siyasette değil, her alanda güçler ayrımının kaybolduğunu fark ederiz. Bu koşullarda, Baudrillard’ın da yıllar önce dile getirdiği gibi, “hipergerçekliğin” görünümleri içerisinde sebepler ve sonuçlar arasındaki döngüyü kırmak zorunlu gibidir. Baudrillard, sözgelimi kanser gibi bir başka hipernesnel görüngünün tıbbi ilimler yoluyla son bulamayacağını, yaşam biçiminde nitel bir değişimin gerekli olduğunu düşünür. Fakat Morton’dan farklı olarak Baudrillard, hipergerçekliğin “simulakrum” gibi kopyaların asıl olanın yerine göz diktiği bir başka ekranda belirdiğini dile getirir; tüm yerkürenin nesnelerin gerçek yüzeyi olduğunu değil. Hipergerçeklik onun için yüzümüzü yerküreden başka tarafa çevirmemizin muhtemel bir sonucudur. Zaten bu kayıtsızlık sebebiyle hipernesnel hadiseler yeryüzünü tekrar ufkumuza taşır. “Simulacra” zemininin yırtılması hipergerçekliğin dünyasından uyanmamıza neden oldu. Lacan’ın dile getirdiği ve rüyasında vefat etmiş oğlunun yandığını gören babanın başına gelen gibi bir uyanmadır belki de. 

Böyle bir karabasandan olabildiğince erkenden uyanmak zorunlu olsa da, çevrecilerin savunduğu gibi doğaya geri dönüş gibi bir teklif de yersizdir. Hipernesnel biçimleriyle karşımıza çıkan doğa ile mesafe almak, onun bize yapışık olmasına mani olmaz. Daha eski zamanlarda mezarlıkların ne çok yakında ne de çok uzakta tutulmaları gibi, belirli bir mesafede nesneler arasında bir başka nesne olmanın yolları aranmalıdır. Ölüler gibi tanrıları da etrafında tutan, onlara türlü suretler verenler gibi davranmak gereklidir biraz da. Bu durumda "geri dönecek" bir doğa bulmak olanaksızdır. Benden çok önce, "daima-çoktandır" orada olan ve çok sonra da orada bulunacak olanla metafizik ve fizik düzeyinde bir uzlaşma lazımdır. Öznenin tekrar kendi zihnine dönmesinden, yeni bilimsel ve teknik buluşlar gerçekleştirmesinden önce nesnenin tınısını, titreşimlerini, ondaki birliği gören düşünce, sanat, edebiyat ve siyaset yaklaşımlarına ihtiyaç vardır. Bireyleşme ilkesini her seviyede takip eden Deleuze'ün fikirlerinin gücü biraz da buradan ileri gelir; nesneleşmenin izlerini araştıran Beckett anlatıları, Pollock, Bansky'nin veya sayısız başka sanatkârın kendinde nesneleri gibi. Benzer şekilde David Lynch filmleri nesneye içkin bu belirlenimi, tekinsizliği iade eder. Tüm böyle düşünür, sanatçı veya edebiyatçılar nesnelerin kesintisiz birbirine bağlı oluşuna ilişkin ağ yapısını yeniden üretirler; şeyleri unutturmaz, karartmazlar. Nesne, öznel bağnazlıklar arasından sürekli başını çıkarır, her insani fiilin, ifadenin ardında hareket eder; müdrikeye sığmayan hallerini sergiler.