Huricihan İslamoğlu ile Afganistan üzerine söyleşi (I)

Tanıl Boraİlkin eski tabirle manâ ve ehemmiyetini soralım Afganistan’ın? Afganistan’ın dünya için önemi ne, Afganistan’daki safahat neleri sembolize ediyor, Afganistan’ı kim niçin önemsiyor?

- 19. yüzyılda İngilizler Afganistan’ı “Asya’nın kalbi” olarak tanımlamışlardı. Asya’da İngilizler ve Ruslar arasında oynanan “Büyük Oyun”un kilit noktasıydı. Afganistan 20. yüzyılda Rusya-ABD arasındaki Soğuk Savaş’ta da bu konumunu sürdürdü. Her şeyden önce Afganistan güneyde Hindistan’dan Orta Asya’ya, oradan Rusya’nın içlerine; İran’dan, Kafkaslar’dan, Anadolu’dan Orta Asya’ya açılan transit ticaretinin geçit noktası. Bu ticaret Afganistan’ın kendini çevreleyen ülkelerle –Rusya, Tacikistan, Özbekistan, İran, Pakistan– ilişkilerinde hep belirleyici oldu.

Eskiden de bugün de, özellikle sınır ticaretinden elde edilen gümrük vergileri Afganistan’ın ana gelir kaynağı. Çok sayıda siyasi oluşumun bu zengin ticaretin gelirlerinden pay almak için yoğun rekabet içinde olmaları, ülkenin parçalı toplumsal ve siyasi yapısında aşiretleşme eğilimlerini de tayin etti ve etmekte devam ediyor. Siyasi birimler arasındaki yoğun rekabet merkezî bir yönetim kurulmasının önünde bir engel. Merkezî yönetim kurmak isteyen güçlerin sınır ticaretinden elde edilen gelirleri merkeze çekmek istemeleri kaçınılmaz. İngilizler 19. yüzyılda Afganistan’ı Hindistan’daki merkezî yönetimlerine tâbi kılmak için girdikleri iki Afgan savaşında da yenilgiye uğradılar. Uzun süre İngilizlere ve Batı’ya Orta Asya’ya geçit verilmedi, bu da Rusya’nın Orta Asya’daki süregelen etkisine ışık tutabilir.

Diğer taraftan, İngiliz yönetiminin sonrasında onların Afganistan’ın merkezi yaptıkları Kabil’in gümrük vergilerinden mahrum bırakılması, bu şehri hep dışarıdan gelecek maddi desteğe bağımlı kıldı.

Ayrıca afyon, haşhaş ve diğer narkotik ürünlerin yanısıra petrol ve çeşitli tüketim ürünlerini içeren söz konusu transit veya sınır ticaretinin yasadışı olma niteliğini unutmamak gerekir.

2000’li yıllarda Eşref Gani’nin Afganistan’da etkin bir merkezi yönetim oluşturma girişiminin akıbetini hep birlikte izliyoruz. Gani’nin 2002-2004 arasındaki Maliye Bakanlığı ve sonra da Cumhurbaşkanlığı döneminde uyguladığı merkezileşme politikalarının başında gümrük reformları, gümrük vergilerinin merkeze yönlendirilmesi, genelde vergilerin merkezileşmesi, ticari faaliyetin kayıt altına alınması geliyordu. Bu da onu yerel güçler (aşiret reislerinin ve eyaletlere yerleşmiş olan Taliban) nezdinde pek popüler yapmıyordu. Gani’nin son yıllarda eyaletlerde destek kaybetmesi ve ticari faaliyetlerden pay aldığı bilinen önceki Cumhurbaşkanı Hamid Karzai gibi siyasetçilerin popülaritelerinin artması Gani’nin ticaretin üzerindeki denetimi artırma çabalarına karşı direnişin bir göstergesi olarak görülebilir.

Ayrıca bu parçalı siyasi yapı, transit ticaretin gerektirdiği güvenliğin sağlanması işlevini (İngilizlerin Kabil’de hâkim oldukları dönemde olduğu gibi bugün de) aşiretlere ve Taliban gibi silahlı oluşumlara yüklüyordu. Bu da yerel güçlerin hem ülke siyasetinde, hem de diğer ülkelerle olan ilişkilerde önem kazanmasına sebep oldu.

Afganistan’da sınır kapılarında elde edilen gümrük gelirlerinin önemine dikkatinizi çekmek için bir örnek vereyim. Güney’de İran’ın Orta Asya ticaretinin kapısı olan Nemruz eyaletinin gümrük vergilerinden Taliban’ın elde etiği gelir yılda 235 milyon dolar, buna karşılık bu eyalete dış yardım olarak yılda sadece 20 milyon dolar giriyordu. Toplam yıllık gümrük vergilerinin getirisi ise 2 milyar dolar. Bu resmi rakam, başka güvenli kaynaklara, örneğin New York Times/NYT’nin 18 Ağustos’taki haberine göre bu meblağ 4 milyarın üstünde.

Son aylarda, haftalarda Taliban kuzeyde, kuzeydoğuda Tacikistan, Özbekistan ve Rusya’nın Hindistan ve İran ticaretlerine açılan sınır kapılarının bulunduğu eyaletleri teker teker ele geçirdi. Bunlar kuzeyde Mezar-ı Şerif şehrinin bulunduğu Balkh, Kunduz eyaletleri; güneyde İran ticaretinin kapısı olan Nemruz eyaleti. Zaten güneyde Pakistan’a açılan kapı olan Kandahar bir süredir Taliban’ın elindeydi. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Taliban’ın sınır kapılarında gümrük vergilerine el koyarak kendisine dış güçlerden bağımsız bir alan tanımlamış olması. Aynı zamanda da Afganistan’a odaklanan ticareti denetleme konumuna gelmesi de neden birçok ülkenin Taliban’ın yönetimini tanımak için adeta sıraya girdiklerini açıklayabilir.

Özetle, 15 Ağustos 2021’de yönetimi ele geçirmesinden sonra da görülüyor ki Taliban Afganistan’ın en değerli kaynağına, yani transit ticaretinden alınan vergilere el koymuş ve askeri güçlerini bu sınır kapılarının korunmasına tahsis etmiş bulunuyor. Bu aynı zamanda dış güçlerin Taliban’ı etkileme alanının (örneğin, ticaret kısıtlamaları aracılığıyla) daralması anlamına geliyor. Bu nedenle bugünlerde Batı medyasında Afganistan’da yaklaşan bir büyük ekonomik krize, eğer Batı kuruluşlarından yardım gelmezse büyük bir insanlık felaketi yaşanacağına dair haberler Batı’nın, özellikle de ABD’nin Afganistan’daki nüfuzunu kaybetmesinin paniğine işaret ediyor olabilir. Diğer taraftan, Batı’dan gelen yardımların süregelmesi Taliban’ı daha da zenginleştirirken bu yardımların tamamen kesilmesi de Afgan halkını çok sıkıntıya sokabilir.

Transit ticaretine ek olarak Afganistan’ın dünya haşhaş üretiminde çok önemli bir yeri var. Ve bu üretimden alınan vergiler –haşhaş ticaretinden alınan vergilere ek olarak– yine eyalet bazında aşiretler ve Taliban dâhil diğer siyasi oluşumların önemli gelir kaynaklarından biri.

Afganistan’ın zenginlikleri arasında maden kaynaklarına değinmeden geçemeyeceğim. Afganistan jelojik yapı itibariyle Güney Amerika’da Şili’yle benzerlik gösterir: zengin bakır, lapis, lityum madenleri ve doğalgaz kaynakları var. Çin’in bakır madenleriyle ilgili bir yatırım hamlesi var.

Burada Afganistan’ın ticari önemi ile örtüşen jeo-politik konumu ile ilgili de bir şeyler söylemek gerekir. Öncelikle Afganistan, 19. yüzyılda Rusya, 1917 Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nin Batı ile karşı karşıya geldigi coğrafyada yer alıyor. 19. yüzyılda İngilizler’le, daha sonra da II. Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş döneminde ABD ile olan bu karşılaşmaların sonuçları hem Rusya hem Batılı taraflar için hep hüsran oldu. Afganistan kuzeyde Orta Asya, güneyde Hindistan arasında hep patlamaya hazır, hem Batı’nın hem Rusya’nın hep denetlemeye çalışıp sonuç alamadığı bir alan oldu. Bugünlerde yaşanan olayı, yani ABD’nin 20 yıllık bir mücadeleden sonra oradan çekilmesini bu çerçeve içinde değerlendirmek önemli. Benzeri bir yenilgiyi 1979’da başlayan işgal sonrasında 1980’li yıllar boyunca süren bir savaşın ardından çekilmek zorunda kalan Sovyetler yaşamıştı. Sovyetler’e karşı savaşta ABD’nin desteklediği aşiret liderleri ve dini gruplar –ki Taliban bunlardan biridir– Afganistan’da bugün karşı karşıya bulunduğumuz toplumsal-siyasi yapının ana aktörleri olmayı sürdürmektedirler. Yine bu dönemde Sovyetler’in yanında yer alan Tacikler’in bugün de Taliban’a karşı Penjit direnişinde yer aldıklarını hatırlamak gerekir. Bu toplumsal-siyasi yapı çerçevesinde 1996’da ABD’nin desteği ile Taliban iktidara geldi. 2001’in Eylül ayında New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’nin El-Kaide militanları tarafından bombalanması ve Taliban’ın Afganistan’da barındırdığı El-Kaide lideri Usame Bin Ladin’i Amerikalar’a teslim etmemesi ile ABD ve NATO güçleri Afganistan’ı işgal etti. Taliban iktidarı son buldu. Taliban yine bölgede ABD’nin bir kalesi olan ve 27 Amerikan üssüne ev sahipliği yapan Pakistan’a çekildi.

Diğer taraftan 2001’de Afganistan’ın Amerikan ordusu tarafından işgalini (bugün yapıldığı gibi) sadece bir Usame veya “terörist” avına indirgemek pek anlamlı değil. Öncelikle bu işgali, 2000’li yılların başlarında dünyanın farklı bölgelerinin küresel ticaret ve yatırımlara açılma süreçleri ve bu bağlamdaki güvenlik kaygıları çerçevesinde değerlendirmek gerek.

1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile ABD Soğuk Savaş’ın galibi ve küresel ekonomide tek egemen güç olarak yükselmişti. Aynı dönemde “Washington Konsensüsü”ne dayanan, farklı bölgelerin sermaye ve ürün piyasalarına açılmalarını, devletlerin ekonomiye müdahalelerinin son bulmasını öngören neo-liberal politikaları doruk yaptı. Bu politikalar dünyanın farklı bölgelerinde IMF ve Dünya Bankası’nın reform paketleri aracılığıyla dayatıldı, bu kuruluşlara borçlanma, bu reformları benimseme, ekonomilerin küresel yatırım ve ticarete açma koşuluna bağlandı. Zengin kaynaklara sahip birçok ülke de ABD ordusunun dolaysız müdahalesiyle küresel piyasalara açılmaya zorlandı. 2001’de Afganistan, 2003’te Irak ABD işgali sonucu küresel piyasalara zorla açılan bölgeler arasındaydılar. Irak’ta mesele zengin petrol kaynaklarının mega ulus-ötesi şirketlerin faaliyetlerine açılmasıydı. Afganistan söz konusu olduğunda, 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması ABD’ye Avrasya’nın merkezinde küresel kapitalizmin bekçiliğini yapabilmesini sağlayacak bir askeri güç bulundurması için bir fırsat verdi. Yoksa mesele şimdilerde iddia edildiği gibi ne bin Ladin’i avlamak ne de büyük bir alicenaplık gösterip Afganistan’da ulus-devlet oluşturmaktı.

Ne var ki hesap tutmadı. 2008 kriziyle birlikte ABD ve AB ekonomileri ciddi bir krize girdiler. Aynı zamanda Çin’in küresel ekonomide yükselmesi ile ABD dünya ekonomisindeki egemen konumunu yitirdi. Afganistan’da ve dünyanın diğer bölgelerinde 1990’lı ve 2000’li yıların ilk yarısında sermaye yatırımlarının ve ticaretin güvenliğini sağlamak amacıyla bulundurduğu askeri güç, ABD ekonomisinin kaldıramayacağı bir maddi yük haline geldi. Trump’ın Amerika’nın içe dönmesini öngören ve Afganistan’la beraber Irak’tan da askerlerini çekme, Avrupa’daki askeri harcamaları azaltma kararlarını bu çerçevede görmek lazım. Bugünlerde izlediğimiz Biden’ın Afganistan’dan çekilme senaryosu ABD’nin dünyadaki konumundaki değişimi bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Mesele ABD ekonomisinin, toplumunun önce 2008 sonra da Covid-19 krizleriyle kökünden sarsılması. Diğer taraftan, ABD ordusunun Afganistan’dan ani çekilmesi sonucu bu orduya bağımlı ve küresel ekonominin güvencesini sağlamak için oluşturulan Afgan ordusunun çökmesi, Afganistan’ın kaosa itilmesi ve ülkenin Taliban’a teslim edilmesi ne Amerikan yönetiminin ne de Amerikan kamuoyunun umurunda.

Burada geleceğe yönelik birkaç soru akla geliyor: ABD’nin askeri gücünün çekilmesiyle Afganistan’ın Çin’in Kuşak-Yol girişimi için önemi (ve Sincan’daki İslâmî harekete Afganistan’dan gelecek desteği engelleme önceliği) göz önüne alındığında acaba Çin burada bir güvenlik alanı oluşturmaya kalkar mı veya böyle bir maddi yük altına girmeyi göze alır mı? Hatırlanması gereken bir nokta da, ABD ordusunun Afganistan’da bulunması Çin yatırımları için yalnız Afganistan’ı da değil Orta Asya’daki diğer bölgeleri de – Türkmenistan, Özbekistan– güvenli kılmıştı. Hatta Obama yönetimi, ABD’nin Afganistan’a yaptığı finansal yardımı bir ölçüde azaltabilmek amacıyla ve Afgan hükümeti için bir gelir kaynağı olur düşüncesiyle Çin’in Aynak bakır madenine yatırım yapmasını teşvik etti. Bazı yazarlar (örneğin 19 Ağustos’ta NYT’de Thomas Friedman) ABD ordusunun yüksek teknolojiye dayanan gözetleme, denetleme havadan müdahale sistemlerini içeren güvenlik kalkanının eksikliğinin hissedileceğine işaret ediyorlar. Diğer taraftan, Afganistan’ın yeni rejimi Rusya’nın Orta Asya’daki, özellikle de Tacikistan’daki varlığını tehdit edecek hale gelirse, ordusunu hızla geliştirmekte olan Rusya’nın Afganistan’a askeri bir müdahalesi söz konusu olabilir mi? Veya Rusya Avrasya’nın göbeğinde geçmişte ABD’nin yaptığı gibi bir güvenlik kalkanı oluşturma işlevini üstlenir mi? Ben Orta Avrasya’da Rusya veya Çin’in askeri gücünün egemen olacağını ve eski Soğuk Savaş senaryolarına dönüleceğini düşünmüyorum. Yüksek gözetleme, ulaşım teknolojilerine sahip Amerikan ordusunun bölgedeki varlığı, –Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve de tabii ki Pakistan’daki üsleri, yakıt alma istasyonları aracılığıyla– sürecek. Bölgede Rusya’nın da Amerikan uçaklarına hava sahasını kullanması için izin verdiği de düşünülürse yeni jeo-politiğin katı ittifaklara değil daha esnek, duruma yönelik politikalara dayandığı söylenebilir. Hatırlanması gereken Orta Asya’daki Çin yatırımlarının Afganistan’daki Batı askeri gücünün sağladığı güvenlik kalkanından büyük ölçüde yararlanmış olduğudur.

Tanıl Bora- Eşref Gani yönetiminin basitçe "Amerika veya Batı himayesinde bir kukla yönetim" olarak görülemeyeceğini düşündüğünüzü daha önce yazdıklarınızdan biliyoruz. Eşref Gani yönetiminin siyasi işlevini, ufkunu, meşruiyet zeminini nasıl tarif edersiniz?

- Kukla tanımı Eşref ve onun yönetimine hiç mi hiç uymuyor. Gani’nin kimliği ve son 20 yılda Afganistan’a katkıları ışığında, biraz da ayıp oluyor. Zaten kukla olmadığı için başına bu kadar iş geldi ve geliyor, bu kadar töhmet altında bırakılıyor. Adeta bir günah keçisi haline sokuldu. Afganistan’da hem yönetimde hem de ABD askerleri çekilirken yaşanan kargaşanın tek sorumlusu ilan edildi. Burada gazetecilerin, devlet adamlarının biraz durup düşünmeleri gerekir: ne oldu da bu çok değerli, donanımlı, vatandaşlık hakları, kadın hakları savunucusu, ülkesi için bağımsız bir gelişme yolu arayan bu aydın kişi, en ağır, ağıza alınmayacak ithamların hedefi yapıldı?

Eşref Gani’nin nasıl bu duruma getirildiğini anlamak için sanıyorum onun 20 yaşında ayrıldığı Afganistan’a 11 Eylül 2001 sonrasında dönüş hikâyesine ve son 20 yıldır Afganistan’da olan bitene bakmamız gerekiyor. Eşref Gani’nin Afganistan’da siyasete atılması tam anlamıyla başta 11 Eylül’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan terörist saldırı olmak üzere o dönemde yaşananların beklenmedik bir sonucu.

 

Geçerken şöyle bir parantez de açmak isterim: Afganistan gibi Batı emperyalizminin kilit noktalarını oluşturan bölgelerde olup biteni bu bölgeler konusunda ana kaynak olan Batı medyası ve Batılı uzmanlar, “jeopolitik” kaygılar ışığında veya büyük güçler açısından değerlendirme eğilimindeler. Bu 19. yüzyıldan beri süregelen bir alışkanlık. Bu yaklaşım bölgelerin iç dinamiklerini, tarihsel olayların beklenmedik neticelerini, arızilikleri göz önüne almamızı engelliyor. Yani, bu bölgelerde kişilerin belirli roller oynamaları, olayların “büyük strateji” veya “büyük oyun” çerçevesinde seyretmesi bekleniyor – bu olmadığında ise fantezilere başvuruyor, gerçekliğin beklentilerimiz doğrultusunda olduğuna kendimizi inandırıyoruz. Eşref Gani’nin ABD’nin kuklası olarak tanımlanması da ABD işgali çerçevesinde bir beklentiyi ve bahsettiğim bu zihniyet yapısını yansıtıyor.

Baştan beri Eşref Gani’nin ve ABD’nin Afganistan ilgili tahayyülleri örtüşmedi, hatta çatıştı. Her iki taraf da kendi amaçlarına hizmet eder ümidiyle birbirleriyle işbirliği yapmaya çalıştılarsa da bu sözde işbirliği görünümü dramatik şekilde çöktü. Bundan Eşref Gani ve Afganistan büyük zarar gördü.

Gani Afganistan’dan yirmi yaşında ayrıldı. Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra New York’ta Columbia Üniversitesi’nde antropoloji ve hukuk dallarında doktorasını yaptı. Aralarında Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley ve Johns Hopkins üniversitelerinin de yer aldığı ABD’nin ileri gelen üniversitelerinde hocalık yaptı. 1990’lı yıllarda Dünya Bankası’ndan gelen bir teklifi kabul ederek Rusya’da kömür madenlerinin özelleştirilmesi projesini ve Çin’de Dünya Bankası’nın bir projesi olan büyük bir baraj inşasının yerinden ettiği 300 bin kişinin yerleştirilme projelerini yönetti. 1990’lı yıllar Dünya Bankası’nda Washington konsensüs rüzgârının estiği ve devletlerin ekonomiye müdahalelerine son verilmesini öngören politikaların revaçta olduğu bir dönem. Hâlbuki Eşref, Dünya Bankası’nda bulunduğu dönemde eski komünist ülkelerdeki deneyimlerine dayanarak piyasa ekonomisine açılma sürecinde örneğin Rusya’da yaşanan toplumsal parçalanmanın, yoksullaşmanın ana nedeninin Sovyetler Birliği’nde merkezi devlet yönetiminin çökmüş olması olduğunu söylüyordu. Buna karşılık Çin küresel piyasalara açılma sürecindeki başarısını güçlü devlet yönetimine borçluydu. Gani’nin piyasa ekonomilerinin oluşumunda merkezi devlet yönetiminin önemine dair düşünceleri, Clare Lockhart’la beraber yazdığı, 2009’da Oxford University Press’ten çıkan Fixing Failed States: Framework for Rebuilding A Fractured World (Başarısız Devletleri Tamir Etmek: Parçalanmış Bir Dünyayı Yeniden İnşa Etmek için Çerçeve) kitabında yer almaktadır.

Gani, Aralık 2001’de Almanya’da Bonn’da yapılan ve Afgan aşiret reislerinin, siyasetçilerin davet edildikleri Afganistan Üzerine Uluslararası Konferans’a bir Dünya Bankası teknokratı olarak katıldı. Bu toplantıda Afganistan ile ilgili tahayyülünü ortaya koydu. Gani, Sovyet işgali (1979-1989) ve onu izleyen iç savaş (1989-1996) ve Taliban (1996-2001) dönemlerinde Afgan devletinin çökmüş olduğunu ve Afganistan’nın küresel ekonomide yer alabilmesi, tarihte Orta Avrasya’nın bölgesel ekonomisinde sahip olduğu yeri tekrar kazanması, ticaretin ve yatırımların başlaması, huzur ve istikrar ortamının sağlanması için merkezi devlet yönetiminin yeniden inşası gerektiğine işaret etti. Bunun için aşiretlerden, farklı etnik, dini gruplardan meydana gelen Afganistan’ın siyasi bir bütün haline gelmesi önemliydi. Eşref, Afganistan’ın siyasi bütünleşmesinde, küresel veya bölgesel ekonominin bir parçası olmasını sağlayacak finansal ve fiziksel yapının sağlanmasında merkezi devlete, onun kurumlarına öncelik veriyordu. Şimdilerde 2008 ve Covid-19 krizleri ertesinde artık piyasa ekonomilerine devlet müdahaleleri olağanlaşsa da 2000’li yılların başlarındaki neo-liberal anlayışların hüküm sürdüğü dünyada Eşref’in piyasa ekonomilerinde merkezi devlet yönetimlerine tanıdığı öncelik oldukça radikal bir çıkıştı.

2019 Ekim’inde kendisiyle son görüştüğümüzde, elinde Marianna Mazzucato’nun kitabı vardı. Mazzucato bugünlerde çok revaçta olan bir iktisatçı; devlet yönetimlerinin, onların kurumsal müdahalelerinin, servet yaratma kapasitelerinin piyasa ortamlarındaki önemine işaret ediyor. Eşref 1990’lı yıllarda Dünya Bankası’nda çalışırken, devletlerin çökmüş olduğu eski komünist ülkelerde neo-liberal reçetelerin tepeden inme uygulamaları sonucu yaşanan toplumsal acılara bizzat şahit olmuştu. Afganistan’ın küresel piyasalara açılmasıyla böylesi acıların yaşanmasını istemiyordu.

2002’de Eşref Gani ve Lübnanlı bir Hıristiyan olan eşi Rula Gani, ikisinin de hayatlarının akışını dramatik bir şekilde değiştirecek olan Afganistan’a gitme kararını işte bu şartlarda, Afganistan’ın geleceğine dair tahayyüllerin çarpıştığı, tartışıldığı bir ortamda aldılar. Bir ay içinde tek maddi varlıkları olan Maryland’daki evlerini sattılar, Eşref Dünya Bankası’ndaki işinden ayrıldı (daha sonra Amerikan vatandaşlığından da vazgeçti) ve Afganistan’a geldiler.

2001’de ABD önderliğinde Afganistan’ı işgal eden İttifak güçlerinin Afganistan tahayyülleri ise Gani’ninkinden epey farklıydı. Görünürde işgalin amacı Dünya Ticaret Örgütü’nün bombalanmasından sorumlu El-Kaide lider kadrosunu yok etmekti. İşgal, El-Kaide’yi Afganistan’da barındıran ve Afganistan’ın önemli bir kısmını kontrol eden Taliban güçlerinin yönetimine son verdi. Sovyet işgali ve onu takip eden iç savaş döneminde CIA, Suudi Arabistan ve Pakistan istihbaratları çeşitli mücahit gruplarını desteklemişti. Pakistan’da medreselerde eğitilmiş öğrencilerden oluşan Taliban 1994’de bir mücahit grup olarak meydana çıktı ve 1996’da CIA, Suudi ve Pakistan istihbaratı desteğiyle Kabil’e girip yönetimi ele geçirdi. Taliban iktidardayken de CIA’in desteğini eksik etmediği görülüyor. ABD’de Nebraska Üniversitesi’nin Omaha kampusunda CIA tarafından desteklenen Afgan Çalışmaları Merkezi yayınları arasında Taliban okullarında okutulmak üzere Dari dilinde yazılmış, yabancı düşmanlığını, İslâmi militanlığı teşvik eden ders kitapları bulunmaktaydı.

2001’de ABD liderliğinde NATO ordularının işgali işte bu Taliban yönetimini düşürdü ve “terör örgütü” ilan etti. Burada altı çizilmesi gereken husus şu: İşgalden önce, ABD liderliğinde Batılı ülkelerin yönetim kadroları arasında uzun dönemde Afganistan’ın bir terör yuvası olmaktan kurtulması için iç savaş sonrasında çeşitli mücahit grupları arasında –Kabil’de Taliban, kuzey ve kuzeydoğuda 11 Eylül’den 2 gün önce öldürülen Ahmed Şah Mesud’un lider olduğu Kuzey İttifakı– bölünmüş olan Afganistan’ın yeniden inşası doğrultusunda bir konsensüs oluştu. O dönemde Eşref Gani ile Batılı İttifak’ın ayrıldığı nokta, bu inşanın nasıl olacağı, yani önceliklerinin neler olacağıydı. 

Tekrar ediyorum, Batı’nın Afganistan’a yaptığı büyük askeri çıkartma için terörist saldırı (bütün trajikliğine karşın) sadece bir bahaneydi. Daha sonra 2003’te Irak’ın yine Batılı İttifak güçleri tarafından işgalinde güya Saddam’ın elinde kitle imha silahları bulunduğu bahanesine başvurulduğu gibi. İki işgal de yalanlara dayanıyordu.

İttifak güçleri Afganistan’a Usame’yi yakalamaya veya Irak’a Saddam’ın kitle imha silahlarını yok etmeye gitmedi. Usame, sonradan Pakistan’da yakalanma koşulları göz önünde tutulduğunda anlaşılıyor ki hep bölgedeydi ve nerede bulunduğu da büyük olasılıkla Pakistan istihbaratının hep bilgisi dâhilindeydi. ABD’nin iç ve dış politikasına en uygun zamanda ortaya çıkarıldı. Saddam’ın elinde kitle imha silahları bulunduğunun büyük bir yalan olduğu zaten hepimizin malumu. Onun da sorumluluğu o sıralar, istihbarat-büyük güç politikaları- kirli işlere karışmış yerel politikacı sarmalının dışında bulunan ve biraz memleketi diktatörlükten kurtarma, biraz heyecan arayışı, biraz güç elde etme hırsı saikiyle bu işlere bulaşmış değerli bir Iraklı matematikçi olan Ahmed Çelebi’ye yüklenmişti.

Daha önce de söylediğim gibi 2000’li yılların başlarında Batı İttifakı’nın hem Afganistan’a hem de Irak’a yaptığı büyük askeri çıkartmaları o dönemin neo-liberal veya bu bölgelerin küresel piyasalara açılımına öncelik veren politikaları çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Amaçlanan, Irak ve Afganistan gibi zengin kaynaklara sahip bölgelerin ulus-ötesi sermayenin yatırımlarına, ticaretine açılmaları, bu ticaret ve yatırımların güvenliğinin sağlanmasıydı. Bu da ulus-ötesi aktörlerin faaliyetlerine engel teşkil eden siyasi yapıların ortadan kaldırılmalarını öngörüyordu. Saddam Irak’ın zengin petrol kaynaklarını devletleştirerek, ABD’nin desteklediği grupları (örneğin Kürtler) taciz ederek büyük petrol şirketlerinin bu kaynaklara ulaşımını zorlaştırıyordu. Hem Taliban hem de Kuzey İttifakı’nın Afganistan’da yarattıkları istikrarsız siyasi ortam, Afganistan’ın, İran’dan, Ortadoğu’dan Orta Asya’ya uzanan ticaret yollarının kavşağında bulunması nedeniyle, Avrasya’nın göbeğinde sermaye akışlarını, ticareti engellemekteydi. Ayrıca Afganistan’ın ve Orta Asya’nın az evvel değindiğimiz çok zengin maden kaynaklarına ulaşımı imkânsız kılmaktaydı.  

Özetle, 2002’de ABD liderliğinde büyük bir askeri gücün Afganistan’a yerleştirilmesinin arkasında bölgenin dünya piyasalarına, ulus-ötesi şirketlerin yatırım ve ticaretine açılma sürecinde güvenliğin sağlanması düşüncesi vardı. Ayrıca Orta Avrasya bölgesinin uzun dönemli güvenliği için Afganistan’da son gözetleme-denetleme teknolojileri donatılmış bir ordu yetiştirilmesi öngörülüyordu. ABD ordusu çekildiğinde yüksek teknolojilere sahip bir Afgan ordusu bölgede güvenliği sağlayacaktı.

ABD gözetiminde kurulan ilk Afgan hükümetinin başına Eşref Gani değil Hamid Karzai getirildi. Karzai 1978’in sonunda komünistlerin iktidara geldiği devirde ve onu takip eden Sovyet işgali (1979-1989), iç savaş (1990-1996) ve Taliban iktidarı (1996-2001) dönemlerinde Afgan siyaset sahnesinde hemen her kesimle (Taliban dâhil) işbirliği yapmış, kendi babasının bile Afgan siyasetinde “bir tarafı” olmamasına sinirlendiği, yanardöner bir politikacı, aşiret reisi. Sovyet işgali döneminde Pakistan’a göçmüş, orada Sovyetler’e karşı savaşan mücahitler için para toplamış; CIA ve Pakistan istihbaratı ile çalışmış, oldukça karışık bir adam. Karzai’ninAmerikan’ın güdümündeki geçiş hükümetinin başına getirilmesi ve daha sonra da 2014’e kadar Afganistan’da başkan olması pek şaşırtıcı değil.

Burada altı çizilmesi gereken, Karzai’nin cumhurbaşkanlığı döneminde (2002-2014) Washington Konsensüsü’ne dayanan neo-liberal politikaların uygulandığıdır. Afganistan koşullarında bu politikalar kayıtdışı ekonomiye destek verilmesine ve eski mücahit ve aşiret reislerinin (yani Sovyetler’e karsı savaş döneminin kalıntılarının) ellerinde büyük servetler toplanmasına yol açtı. Yönetim içinde, özellikle de hükümet hizmetleri, altyapı inşası ihalelerine bağlı suistimaller olağanlaştı, Karzai’nin kendisi öyle suistimallere bulaştı ki cumhurbaşkanlığını sürdürmesi imkânsızlaştı. İlginçtir, şimdilerde yeni hükümetin kurulması için Taliban liderlerinin temas ettikleri kişilerin başında Karzai geliyor.

Eşref Gani ise, 1970’li yılların sonundan itibaren, Soğuk Savaş ve sonrasında CIA, Suudi ve Pakistan istihbaratı ile iç içe olan, son derece kârlı esrar ticaretine bulaşmış, aşiretlerin önem taşıdığı Afgan siyaset sahnesinin çok dışında bir kişilik. Evet, o da bir aşiret mensubu fakat o gücünü oradan almadı. Onunkisi beyin gücü. Bugün Afganistan’da devlet inşası namına, merkezi yönetim kurum ve kurallarını oturtmak namına ne yapılmışsa Eşref Gani’nin kısa süren Maliye Bakanlığı (2002-2004) ve 2014-2021 yılları arasındaki başkanlık döneminde yapıldı. Bu sayısız icraatların bazılarını anmak gerekirse, Afgan parasının basılması, merkez bankasının kurulması, bütçe denkliği zorunluluğu getiren ve bütçenin merkezi yönetimin politikalara uyum halinde olmasını öngören yasal düzenlemeler, vergilerin ve özellikle gümrük vergilerinin toplanmasının merkezileşmesi, dijital bir finansal altyapı ve Afganistan’ı ticaret yoluyla güneyde Hindistan’a, kuzeyde Orta Asya’ya bağlayacak fiziki altyapının (demiryolları, karayolları) vd. sağlanmasını sayabiliriz. Ayrıca Gani, Afganistan’ın iktisadi gelişme politikasında vatandaşlık haklarına öncelik verdi; eğitim, sağlık hizmetlerinin köylere, kasabalara ulaştırılmasını sağlamak için Ulusal Dayanışma Programı oluşturuldu.

Şimdilerde Taliban’ın ülkeyi yönetmekte neden zorlandığına, neden yetersiz kalıp ekonominin, maliyenin başına getirmek için Gani’nin hükümetinde çalışmış teknokrat arayışına girdiklerine şaşırmamak gerekiyor. Bir derviş yapısında olan Eşref Gani, gece gündüz dur durak bilmeden çalışarak Afganistan’da bir merkezi yönetim organizasyonu kurdu. Bunu bir grup kendi yetiştirdiği Afgan genci ile yaptı. Bunu yaparken de siyaseten giderek yalnızlaştı.

Hep Eşref’in Taliban’la görüşmeye yanaşmadığı söyleniyor – Biden da Eşref’i suçlayan beyanatlarının birinde onun siyasi uzlaşmaya karşı olmakla itham etti. Yalan. Zira Eşref hem Taliban’la hem de Pakistan ile anlaşmak için birçok girişimde bulundu – fakat onların niyetlerinin uzlaşmak değil Afganistan’ı kargaşa içinde tutmak olduğunu anlayınca bundan vazgeçti. Taliban da Gani’yi en büyük düşmanı ilan etti.

Eşi Rula, özellikle kadınların vatandaşlık haklarının oluşma sürecinde onun en büyük yardımcısı oldu. Eşref’in günde birkaç saat uykuyla yoğun çalışma temposu ortasında sağlığının korunması işlevi de Rula’ya düşüyordu. Eşref kanser geçirmişti ve midesinin dörtte üçü alınmıştı.

Hem Karzai ve Kuzey İttifakı’nı içeren diğer mücahit grupları hem de Amerikalılar Eşref’ten hep rahatsızlık duydular. Karzai’nin başkanlık döneminde Gani’nin maliye bakanlığı sadece iki yıl sürdü. 2004’ten sonra Karzai, Eşref’i yönetimden uzak tuttu. Eşref dürüsttü, suistimal batağına batmış olan Karzai için Eşref’in varlığı bir tehdit oluşturuyordu. 2014’te yapılan seçimlerde cumhurbaşkanı seçildiğinde, seçime hile karıştığı iddiası ile Amerikalılar itiraz etti. Obama’nın dışişleri bakanı John Kerry Afganistan’a uçtu, Gani’nin başkanlık yetkilerinin bir kısmının Yürütme Görevlisi (Executive Official) tanımıyla kendi güvendikleri bir siyasetçi olan (yani kuklalarından biri olan) Abdullah Abdullah’a devredilmesini sağladı. NYT gazetesi ABD yönetiminin Eşref Gani’ye neden itiraz ettiğini bir Amerikan diplomatının ağzından şöyle vermişti: “Gani çok yetenekli, donanımlı, Amerikan eğitimli, yalnız gerektiğinde elinin tersini gösterebiliyor.” Eşref Gani ABD’nin istediği, arzuladığı uşak veya kukla değildi. Ve ABD yönetimlerinin Eşref’ten rahatsızlıkları süregeldi. Olması beklenen, boynu bükük adam değildi Eşref.

Gani açısından mesele, Afganistan’ın merkezi devlet yönetimine kavuşup bağımsız bir iktisadi gelişme çizgisini sürdürmesiydi. Onun küreselleşme, küresel ekonomiyle bütünleşme anlayışı Afganistan’ın Orta Avrasya bölgesel ekonomisine açılması, Hindistan, Orta Asya ülkeleri ile güçlü ticari ilişkiler kurmasını öngörüyordu. Bu doğrultuda yollara, demiryollarına yatırımlar yaptı. Hayallerinden biri Afganistan’da Hindistan’la yakın ilişki içinde bir bilişim teknolojisi sektörünün gelişmesi idi. Bu doğrultuda 100 Afgan genci Almanya’ya eğitim için gönderildi, döndüklerinde Afgan eğitim kurumlarında yazılımcı yetiştirmek için eğitim vermeye başladılar.

Gani Afganistan’ın bir kaynak ekonomisine (veya rant ekonomisine) dönüşmesini istemedi, ulus-ötesi şirketlerin bu yöndeki girişimlerine pek sıcak bakmadı. 2018’de Eric Prince, ünlü güvenlik şirketi Blackwaters’ı yaratan adam, lityum madenlerine yatırım yapmak için Eşref’le görüşmeye Kabil’e geldiğinde Eşref kendisini kabul etmedi. Cumhurbaşkanı tarafından reddedilen Prince de muhalefetle, özellikle Kuzey İttifakı liderleri ile temas kurdu. Eşref Gani’nin Prince’i kabul etmemesi bir politik seçimi yansıtıyordu. Benzeri bir şekilde Gani hükümeti, Obama yönetiminin teşvik ettiği, Çin’in Aynak bakır madenlerine yatırım yapma girişimini de desteklemedi.

Prince’in diğer bir talebi ise Taliban’a karşı mücadelenin özelleştirilmesi idi; Taliban’a karşı, Amerikan ordusu yerine kiralık askerlerden oluşan özel bir ordunun savaşmasıydı. Tabii ki bu özel orduyu Prince’in kendi şirketi, Blackwaters temin edecekti. Prince, Trump’a savaşın özelleştirilmesinin ABD’nin harcamalarını düşüreceğini söylemişti.  

Yani, Gani Irak’ta olduğu gibi ulus-ötesi şirketlerin cirit atıkları, insan haklarının, hukukun şirketlere odaklandığı, geniş kitlelerin dışlandığı neo-liberal modele çok mesafeli durdu. Onun derdi Afganistan’da çökmüş, başarısızlığa uğramış merkezi devleti küresel ekonomik koşullarda yeniden inşa etmekti. O bağımsız, gücünü bölgesel ticaretten alan bir Afganistan tahayyül etti. Afganistan’da ulus-ötesi şirketlerin egemen olduğu neo-liberal düzenin kurulmasını hedeflemedi. Burada konu basit bir anti-emperyalist duruşun ötesinde küresel kapitalizm çerçevesinde bir ülkenin kendi çıkarları doğrultusunda bir gelişme çizgisi arayışıydı.

Buradan çıkarak insanın aklına şöyle bir soru takılıyor. Acaba büyük şirketlerden gelen mesajlara çok duyarlı olan ABD medyasının Eşref’e karşı hışmı neo-liberal politikalara yüz vermediği, ulus-ötesi şirketlere yaltaklanmadığı için midir?

Şaşkınlıkla izliyorum; tüm ana-akım medya koro halinde Biden’ın başkanlığını kurtarma söyleminin büyüsüne kapılmış. Bu söylem, ABD’nin Dünya Ticaret Merkezi’nin El-Kaide tarafından bombalanmasından sonra Afganistan’a El-Kaide’yi yok etmek için gittiğine bize inandırmaya çalışıyor. On yıl önce 2010’da Usame Pakistan’da yakalanıp öldürüldükten sonra Amerika’nın Afganistan’daki işinin bitmiş olduğu söyleniyor. Öyleyse neden halen orada olduğunu soranlara cevaben ise Biden ABD’nin Afganistan’da ulus-devlet yaratma projesiyle ilgilenmediğini, böyle bir projeyi Amerika’nın değil Afganların üstlenmeleri gerektiğine işaret ediyor. (Ondan önce Trump da aynısını söylüyordu.) Burada sanki kastedilen Eşref’in devlet inşası projesi...

Bu söylemde unutulan, 2008 ve Covid-19 krizleri öncesinde ABD’nin egemen olduğu 2000’li yıların başlarında küresel ekonominin öncelikleri. Bu öncelikler Orta Avrasya bölgesinin küresel ticaret ve yatırımlara açılmasını ve Batılı müttefiklerden oluşan askeri gücün bu faaliyetlerin güvenliğini sağlamasını içeriyordu. Bu dönemde hem Afganistan hem de Irak dünya ticaretine açıldı, tüketim malları ile tanıştı. Her iki ülke de ABD ve Avrupa’nın yüksek teknolojilere dayanan silah, gözetim ve ulaşım teknolojileri için bir pazar oldu, Irak’ta büyük petrol şirketleri büyük servetler edindiler.

Ne var ki 2008 ve Covid-19 krizlerinin özellikle de ABD ekonomisi ve toplumunda yol açtığı sarsıntı, ABD’nin küresel ekonominin güvenliğini sağlamak için gereken harcamaları yapamayacağını gösteriyor. Amerikan toplumundan gelen baskıların da etkisiyle Afganistan’dan hızla çekilme kararı alındığında Amerikan yönetimi bunun Afganistan’da büyük bir kargaşaya sebep olacağını çok iyi biliyordu. Böylesi bir kargaşanın sorumluluğunu Biden alamazdı, Afgan siyasetinde yalnızlaşmış olan Eşref Gani günah keçisi seçildi.

Ben komplo teorilerine pek inanmam fakat Eşref’in hızla Afganistan’dan çıkarılıp; Batı medyasının, ABD yönetiminin, Afgan siyasetçilerin sanki önceden öğretilmiş gibi “kaçtı,” hem de “uçaklar dolu para ile kaçtı” diye feveran etmesini başka türlü açıklamak mümkün değil. Günah keçisi olarak seçilen Eşref, yalnız işgal güçleri çekilirken ortaya çıkan ve Taliban yönetiminden kaçan Afganların hücumuyla havaalanında yaşanan kargaşanın sorumlusu değil, aynı zamanda ordunun çöküşünün de müsebbibi sayıldı. Bütün bunların, Eşref’in Cumhurbaşkanı olarak ülkeyi terk etmesi nedeniyle olduğu söylendi. Eşref’in, hayatını Afganistan’a adamış bir kişinin neden ve hangi koşullarda Afganistan’ı terk ettiğini kimse sormadı. Eşref’in hırsızlık ithamları ile itibarsızlaştırılması da onun açıklamalarına yine elbirliğiyle hiç kulak verilmemesini sağladı.

Gani hem Afganistan’dan ayrılmadan (15 Ağustos’ta) hem de 18 Ağustos’ta kendisine ve eşi Rula’ya sığınma izni veren Birleşik Arap Emirlikleri’nden verdiği beyanatlarda Taliban tarafından kendisine hangi tercihlerin sunulduğunu açıkladı: ya asılarak ölecekti ya da Afganistan’ı terk edecekti. Gani, ölürse iç savaş çıkacağı ihtimalini düşünüp çok can kaybına sebep olmamak için ülkeden çıkmayı tercih ettiğini söyledi.

Onu itibarsızlaştırmak, Eşref’in söyledikleri üzerine hiç konuşulmamasının garantisi oldu.

Eşref’le yıllardır konuşan, programlar yapan uluslararası medya mensupları, dünya liderlerinden biri çıkıp da “nasıl olur, kişisel hayatından, sağlığından fedakârlık yapıp bütün varlığını memleketine hizmete adamış çok değerli bir insan hakkında bu söylenenler doğru olabilir mi?” diye sormadı. Afganistan’dan ayrılırken yanında bulunanların sadece üzerindeki giysilerle çıkıp gittiğine dair sözleri NYT’de konu olmadı.

Dünya kamuoyunu oluşturan medya mensupları, devlet adamları Eşref Gani’ye değil, gelirini esrar ve kadın kaçakçılığından sağlayan, binlerce kişinin ölümünden sorumlu (20 yılda 66 bin Afgan askeri, 2 bin dört yüz Amerikan askeri) Taliban’a inanmayı tercih etti.

Bu kadar ahlaksızlaşmaya şahit olmak çok acı veriyor.

Tanıl Bora- Afgan ordusunun teslim olması veya pes etmesi, mevcut yönetimin "kukla" niteliğinin ve bir ulusal sadakat üretememiş olmasının delili olarak görüldü birçoklarınca. Siz nasıl değerlendirdiniz?

- Evet dediğiniz gibi ordunun bir milli ordu niteliği kazanmış olmayıp hükümete bir sadakatinin olmaması, Taliban’ın “Amerikalılar zaten çekilecek” propagandası karşısında zaten yerel bağlantıları ulusal bağlantılarından daha güçlü olan kumandanların, askerlerin Gani’nin hükümeti için ölmeye değmeyeceğini düşünmeleri ve de ABD’nin ordusunun çekilme telaşı içinde ordunun maaşlarının aksadığı ve Taliban’ın komutanlara hem para hem de memleketten ayrılmaları için gereken evrakları temin etmesi… bunların hepsi ordunun çoğu yerde Taliban’a karşı direnmemesinin ve eyaletlerin birbiri ardına onlara teslim olmalarının nedenleri olarak gösterildi. Hepsinde de doğruluk payı olabilir. Elbette ABD’nin, Pentagon’un yarattığı Afgan ordusunun, askerlerin yerel geçmişlerinden, köklerinden kopup orduyu ocak bilmelerini, böylece de ordunun kendi dinamiklerine sahip bir kurum olarak biçimlenmesini sağlayacak bir geçmişi, bir geleneği, bir tarihi yok.

Her şeyden önce 2001’den sonra Pentagon, Afganistan’da ABD ordusu modelinde, yüksek teknolojilere dayanan “uluslararası” bir ordu oluşturmayı amaçladı. Soğuk Savaş sonrasında Çin’in de yükselmesi ile Avrasya’nın merkezinde, Afganistan’da, tüm bölgeyi gözleme kabiliyetine sahip, ticaretin, ulus-ötesi sermayenin güvenliğini sağlayacak bir askeri güç yaratılmak istendi. Amerikalı kumandanların Afgan ordusunu tanımlarken “work in progress,” yani “inşa veya oluşum halinde” tabirini kullanmaları, onların Afgan ordusunu en üst teknolojileri kullanabilecek düzeye ulaştırma hedeflerine işaret ediyordu. Amaçlanan, uzun dönemde Amerikan ordusu çekildiğinde onun yerini alacak bir güç yaratılmasıydı. Tabii bütün bunların Pentagon’a ABD bütçesinden milyarlar akmasını sağlamış olduğunu da unutmamak lazım.

Yüksek teknoloji içeren silahlarla donatılmış olan Afgan ordusu Taliban’la savaşta Amerikalıların teknolojik desteğine bağımlıydı. Bu destek çekildiğinde, askerler silahlarının gerektirdiği teknik servisi alamadılar, Amerikan uçakları onlara hava desteği veremedi. Afgan ordusu konvansiyonel silahlarla donatılmış, eyaletlere çok sayıda ölmeye hazır savaşçı yığmış olan Taliban’la savaşamadı. Afgan ordusu, gerilla savaşı tekniklerine vakıf olan (intihar bombasını Taliban’ın icat ettiği söylenir) ne Taliban ne de diğer mücahit güçlerle savaşmak için eğitilmişti ve gereken teknik altyapı sağlanmadığında da pes etmesi büyük sürpriz olmamalı.

Tabii bu pes edişte motivasyon eksikliğinin payı önemli. Her şeyden önce Pentagon ulusal bir ordu yaratmadı – zaten öyle bir iddia da yoktu. Yani, ordunun ana görevi Afganistan’ın içte ve dışta korunması değildi. Onun işlevi uluslararası bir tehdit oluşturan teröristlerle mücadele idi. Ordunun Afganistan’a, onu temsil eden hükümete ne ölçüde bağlı olduğu da üzerinde durulması gereken bir konu. Özellikle de, askerlerin belirttiğim yerel veya aşiret bağlarının kuvvetli olduğu ve teknik eğitimin “kozmopolitleştiren” etkisi göz önünde bulundurulduğunda…

Eşref Gani dünya ticaretinin kilit noktalarından birinde, Afganistan’da küresel piyasalara açılımın merkezi devlet yönetiminin aracılığıyla gerçekleştiği bir iktisadi gelişme modelini uygulamaya koymuştu. Bu bir devlet inşası projesiydi – ne var ki bu devletin güvenlik boyutunun inşası başka bir devlete (ABD’ye) bırakıldı. Bu da, hükümetin tüm icraatını, kurumlarını adeta korumasız bırakmak ve başka bir devletin merhametine teslim etmek demekti. Böylelikle merkezi devletin kurumları onlarla ne yapacağını bilemeyen Taliban’ın eline düştü. Eşref Gani inşa etmek istediği Afgan devletinin güvenlik boyutunun Amerikalı kumandanlar tarafından oluşturulabileceğine gerçekten inandı mı? Yoksa başka seçim imkânı yok muydu? Bunlar cevaplarını bekleyen sorular.