“Başlangıçta ne vardı?” Belki de bunu sormak ve düşünmek yerine, “Başlangıç nasıldı” diye düşünmek gerek. Bunu da Husserl'in “paranteze alma” adını verdiği, daha önce edinilmiş bilgilerin, önyargıların, varsayımların bir tür askıya alınması anlamına gelen yöntemiyle gerçekleştirmek, “ilksel” olana götürebilir mi bizi? Yaşamın yeni filizlenmeye başladığı bir yerin ıssızlığında “düşünüyorum”...
Şey, bir özellikler bütünüdür. İlk görüş, salt duyum ve duyusal kayıtlar yığınıdır. Anımsama (Bu, o), karşılaştırma, gruplama ikinci görüşte başlar. O andan sonra imgeler birbirlerini silerek, birbirlerinin yerine geçerek bellekte üst üste yığılır. İlkörnek giderek uzaklaşır ve sonunda silinir. Ama o neye benzer Dil'den önce? Bellek, belki de sürekli ona (ilkörnek) giden yeni yollar oluşturmuş, oluşturuyor. Belki de her örnekte belleğin derinliklerinden çıkıp gelen o, her karşılaşmada, yığının içinden başını uzatıp ortaya çıkan, yığının en üstüne çıkan (yükselen) o.
Bellek, şimdi gördüğü şey ile ilk gördüğünün anısı arasında gidip gelirken, her seferinde onu bozmuş, yeni bir şeyler eklerken, bazılarını da silmiş, değiştirmiş. Zaman geçtikçe biçimi unutulmuş, diğerleriyle karışmış, birleşmiş, büyümüş, hep bir şeyler eklenmiş ve artık kendini unutmuş (ya da gizlemiş). Belki tüm örnekleri içeren (içine alarak) tuhaf bir form yaratmış. Bellek de artık ona dönmeye gerek bile duymamış, sadece bir öncekine gitmiş. İşte ondan doğan ama zamanla başkalaşan, hem hepsi, hem de hiçbiri olan o garip, aslında şekilsiz yığın zihinde donarak, her bireyde hem biricik, hem de biyolojik kökleri nedeniyle ortak bir temsil oluşturmuş.
Kavram, eksiltilmiş gerçekliktir. Kavram, birçok yönü, özelliği, niteliği olan, birçok öğeden oluşan “gerçekliği” ya da şey'i tek bir öğede toplar; bu öğenin sonraki kullanımlarında, bunların duyumsanışı yok olur, kaybolur. Bunlar, belki de ancak derin düşünme, bir tür vecd ile duyumsanabilir hale gelir. Belki o bir daha dönemeyeceğimiz, bu nedenle de aslında olmayan “başlangıç”ta, “köken”de, kavramın uyanış anındaki duyumsayışa geri dönüşle..
Dili “icat ettiğinde” İnsan, tüm bunlara gerek kalmamış, sadece adlar kalmış ve insan sadece onları söylemiş. Bu hikâye (bu bir hikâye değil aslında), Cennet'ten kovulma hikâyesiyle bağlantılı gibi. Cennet, dolayımsız varoluştan başka ne olabilir ki? Tanrı, Adem'e “Neredesin” derken hangi dilde seslendi? Dilin olmadığı bir anda bu seslenişin anlamı neydi ya da bir anlamı olabilir miydi?
Vygotsky, dilin ortaya çıkış sürecini çocuğun zihinsel gelişimindeki aşamalarla açıklar. “Bir sözcük, insan bilincinin mikrokozmosudur.”
Dilin kökeninde (ya da temelinde) adlandırma bulunur. Adlandırma eylemi ve ad yoklukla ilişkidedir; yoklukta ama ötekinin varlığında gerçekleşir. Ad, bir özellikler bütünü olan şeyi siler. “Bir kez telaffuz edildikten sonra, ona ulaştıran veya ona ulaşmak için kat edilmiş bulunan bütün dil, onda erimekte ve içinde hep bu sınıra yönelmekte ama ancak ondan uzaklaşarak ayakta kalabilmektedir” (M. Foucault).
O andan sonra görüş değişir. Çıplak varoluşun üzeri örtülmüştür. Yalnızca görüş değil, bakış da değişir. Dil, nesnelerle, oluşla aramızdaki mesafedir (uzaklıktır). Dil ile değil, dil aracılığıyla işgal edilmiştir zihin.
“Varlığın ikinci anı, yokluk olarak bilinci işgal eder- dünya dilin örtüsü arkasında kaybolur, bilinç yolundan saparak ölümün, saçmanın, gerçekdışının bölgesine girer” (J. Derrida).
Dili icat etmekle insan, içinden bir daha asla çıkamayacağı bir semboller ağı oluşturmuştur ve bir daha salt duyuma ulaşamayacaktır (bilincin olağandışı halleri dışında). Şeyler dünyasının ve salt duyumun üzerinde, sürekli birbirine gönderen (çıkan) yollardan oluşan bu ağ ve anlamın yakalanamazlığı... M. Foucault'nun tanımlamasıyla, dil artık şeylerin maddi yazısı olarak var olmak yerine, artık mekânını yalnızca temsili işaretlerin genel rejimi içinde bulabilir.
“Doğa yasası, kelimelerin ve şeylerin farklılığıdır; anlaşmanın kuralı, kelimelerin birbirine benzerliği, kelimeleri birbirinden hareketle oluşturan ve onları sonsuza kadar yayan büyük yatay şebekedir” (M. Foucault).
Derrida'nın “göstergelerin sonsuz oyunu” tanımlaması da bu süreci tanımlar. “Yokluk” (absence), “ek”, “ayıram” (differance) kavramları da burada yatar. “Salt düşüncenin anlatımı ya da dışavurumu olacak ideal saltlıkta dil tasarlamak olanaksız. Hiçbir dil düşünmeyi tam olarak ifade edemez” (J. Derrida).
Düşünce de gerçekliği tam olarak ifade edemez... Düşünce gerçekliği, söz (dil) düşünceyi, yazı da sözü eksiltir. Dil, yüzeyde işler; bir gölün (ya da denizin) yüzeyi gibi, yüzeyde rüzgârla titreşen, sonra küçük dalgacıklara, sonra da büyük dalgalara dönüşen o hareket gibi. Düşünce, daha derinde, yüzeyde görünenle pek ilgisi yok. Kuşkusuz dipte bir hareket olduğunda, bu yüzeye de iletilir. Hareketin niteliğine göre, küçük dalgacıklar ya da deniz dibinde toprak kayması, deprem vb büyük hareketler olduğunda, giderek büyüyen hareketler... Belki de bu anlar, bir tür eşleşme anlarıdır, doğrudan ilişki anlarıdır. Bu, insan ruhunda “anormal” olarak nitelenen durumlara benzer. “Gerçeklikten kopma” denilen durumlar, belki de tam tersidir; yani gerçeklikle doğrudan ilişki anlarıdır; bu tür durumlarda dilin değişmesi de bu yüzdendir; aslında bir tür dilin dışına çıkma durumu. Dipteki hareketlerin yüzeye yansıdığı bu durumlarda, yine de yüzeyde olanla dipte olan farklıdır. Yani, yüzeyde “görünen”le, dipte “olan”... Tıpkı deniz dibinin, suyun içindeki ve dipteki nesnelerin, canlıların dışarıdan (suyun dışından, yukarıdan) ışığın kırılmasıyla farklı görünmesi, uzaklıklarının farklı algılanması, bunu yaratanın ise yaşadığımız (nefes alabildiğimiz) ortamın fiziksel kuralları olması gibi. (Bu fizik kuralları ki hem yaşama ortamımız, yaşamamızı sağlayan şey, hem de sınırımız.) Ama tersi de aynı... Dipten bakınca da suyun dışı farklı görünür. Bu kırılmaları yaratan ise toplumsallaşma denilen süreç. Yani hem toplumsal bir varlık olarak yaşamamızı sağlayan, hem de gerçeğimizden koparan olgu.
Öteki varsa dil (iletişim) de var. Belki, sürüye ilişkin bir şey bu. Sürü halinde yaşayan canlılarda Öteki baştan beri var. Türün devamı için Yasa, hiyerarşi ve lider var. Türün diğer bireyleriyle “iletişim” gereken noktada da “dil” var. Antik çağdan beri insana atfedilen dil, iletişimle sınırlandığında, diğer canlı türlerinin dilinin olmadığını kim iddia edebilir? Kaldı ki diğer canlı türlerinin “dili”ni henüz tam olarak bilmediğimiz için, bunun bizim “iletişim” dediğimiz şeyle ilişkisinin olup olmadığını, varsa nasıl olduğunu da bilmiyoruz. Bu durumda, sürü olarak yaşayan canlı türleri ile diğer türler arasında fark olmalı. Onlar, belki de sadece yavru ile iletişim halinde ve “dil” de bu ilişkinin gerektirdikleriyle sınırlı. Sürü halinde yaşayan hayvan türlerinde ise olay biraz daha karmaşık. İnsan gibi, toplumsallaşmanın çokkatmanlı olduğu türlerde ise daha da karmaşık. İnsan türünde de dil, sadece iletişim için değil, Yasa'nın aktarımı için var... Yasa taşıyıcısı olarak dil ile ideolojinin iç içeliği buradan gelir.
Öteki ile, ötekinin varlığı ile dil de katmanlaşır ve karmaşıklaşır. Öteki ile her karşılaşma, dilde yeni bir katman demek. İnsan türü söz konusu olduğunda ve toplumsallaşma tarihi ile bu sürecin uzunluğu göz önüne alındığında, İnsan'ın artık Dünya ile Gerçek ile doğrudan, dolayımsız ilişki kurabilmesi çok zor, hatta olanaksız. Bu, “doğadan kopma, uzaklaşma”dan farklı bir şey. Dil, bir anlamda toplumsallık (toplumsallaşma) adına türünkinden ayrı, ikinci bir gerçeklik oluşturmak için var. İkinci gerçeklik derken, “gerçeklik olmayan gerçeklik” ya da “gerçekliğin yerine geçmiş ya da yerinden etmiş sözde gerçeklik”. Bir anlamda, gerçekliğin sözde (her iki anlamda da) gerçeklik tarafından işgali...
Bazı dilbilimcilerin öne sürdüğü gibi, dil olmadan düşüncenin olamayacağı tezi sorunludur. Bu noktada, antik felsefede de kökleri olan, günümüzde ise özellikle bilişsel bilimci ve felsefeci Jerry Fodor'un çalışmalarıyla bilinen “düşünce dili” (mentalese)* kavramı, zihin ve dil araştırmaları için olduğu kadar, insan varoluşunu bütüncül bir evren tasarısı içinde düşünenler için de yol gösterici özellikler taşıyor. Dilöncesi çocuklar, dil yetisi gelişmemiş ya da bozulmuş kişiler ve insan olmayan hayvanlarla ilgili araştırmalar, düşüncenin dilden bağımsız doğasına ilişkin ampirik kanıtlarını sunmaktadır. Sözyitimi (afazi) üzerine yapılan yakın zamanlı araştırmalarda da deneysel kanıtlar elde edilmiştir.
“Düşünce dili”, dil (doğal) olsa da olmasa da vardır; temsillerle işler, içseldir, “bilinçsiz”dir; zihinsel temsillerden oluşan, öğrenilmemiş bir sistemdir, bir tür içsel koddur. Böyle bir dil olmasaydı, hiçbir doğal dil de öğrenilemezdi. Bu dilin sentaksı, belki de neden-sonuç ilişkisidir. Bu, “bilinçdışı düşünme” olarak kavramlaştırılan ve araştırılan, üzerine epeyce bir literatür olan olguyla aynı olabilir. Piaget, bilinçdışı düşünmenin kişisel, iletilmesi olanaksız (mı?), işleyiş biçiminin de imgeler aracılığıyla olduğunu, dışarı çıkmak için dolaylı yollar (semboller, mitler) kullandığını söyler. Edebiyatta ise otomatik yazı, doğaçlama metinler, bilinçakışı yazının bazı türlerinde bu “dil”in izlerini bulabiliriz.
* Mentalese sözcüğü, bazı dil adlarında (Japanese, Chinese vb) kullanılan ekle türetilmiştir. “Zihince” ya da “zihin dili” de denilebilir.
Kaynaklar
Vygotsky, L.S., Düşünce ve Dil, çev. Koray, S., Kuram Yayınları, 1998.
Foucault, M., Kelimeler ve Şeyler, İmge Kitabevi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, 1994, 2001.
Phillips, J., Derrida and Deconstruction,
http://courses.nus.edu.sg/course/elljwp/derriductioncontents.htm
Fodor, J., Semantics: an interview with Jerry Fodor, ReVEL. Vol. 5, n. 8, 2007.
Rescorla, M., The Language of Thought Hypothesis, First published Tue May 28, 2019, https://plato.stanford.edu/entries/language-thought/
Adams, F., Global Aphasia and the Language of Thought, Theoria, 2020, 35(1), 9-27.
İkier, S., Gökel, N., Bellekte Dilsel Bağlam Bağımlılığı Sorunlarına Düşünce Dili Hipotezi Bir Çözüm Sunabilir Mi?, Kaygı, 18(1)/2019: 134-153.