Huricihan İslamoğlu ile Afganistan üzerine söyleşi (II): "Taliban temsilcileri toplumdan hep “onlar” diye bahsediyorlar"

Aybars Yanık - ABD’nin Afganistan’dan çekilme takvimini açıklamasını ve çekilmesini takiben Taliban’ın bu denli hızlı ilerleyişi dünya kamuoyunda en çok tartışılan başlıklardan biri. Bunu yalnızca askerî kapasiteyle açıklayabilir miyiz? Taliban’ın, toplumda saldığı korku dışında ne tür meşruiyet zemini var?

- Askeri kapasiteyle ilgili söyleyebileceklerimi zaten söyledim. ABD’nin Taliban’ın iktidara gelmesini onayladığı görülüyor. Zaten bu onay, Trump döneminde 2020 Şubat’ında ABD ile Taliban temsilcileri arasında gerçekleşen ve Eşref Gani’nin ve onun hükümetinin temsilcilerinin davet edilmedikleri toplantıda verildi. O toplantıda Taliban’ın Afganistan’da terörist gruplara destek vermeyeceğine dair sözüne karşılık ABD 1 Mayıs 2021’e kadar Afganistan’dan askerlerini çekeceği teminatı verdi. Biden yönetimi Trump’ın ABD’nin dış askeri harcamaları kesip içteki ekonomik krize odaklanan “popülist” politikalarını sürdürdü, Trump’ın Afganistan’dan çekilme sözüne tarihi 31 Ağustos’a çekerek sadık kaldı. Bunu yaparken de hem Biden hem de Trump yönetimleri Taliban’ın Afganistan’da yönetime el koymasına yeşil ışık yakmış oldular. Benim görüşüme göre, ABD yönetimi Kuzey İttifakı’nın, yani Kuzey’de Belh (merkezi Mezar-ı Şerif) ve Kuzey ve Kuzeydoğudaki diğer aşiret liderlerinin onlara direnmemesini sağlayarak da Taliban’a destek oldu. Hatırlarsanız Taliban’ın Kabil’e girmesinden birkaç gün önce Gani Mezar-ı Şerif’e gitti, orada içlerinde Abdül Raşid Dostum ve eski Belh valisi Atta Muhammad Nur’un bulunduğu Kuzey İttifakı liderleri ile görüştü, onlardan Taliban’a direnmelerini istedi. Eşref ayrıldıktan hemen sonra Mezar-ı Şerif Taliban’ın eline geçti.

Sorunuzun ikinci kısmı, hasmının zafiyetinden kaynaklanan askeri başarısının ötesinde, Taliban’ın toplumda dine dayanan bir meşruiyet zeminine sahip olup olmadığı. Yani, Taliban tabanda, Afgan toplumunda Müslüman kimliğinden kaynaklanan ciddi bir nüfuza sahip mi? Pek sanmıyorum. Zaten Taliban’ın temsil ettiği İslâm sentetik, Amerikan yapımı bir militan İslâm; bu İslâm’ın Afgan toplumunun gerçeklikleri ile ilişkisi olup olmadığı hatta Taliban’ın böyle bir ilişki olsun isteyip istemediği açık değil. Taliban temsilcileri beyanatlarında toplumdan hep “onlar” diye bahsediyorlar, –“onlara” iyi davranacaklarından söz ediyorlar– kendilerini onlardan ayrıştırıyorlar. Belki bu nedenle de aşırı baskıcı olmak durumundalar. Taliban, dışarıdan gelen, ahlaki değerlerini kaybetmiş olduğuna inandığı bir topluma bu değerleri getirme misyonunu üslenmiş yabancılardan oluşuyor – yerel bağları yok. Daha önce de söylediğim gibi Taliban Sovyet işgali sonrasında iç savaş döneminde 1994’te CIA ve Suudi Arabistan (bir ölçüde de İsrail) istihbaratlarının maddi desteğiyle ve Pakistan’da Inter Services Intelligence adlı istihbarat teşkilatı tarafından kuruldu. Savaşçıları, genç yaşlarda Afgan dağlarından getiriliyorlar, Pakistan’da medreselerde Amerika’da yazılmış militan İslâmcılık kitapları okuyarak yetişiyorlar. Taliban’ı bir halk hareketi olarak tasvir etmek, hele mücadelelerini “Mustafa Kemal’in emperyalizme karşı mücadelesi” ile mukayese etmeye kalkmak, basbayağı vodvil! Aynı zamanda dinî bir hareket olarak tanımlamak ta dine, İslâmiyet’e büyük haksızlık...

Amerikan yapımı niteliği Taliban’ın “Afganistan’ı yabancılardan temizledik” iddiasını geçersiz kılıyor ve meşruiyetini Batı düşmanlığına dayandıran İslâmi kesimlerin gözünde itibarsızlaştırıyor.

Taliban’ın meşruiyetini saldığı korkuyla birlikte eyaletlerde sağladıkları güvenliğe dayandırdığını söylemek daha doğru olabilir. Unutmayın, ordunun zaaf içinde bulunduğu, hükümet güçlerinin çekilmek zorunda kaldığı bölgelerde asayişi koruyan, güvenliği sağlayan ya aşiretler ya da Taliban. Merkezi yönetimin ülkenin her yanına nüfuz etmişliği yok.

Burada bir de ahlak mevzuu var: çok katı yasakların, katı davranış biçimlerinin  tanımladığı bir ahlak anlayışı. Ne var ki Taliban’ın kendisinin boğazına kadar esrar kaçakçılığına bulaşmış olduğu düşünülürse, kendi ahlak-dışılıklarını örtmek için bu katılıklarının daha da artacağını düşünüyorum. Gani’nin bu kadar “suistimalci, hırsız” diye karalanması da Taliban’ı aklamak için.

Aybars Yanık - Pençşir vilayetinde Ahmet Şah Mesut’un oğlu Ahmed Mesud’un liderlik ettiği söylenen hareketin Afganistan’da kurulan Taliban rejimine karşı olanların taleplerini eklemleyebilecek bir kapasitesi veya gücü var mıdır? Burada bir direniş söz konusuysa, bunu Afganistan’ın şu anki siyasi manzarasında nereye oturtmak gerekir?

- Arkasında Amerika’nın ve Kuşak/Yol girişimini Afganistan’a taşımak isteyen ve Taliban’dan Sincan eyaletindeki Müslüman hareketi desteklememesi için söz alan Çin’in desteğini alan Taliban rejiminin karşısında Pençşir vilayetinde Ahmet Şah Mesud’un oğlu Ahmed Mesud’un liderliğindeki bir direniş başarılı olabilir mi? Pençsir, Tacik kökenli Afganların bulunduğu bir eyalet; Ahmet Şah Mesud, Sovyet işgali sırasında Sovyetler’e karsı direnen Pençşirli bir mücahit lider. Mesud, işgali izleyen iç savaş döneminde kurulan Afgan İslâm Devleti hükümetinde yer almış ve 1994’te CIA-Suudi-Pakistan istihbaratları işbirliği sonucu ortaya çıkan Taliban’la mücadele etmişti. Taliban’ın fundamentalist anlayışını reddeden Mesud 20. yüzyılın gerilla kahramanları arasında yer alıyor. Bir ay öncesine kadar Kuzey İttifakı’nın hâkim olduğu bölgelerde resmî binalarda Cumhurbaşkanı Eşref Gani’nin ve Mesud’un fotoğrafları yan yana yer alıyordu.

1996’da Taliban yönetimi Kabil’i ele geçirdikten sonra kuzeydoğuya çekilen Mesud Taliban’ın İslâm Emirliği karşısında Kuzey İttifakı’nı kurdu. İttifak 2001’e kadar Afganistan nüfusunun üçte birini barındıran bir coğrafyada hâkim oldu ve uluslararası bir statüye sahipti. Mesud 2001’de 11 Eylül’den birkaç gün önce Taliban-El-Kaide işbirliğiyle gerçekleşen bir intihar bombası eylemiyle öldürülmeden önce Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada kendi istihbaratının Amerika topraklarında büyük çapta bir terörist saldırı olacağı bilgisi aldığını söylemişti. Ne var ki İttifak Rusya, Tacikistan ve Hindistan’dan aldığı ufak destek yardımları dışında ne AB’den ne de ABD’den yardım alabildi.

Şimdi soru, oğlunun, Mesud’un Taliban’a karşı direniş hikâyesini tekrar edip edemeyeceği. Dış güçlerden yardım almadan bunun pek mümkün olabileceğini sanmıyorum. 20 yıllık Amerikan askeri varlığı, CIA-Pakistan istihbaratı işbirliği, Taliban faaliyetleri, Kuzey İttifakı liderlerinin her türlü suistimale bulaşmışlığı (ki Abdül Raşid Dostum Taliban döneminde Mesud’u yalnız bırakıp yurtdışına kaçmıştı) göz önünde bulundurulduğunda, bugün Mesud’un liderliğindeki Kuzey İttifakı’ndan eser kaldığı pek söylenemez. Taliban’ın Pençşir dışında Kuzey İttifakı’nın denetimindeki bölgeyi kolayca ele geçirmesi de bunun bir göstergesi. Geçen 20 yıl zarfında siyasi coğrafya çok değişti.

Diğer taraftan, birkaç gün önce bir Batılı TV kanalı Pençşir’de oğul Mesud’un askerlerini gösterdi: hepsi gıcır gıcır, yeni ütüden veya ambalajlarından çıkmış üniformalar içinde acemi adımlarla asker olmaya özenen gençler... Son haberlere göre genç Mesud Fransa’dan destek alıyormuş. Ne olacağını zaman gösterecek…

Son olarak, ilginç olan, hem Eşref’in hem de Mesud’un karşısına dikilen ABD-Pakistan- Suudi ittifakının, iki liderin de Afganistan’ı dünyaya açma ve etnik, dinî grupları içeren ama onların ötesinde bir birleşik Afganistan yaratma mücadelelerinin karşısında yer almaları, sanki bölgenin bir çatışma alanı olmasını destekler olmaları. Yalnız Mesud’un arkasında Tacik, Hazara, Özbek ve de Peştun gerilla kumandanları ve siyasi bir ittifak, Kuzey İttifakı vardı; Eşref ittifaklar oluşturmak için tüm çabalarına karşın Afgan siyasi ortamına yabancı kaldı –  giderek yalnızlaştırılması da bu nedenle gerçekleşti.

Aybars Yanık - Taliban’ın bilhassa kadınlara yönelik politikalarda “ılımlı” bir eğilim gösterme vaadini olumlu karşılayan siyasetçiler var. Bunun mümkün olup olmamasından öte şunu merak ediyorum: Taliban’ın örgütlü yapısı içerisinde, hakikaten çağdaş toplum normlarına göre politika üretme yanlısı bir gruptan söz edilebilir mi?

- Bu bir tiyatro. Tabii şimdi ortaya “çağdaş” toplum normlarını kendilerine göre tefsir eden, kılık kıyafetleri Gucci, Yves Saint Laurent tarafından tasarlanmış Taliban politikacıları çıkacak. Örneğin, Barada’yı Trump Pakistan’da bulunduğu hapishaneden çıkarttırdı. Şimdi giydirip kuşattılar, lider yaptılar.

Yalnız “ılımlı duruş,” kadın hakları filan derken Taliban kalmaz ortada. Taliban’ın ahlak anlayışı büyük ölçüde kadın vücudu üzerinden tanımlanıyor. Kadının ayrıştırılmasını, kapatılmasını piyasada Taliban’ı farklı kılan bir özellik olarak da düşünebilirsiniz. Diğer taraftan, Taliban’ın kendisinin az önce de bahsettiğim gibi esrar ticaretindeki varlığı düşünüldüğünde, “ahlak”a dayanan meşruiyet zeminlerinin oldukça “kırılgan” olduğu açık.

O nedenle özellikle kadınlarla ilgili formel kural ve yasakların daha katılaşarak (ve daha da absürd boyutlara vararak) süreceğini sanıyorum. Zira Taliban’ın günah nesnesi olarak tanımladığı kadının ayrıştırılması, kapatılması Taliban’ın ahlak evreninin en görünür, “başarılarını” en kolay sergileyebilecekleri bir alan. Örneğin Taliban, kendilerinden önceki dönemde kadın ve erkeğin işyerinde, parlamentoda, okulda bir arada olmalarını, beraber çalışmalarını, eğitim görmelerini bu dönemin ahlak çöküntüsünün alameti olarak görüyor. O nedenle, Taliban’ın İslâm emirliğinde kadınların ayrı fakat eşit olacaklarını söylüyor. Herhalde kadınların ayrı okulları olmasının ötesinde ayrı hastaneleri, parlamentoları, ayrı cumhurbaşkanları filan olacak demek istiyor! Özetle bir dolu üzerinde düşünülmemiş, ayaküstü gazetecilerin sorularını cevaplarken uydurulmuş saçmalıklar, İslâmiyet olarak sunuluyor. Tabii, bunlar bir süre sonra özellikle de Batı üniversitelerinde doktora tezlerine konu olup İslâmiyet’in ta kendisi olarak Taliban’la birlikte meşruiyet kazanacaktır.

Bundan “çağdaş’ toplum normları çıkar mı, “çağdaş’ toplum normları nelerdir? Bu soruların üzerinde ciddi düşünülmesi gerekir. Zira eğer çağdaş toplum normları (kadın hakları, insan hakları) tepeden inme reform paketleri olarak toplumlara empoze edilirse onların karşısına yine tepeden inme sözde İslâmi reform paketleri çıkar ve anti-emperyalist veya Batı-karşıtı söylemler çerçevesinde meşruiyet kazanırlar. Benim burada söyleyebileceğim, özellikle de içinde bulunduğumuz dünyada son 30 yıldır yaşanan büyük dönüşümler göz önüne alındığında, toplumların sağduyularına, onların kendilerini sürdürme içgüdülerine güvenmek... Bu sağduyu ve içgüdülerin çeşitli biçimlerde siyasi pratiklere yansıdığını, toplumların kendi özgül dinamikleri çerçevesinde “çağdaş”ı bulduklarını düşünüyorum. Örneğin benim 2018’de gördüğüm Afganistan’da kadınlar her yerdeydi: parlamento, üniversite, okullar, pazarlar… Bu, “çağdaş” bir değer olarak kadın haklarının benimsenmesi sonucu gerçekleşmedi; kadın hakları platformu, o dönemde iyisiyle kötüsüyle Afganistan’da yaşanan büyük dönüşüm sonucu olarak ortaya çıktı ve kadınlara siyasi bir kimlik verdi. Sanıyorum bundan sonra Taliban’a karşı direnişte birçok kesimden kadınlar ön saflarda yer alacaklar. Diğer taraftan, Afganistan’da bu noktaya gelinmesi için, yani kadınların görünür kılınması için, özellikle de şehirlerde, çok sınırlı da olsa katılımcı oluşumların (örneğin, Mezar-ı Şerif’te karşılaştığım kadın ebelerin teşkilatlarının) seslerini duyurmalarının sağlanması yeterli idi. Toplum buna hazırdı – bütün sıkıntılarına karşın küresel ekonomi ister cep telefonları, ister Türk TV dizileri ve Türkiye’den ithal edilen tüketim malları aracılığıyla olsun, Afganların kendileri için istedikleri tanımları biçimliyordu. Onların kendi “çağdaş”lıkları oluşmaktaydı. Bu tanımlar “çağdaş” veya “İslâmi” olarak kabul edilen “norm”larla ne kadar örtüşmese de...

Aybars Yanık - 2018’de yazdığınız bir yazıda (“Making Afghanistan whole again: development against odds”) şiddetin sıradan Afgan halkı içerisinde bir bezginlik ve yılgınlık yarattığından, örneğin gençlerin dünyadaki herhangi bir genç kadar hayatın rutin nimetlerinden yararlanma (örneğin bir iPhone sahibi olmak) talebinden söz ediyorsunuz. Taliban’ın iç karışıklığa, düzensiz çatışmalara ve istikrarsızlığa son veren bir “düzen tesisçisi” olarak görülmesinin ve ortalama Afgan halkının bu düzen istenciyle uyumlulaşma potansiyelinin Taliban’ın kuracağı rejiminin kalıcılaşmasına etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

- Bu sorunun cevabını bir ölçüde verdim. Amerika’nın işgalinden, Afganistan’ın dünyaya açılmasından bu yana 20 yıl geçti. Az bir zaman değil, bir kuşak yetişti. İyi kötü bir demokratik ortam oluştu. 2018’de Kabil’i ziyaret ettiğimde yapılacak parlamento seçimlerinde adayları tanıtan pankartlar her yerdeydi. Çok gelişkin bir medya ortaya çıktı, Kabil Üniversitesi kampüsü cıvıl cıvıldı. (Eşref Gani’nin başkan seçilmeden önce birkaç yıl üniversitenin rektörlüğünü yapmış olduğunu hatırlamak önemli). Şüphesiz bu dönemin kazanımlarını küçümsememek gerekir. Özellikle şehirlerde yaşayan Afganlar dünyaya açıldı. İstekler, beklentiler oluştu; eski Taliban rejimine, 20 yıl öncesine bir dönüş söz konusu değil. Küçümsenmeyecek sayıda kişinin havaalanına hücum etmesi, Afganistan’ı terk etmek istemeleri de bu farkına vardıkları dünyanın parçası olmak isteklerinin bir yansıması.

Kabil Üniversitesi'nden bir köşe

Burada şimdi mesele Taliban’ın böylesi bir dönüşümden geçmiş olan bir toplumu nasıl yöneteceği. Şimdiden bocaladıklarını görüyoruz. Yönetimi ele geçirmeden önce hazırladıklarını söyledikleri alternatif veya gölge yönetimin, duruma pek “uymadığı” görülüyor. O nedenle de Gani yönetiminden geriye kalan teknokratlara Kur’an üzerine bağlılık yemini ettirip yönetimde yardımcı olmalarını talep ediyorlar. Taliban, yönetimdeki bu kaostan, kargaşadan Eşref Gani’nin sözümona kaçmasını ve hükümetin “beklenmedik” çöküşünü sorumlu tutuyor. Tıpkı Biden yönetiminin Afganistan’dan askerlerini çekerken Taliban rejiminden kaçan binlerce kişinin uçaklara binmek istemesi sonucu Kabil Havaalanı’nda ortaya çıkan kaosun sorumluluğundan kurtulmak için yaptığı gibi... (Eşref Gani’nin medyada bir kaçış senaryosu olarak sunulan ayrılışının arkasında yatan gerçeklik ortaya çıkmadıkça bu senaryonun arkasına saklanılarak birçok aksaklık, beceriksizlik, –bunlar insan hayatına mal olsa da– meşru kılınmaya çalışılacak gibi duruyor.)

Bütün aksamalardan Gani’yi sorumlu tutarak bir süre idare edebilirler. Taliban liderleri “kapsayıcı” olacağını ilan ettikleri yönetimlerini oluşturma sürecindeler. Hem Taliban’ın hem de Kuzey İttifakı’nın lider kadroları, dahası sahadaki siyasetçilerin hemen hepsi Sovyet işgaline karşı direnişin ve iç savaşta farklı mücahit gruplar arasındaki mücadelenin içinde yer almışlar, dünya görüşleri o deneyimler tarafından biçimlenmiş. 60’lı yaşlarında bir kuşaktan söz ediyorum. Eşref’in hitap ettiği ve son 20 yılda yaşananların biçimlediği kuşak daha siyaset sahnesinde değil. Yavaş yavaş Taliban’a karşı direnişte bu genç kuşağı göreceğimizi düşünüyorum. Onların hayal ettikleri, farklı bir dünya.

Tanıl Bora - Taliban'ı değerlendirirken... Onu salt "stratejik" bir bakışla, uluslararası güç oyununda bir taş olarak değerlendiren bir bakış var; şu "anti-emperyalizm" meselesinde de konuştuğumuz, onu Batı'ya veya ABD'ye karşı bir "anti-emperyalist" aktör olarak görenler var. Bir de, onu bir ideolojik misyon veya dünya görüşü çerçevesinde, İslâmcı-cihatçı bir aktör olarak görenler var olumlu veya olumsuz bir işlev yükleyerek. Siz Taliban'ı ve bu Taliban algılarını nasıl görüyorsunuz?

- Cahil görüyorum. Daha önce de söylediğim gibi Taliban bir transplant, hatta emperyalist bir transplant. Nasıl emperyalizme karşı olabilir ki? Taliban’ın Sovyetler’e karşı savaşta ve sonrasındaki iç savaş döneminde ortaya çıkışında emperyalist güçlerin oynadığı rol göz önünde bulundurulduğunda Taliban’ın şimdilerde “Afganistan’da Batı işgaline son verdik, emperyalistleri kovduk” gibi anti-emperyalist sloganlar kullanması pek inandırıcı olmuyor. 

Taliban’ın dine dayalı bir meşruiyet zemini oluşturma çabalarının kırılganlığına daha önce değindim. Taliban’ın İslâmiyet anlayışının Batı’nın görmek istediği bir İslâmiyet’e işaret ettiğini söylemek en doğrusu galiba. Biraz da anakronik – 1980’li, 1990’lı yıllardaki anti-Sovyet, anti-komünist duruşları belki daha ikna edici olabilirdi.

Tanıl Bora - Taliban'ı Amerika'yı ve Batı'yı "kovması" üzerinden, daha doğrusu böyle bir varsayım üzerinden, "anti-emperyalist" bir güç olarak benimseyen yaklaşımı nereye koyarsınız? Orada nasıl bir "anti-emperyalizm" tasavvuru var, arkasında nasıl bir dünya görüşü var, sizce?

- Taliban’ın anti-emperyalist bir güç olarak algılanması hatta bu açıdan Taliban’ın şu anda Afganistan’ı ele geçirmesinin İran devrimiyle kıyaslanması gerçekten çok büyük bir yanılgı. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler’e karşı ABD’nin verdiği mücadele bağlamında biçimlenen bir İslâmiyet’in ürünü, Taliban. Bu açıdan Fethullah Gülen hareketi ile aralarında bir benzerlikten söz edilebilir. Tabii ki bu ürünlerin zaman içinde bir hayatiyet kazanmaları söz konusu; her zaman, her yerde onları yaratan gücün isteği doğrultusunda hareket etmeleri beklenemez. Örneğin, Taliban’ın başka İslâmi kesimlerin gözünde meşruiyetini korumak için ve belki de kendi içindeki anlaşmazlıklardan ötürü (örneğin, Afganistan ve Pakistan Taliban’ları arasındaki sürtüşmeler) 11 Eylül sonrasında El-Kaide’yi Afganistan’da barındırmış olması ve uzun bir süre Usame bin Ladin’i teslim etmekte direnmesi mümkün olabildi.

Tanıl Bora - Göçmenler boyutunu nasıl görüyorsunuz? Meseleyi başka her şeyden önce Batı'yı tehdit edecek bir "göçmen dalgası" felaketinin kaynağı olarak gören bir bakış var. Türkiye'de de, ülkenin Avrupa'ya dönük bir göçün tampon bölgesine dönüştürüleceği ihtimali karşısında, bu yönde hayli yaygın bir tehdit algısı var. Bu tehdit algısına bağlı olarak, yabancı korkusundan, göçmen karşıtlığından ırkçılığa varan reaksiyonlar kendisini gösterebiliyor. Bu yanını nasıl görüyorsunuz? Sadece Türkiye'ye yönelik etkilerini değil, genel olarak, global düzlemde meselenin göçmen boyutunu...

- Hiç olmazsa Afgan göçmenleri ile ilgili olarak Türkiye’de medyanın, siyasilerin aydınların ırkçı, özellikle de “Doğululara” karşı önyargılarını bir yana bırakıp daha akılcı düşünebilmelerini ümit ediyorum. Önyargılar, duygusal ve akıl-dışı retçilik, insanlık dışı olması bir yana, geçmişte göçün Türkiye’ye getirebildiği zenginliklerin kaybına sebep oluyor. Özetle, ben göç konusunun ırkçılık üzerinden tartışılıp konuşulmasının pek verimli olmadığını düşünüyorum. Zira bu tartışmalar özellikle de “Doğu” ülkelerinden gelecek olan göçmenlerin istenilip istenmemesinin ötesinde bir göç politikasının oluşmasına izin vermiyor. Göç politikası ise göçmenlerin en geniş anlamıyla ekonominin, toplumun ihtiyaçları, arzu ve özlemleri doğrultusunda saptanmasını öngörür. Örneğin, tüm ırkçılıklarına karşın Fransızlar, özellikle de Almanlar göç politikaları sayesinde toplumlarına Suriyeli sanatçıları, bilim adamlarını katmayı başardılar ve bunu yaparken toplumdaki göçmen karşıtı muhalefeti çok uç kesimlerle sınırlamayı başardılar. Afganistan’dan şimdi gelecek göç dalgası Taliban karabasanından kaçmak isteyen çok sayıda eğitimli genci, gazeteci, mühendis, sanatçı ve akademisyeni içeriyor. Onları anlamsız bir “biz Afganları istemeyiz” nakaratıyla kaçırmasak iyi olur diye düşünüyorum. Biz isteyelim, istemeyelim Afganlar gelecekler; duvarlar, çitler onları engelleyemeyecek. O nedenle bu konuya daha yapıcı bir gözle bakabilmek zorundayız. Türkiye bir göç politikası oluşturamadığı için, tampon bölge olması, yani, Avrupa ülkelerinin içlerinden istediklerini seçip seçmediklerini bıraktığı bir bölge olması durumu ortaya çıkıyor.