Miraç’ın Sesini ve Hayaletleri Duyuyorum!

Genelde biri kaybolduğunda, mesela denizin ortasında, hani filmlerde de olur ya bir gemi kazasından sonra ya da yakın zamanda ziyadesiyle “şahidi” olduğumuz tabii görünümlü, aslında gayet beşerî kaynaklı, afetlerde, vakalarda birileri bir yerlerde sıkışır, ya da yönünü kaybeder. Ve ses, olduğunuz yerden çok uzaklara iletilebilen ses, bir temas ve bulunma/görünme, haliyle serbest kalma, bulunma yani “yaşama” vasıtası olur. Zira kaybolmak genelde karanlıkta, uzakta, “kimsesiz”, “yalnız” olmaktır aynı zamanda. Kaybolanı arayanlar da şayet hakikaten arayanlarsa onlar ses verir ve ses arar en çok. Temas ettiğiniz, bir “kimse”yle temas ettiğiniz zaman artık o kadar da kaybolmuş değilsinizdir. Ancak bazen bir türlü ses duyulmaz. Ne kadar yüksek olursa olsun, ne kadar çaresizlik, acı ve belki neşe içeriyor olursa olsun o ses duyulmaz. Tabii o ses zaten hiçbir zaman tamamıyla, mutlak olarak duyulmaz, ancak o başka mevzu.

Bazen bu ses çok uzaklardan geldiği ya da sesi arayanlar uzaklarda kaldığı için bir türlü duyulmaz. Bazen de tam burnumuzun dibine sesleniriz. Hatta çığlıklar atarız, partırtı, gürültü kopartır, yeri göğü ve içimizi inim inim inletiriz, fakat yine de bir türlü sesimiz/sesim “muhatabı”na ulaşmaz. Ulaşamayız, ulşamazsınız. Zira sizi, seni, beni, onu, Miraç’ı, Miraç’ın babasını aramıyorlardır, aramadıkları içinde bir türlü duymuyorlardır.

Mesela bir iş görüşmesine gidilir, ses nasıl çıkarsa çıksın, ne içteki, ne dışa taştığı kadarıyla ses duyulmaz olur. Yalandan bir soru bile sormadan, özgeçmişinize bile bakmadan kapıdan geri çevirirler –yeterince kibar olanlar teşekkür bile ederler. Tam bu noktada aslında kapıda kıstırılmış, kapatılmışızdır. Bir kamu kurumuna gideriz sonra mesela, bir nebze iyi bir hayat için haklarımızdan, alacaklı olduğumuz yerden tam da, üstelik biraz bir şeyler talep ederiz. Netice aynı; yine aynı kapıda kalakalırız. “Ben ne sebeple bu kapıda, tam sınırda, ne içerde, ne dışarda sıkışıp kaldım böyle” diye sorar dururuz ve haliyle suçumuzu ararız. “Sizi sonra arayacağız” derler ve çoğu zaman aramazlar, oysa bazıları “suç”unu çaresizce arar durur. (Her şey “suç”la başlamadı mı zaten?) Ne kadar arasa, ne kadar sesini çıkarsa üsttekiler için beyhude…

Mesele zaten tam da mekansaldır. Arayış aşağıdan, daha doğrusu aşağıda görülenden kendini yukarda konumlandırana doğrudur. Yukarıdalığın verdiği avantajı da kullanarak yukardaki, muktedir, karar verici göz göze gelmez, sesi duymaz, yani temas etmez. Çığlık atsanız bile o yukarıdadır. Başkan Mustafa Gültak gibi mesela, istediğini alır işe, ister kızını ister oğlunu çalıştırır, bize mi soracak? “Hayvan” gibi ses çıkarıp duranlara, siyaset hakkında söz üretmeye hakkı olmayanlara mı soracak(!) Çığlık da atsak ne fayda! Derrida’ya Kafka’nın izlerini aramaya gittiği Prag’da savcının dediği gibi; “Bütün uyuşturucu kaçakçılarının söyledikleri şey bu” zaten. Filozof/”suçlu” orada, “ben bu uyuşturucuları görmedim” dese de kendini yerlere atıp bağırsa da hıçkırıklar içinde ağlasa da cevap olmayan “cevap” bellidir ve tüm o yetkililer ilahi ve ziyadesiyle “modern” aynı yönetme kipliğinin mümessilleridir.

Bu mümesiller sesinizi duymasa, sizi bakışımsızlıkla/ temassızlıkla malül kılsa da susturmaya çalışırlar. Muratları o dur ki Niobe gibi olalım; “Tanrı buyruğuyla taş olup, yüreğimize sindirip duralım acılarımızı”[1]. “Meydanlar boş kalsın, hatta mezalar da. Kimse toplanmasın ve hatta “ibne”ler dağılmasın. Müzik tam 00:00’da sussun. Bazıları, mesela kadınlar hep sussun. Bu bahisle tahmin edilebilir olmayan pek bir şey kalmasın.” Zira yine de o sesi (ve sessizliği) bilirler ve arayışın, temas çabasının, tam da çaresizlikle malul olması hasebiyle, tam da susturulmak istenenin Niobe gibi taşlaşmış, zincirlenmiş halde olmasıyla ilgili olarak, en az kendilerine biçtikleri muktedirlik payesi kadar mutlak olduğunu bellemişlerdir. Kapının önü tekinsizdir, tehlikelidir üstteki için. Aşağıda olana hava hoş o zaten; bütün yaralanabilirliğiyle, aşağıda ve kapının önünde bekliyor ve “suç”unu arıyor. İşte, mevzu “zincirlerinizden başka kaybedecek neyiniz var” sorusuna gelip dayanıyor.

Taşlaşmış ve bu bahisle zincirlenmiş Niobe’nin (sessiz) çığlığı da bir “suç” hikayesine gelir dayanır. Homeros’un “İlyada”’sında anlatılan mesele göre, Niobe Leto’dan kendini üstün görür. Bu mukayesenin neticesi acı olmuş ve Niobe’nin tüm çocukları (Leto’nun çocukları olan) Apollon ve Artemis tarafından öldürülmüştür. Nihayetinde Tanrı buyruğu var, “suç ve cezası” var. Derrida’nın tabiriyle söylersek “şeytani muğlaklık” ve bu muğlaklıkla beraber gelen muktedirin imtiyazı var.[2] Devletin “kolluk kuvveti” var. Miraç’a çarpan, sonra ilahi ve bu bahisle “(tanrısal ve) şeytani muğlaklık”tan aldığı yetkiye, yani yetkisizliğe/hukuka yani hukuksuzluğa dayanarak elini kolunu sallayarak gezen, birileri “suç”unu ararken, 7 yaşında bir Kürt çocuğunu, tam da bir Kürt çocuğunu öldürmekten “suçsuz” ilan edilen polis memuru var.

Benjamin’e göre bu polis(lik) asıl tekinsiz olandır. Polis ya da daha geniş olarak kolluk görevlisi hukuku uygulamakla kalmayan, hukuku baya baya yaratma yetkisini elinde bulunduran ve bu bahisle sınırsız/mutlak yetkileri olandır. İlahi buyruk da denebilecek emri yerine getiren kolluk  bu sebeple hayaletimsidir, zira dayandığı “hukuk”la benzer şekilde, var gibidir yok gibidir, neticede biçimsizdir.[3] “Polisin sınırının olmaması polisin devlet olması olgusundan ileri gelir, devletin hayaletidir o ve res publicanın düzenine savaş ilan etmeden ona çatılamayacağı söylenebilir kolaylıkla. (…) Bugün, yani hemen hemen her zaman. Yasanın gücüdür polis, o yasa gücünü haizdir.”[4] Bu yüzden polis yasa gibi, o emrin kaynağı olan ilahi kuvvet gibi her yerdedir ve aynı anda hiçbir yerdedir.

İşte devlet dersinde öldürülmüş Miraç’ın ve babasının sesi de her yerdedir ve aynı anda hiçbir yerdedir. “Suçsuz” ilan edilen bir polis memuru vardır ve bu “kolluk fiili”nin “mağduru”nun sesini –en azından yukarıdan- duyan yoktur. Ne oğlunun ne kendisinin tekil hikayesi belli ki savcılık odalarına, mahkeme salonlarına, “adalet” saraylarına girmiyor. Kapıda bekletiliyor ve hatta kilitleniyor. Pek tabii ki adalet arayışı sürüyor. Yasa metinlerine, mahkeme kararlarına girmeyen tekil adalet arayışı hikayeleri zakkumlarla örülü şiirlere, 00:00’da son bulmayan şarkılara, susturalamayan protesto ve toplantılara giriyor.

Neticede zincir çok ses çıkartır ve her yerdedir; aynı Niobe’nin sessizliği, Miraç’ın babasının duyulmayan “ses”i gibi, en çok da Miraç’ın, küçük mezarından yayılan, tam da içimize gelip oturan çığlığının “ses”i gibi. 


[1] Homeros, İlyada, çev. Azra Eerhat- A. Kadir, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2019, s. 541//XXIV. Bölüm.

[2] Jacques Derrida, “Yasanın Gücü, Otoritenin Mistik Temeli”, çev. Zeynep Direk, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 118.

[3] Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, çev. Ece Göztepe, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010 , s. 28, 29.

[4] Derrida, s. 109.