70’lerin Anarşizminden Terörist Kebapçılara: “Muhalif” Algısı Üzerine

20 Eylül 1978 tarihli Hürriyet gazetesine şöyle bir başlık atılmış: “Bilimsel araştırmaya göre: Gençleri seks bağımlılığı anarşist yapıyor.” Haberin devamında, “Almanların yaptığı araştırmaya göre cinsel sorunları olan gençler aşırı uçlara itiliyor,” deniyor. Habere göre, uzmanlar Türk anarşistlerini de incelemişler ve “… her yüz anarşistin 81’inin seks sorunundan dertli olduğunu” belirlemişler.

12 Eylül sonrası 1984’te Eruh’ta PKK’nin şiddet eylemlerine başlamasıyla “anarşi” kelimesi yerini “şekâvet”’ten türeyen ve “eşkıya” olma durumunu ifade eden “şakî” sıfatına bıraktı. Şakî kelimesi daha önceleri de medyada az da olsa kullanılıyordu [örnek: Milliyet (6 Eylül 1959) gazetesi “Rize’de Üç Şaki 8 Yıldır Dağda Saklanıyorlar”] ama bu tarihten sonra “Şakî/Şakîler” kavramları yaygın olarak PKK militanlarını ifade etmek için tercih edilir hale geldi. Kısa bir süre sonra “Şakî” kelimesi yerini “terör/terörist”e bıraktı. “Bölücü” de handiyse “terörist” ile eşanlamlı olarak kullanılmaya başladı.

Geldiğimiz son noktada Barış Akademisyenleri, HDP’yi destekleyen sanatçılar, yurt bulamadığı için banklarda yatan gençler, fiyatları artıran esnaf… en son olarak da kebapçılar terörist ilan edildiler. Rejimin (ve elbette mütemmim cüzü Türkiye sağının) “muhalifi” gayrimeşru ve zararlı olarak tanımlamasına vesile olan hegemonyayı inşa ederken seçtiği kavramlar değişse de “anarşi-eşkıya-terörist” düzleminde değişmeyip baki kalan kimi hoş sadâlar olduğunu da hatırla(t)mak gerekiyor. Bu yazı da bu saikle kaleme alındı.

1970’lerin “Anarşi”si ve Anarşi Lejantının 3K4F’si

3K4F lejantı, anarşi haritasını okurken; onun efrâdı, telosu, muhteviyatı ve/ya farmakolojisi hakkında konuşurken bize yardımcı olacak kavramların, sembollerin toplamıdır. Bu lejanttaki 3K, anarşinin İkinci Dünya Savaşı’ndan 1980 başlarına kadar geçirdiği üç aşamayı, üç katmanı ifade etmektedir. İç içe geçmiş bu üç katmanın, birbirinden bağımsız ya da birbirinin ardı sıra dizilmiş üç ayrı kompartıman gibi düşünülmemesi gerekir. Aksine bu üç katman, adı üstünde, üst üste sarılmış, birbirlerini etkileyen, birbirlerinden beslenen üç ayrı dinamik tabaka gibi de düşünülebilir. Anarşinin küresel katmanı, en içteki katmanı, Soğuk Savaş’tır; Truman Doktrini ile şekillenmiştir. O, anarşi kavramının magmasıdır: Dışarıdan, gözle görünmese de anarşi (ve onunla mücadele) düşüncesi enerjisini, devingenliğini, canlılığını bu katmandan alır. Yerel katman, 1961’de kabuklaşır. Bu katmana şeklini veren magma, yani en içteki ilk katmanıdır. Üçüncü katman, magmanın şekillendirdiği bu zemin üzerinde cereyan edecek olay/ilişki ağı olarak anarşinin kendisidir; son katman 1965’ten sonra iyiden iyiye belirginleşmeye, 1970’lerde de tüm Türkiye’yi sarıp sarmalamaya başlar. Anarşi lejantındaki 4F, anarşiyi statik bir durum olarak değil de, ikinci (yerel) katmanın üzerinde -üçüncü katmanda- cereyan eden devingen bir (sosyopolitik) ilişki olarak tasavvur edebilmemize yardım edecek sembollerdir. Tabir-i caizse 4F, anarşinin dramaturgisiyle, kurgusuyla ilgilenir. Nitekim 1970’lerin Türkiye’sinde anarşi, bu 4F ile, yani fitne, fesâd, fevzâ ve fetret ile kurgulanır; sahneye koyulur, oynanır. Bir sosyopolitik ilişki ve bu ilişkideki tarafların oynadıkları roller olarak iyi (ma’rûf) ve kötü (münker) kavramı, 4F’nin içine yerleşirler. İyi olanların (ârif) kötü olanlarla (münkir) nasıl mücadele edeceği de yine her bir F’nin, hem katmanlarla hem de birbirleriyle etkileşimi ile belirlenir. Özetle, anarşinin 4F’si, sadece Ökkeş Şendiller’i iyiyi emreden (ârif), Akın Kıraathanesi’ne atılan bombayla katledilen Alevî Dedesi Gıjgın Dede’yi de kendisiyle mücadele edilen kötü, inkârcı (münkir) kişi olarak tanımlamakla kalmaz; anarşinin katmanları (3K) arasındaki rabıtayı da tesis eder. Sonuçta 3K4F, hem Harry Truman ile Gıjgın Dede arasındaki rabıtayı hem de magmadan Maraş Yörükselim Mahallesi’ndeki dramaturgiye çizilen hattı tesis eder.

Yukarıdaki paragrafı da ödünç aldığım Türkiye’nin 1970’li Yılları (İletişim, 2020) başlıklı kitapta yer alan yazımda 3K4F lejantının, anarşi kavramının Türkiye siyasetindeki izdüşümünü resmedebilmek için gerekli temel kavramların sembolü olduğunu iddia etmiştim: Anarşizm kavramı, ancak bu efrâd -bu yan kavramlar ve katmanlar- yardımıyla okunduğunda, anarşinin Türkiye siyasal kültüründeki -özellikle de 1970’ler Türkiye’sindeki- manayı ve telosu çözümlemenin mümkün olabileceği varsayımına dayanıyordu. Anarşinin efradının aynı zamanda bir lejant; Türkiye siyasal hayatında anarşiyi kodlayabileceğimiz bir semboller bütünü ya da anarşiyi bize tanıtacak bir resimaltı yazısı gibi ele alınması da bu yüzdendi.

Anarşi’den Şakî’ye, Şakî’den Teröriste Muhalif/Solcu: “Psikiyatrik Vaka” ve “Gerizekâlı” Olarak “Terörist”

1980’li yıllarda muhalifleri ve muhalif düşünceyi itibarsızlaştırmak ve onları halk nezdinde küçük düşürerek askerî (sıkı) yönetimi meşrulaştırmak için siyasî mahkumlar düşük zekâlı ilan edilmişlerdi. Cansu Parlak’ın Türkiye’nin 1980’li Yılları kitabında yer alacak “12 Eylül ve Cezaevleri” makalesinde de dikkat çektiği/çekeceği gibi, bu işin entelektüel zemini için de her darbede olduğu gibi dönemin organik aydınlarına başvurulmuştu. Amerika menşeli Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Turan İtil de bu aydınlardan biriydi. İtil, 1980 sonrasında Genelkurmay’la birlikte birtakım bilimsel (!) çalışmalar yürüttü ve Türk teröristlerinin (=sosyalistlerin) zekâ seviyelerinin düşük olduğunu saptadı(!).

Sayın “Prof. Dr.” İtil’in, Hürriyet gazetesinde bahsedilen ve anarşistlerin seks sorunları olduğundan bahseden Alman bilim insanlarıyla ya da bu deneyi Türkiye’deki anarşistlerle tekrarlayan Türkiyeli bilim insanlarıyla ortak çalışmalar yürütüp yürütmediği (!) bilinmese de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı'nın kurucusu ve otuz dört yıl aynı kürsünün başına çakılıp kalan hocası, Aydınlar Ocağı’nın kurucu üyesi, Türk-İslâm sentezcisi Ayhan Songar’ın da Amerikalıların telkinleri ve 12 Eylülcü askerlerin tavsiyeleriyle yürütülen bu “bilimsel” (!) araştırmalarda yer aldığını belirtmek gerekiyor. Önce, anket tekniğiyle şansını deneyen ancak mahkûmların “bunun içinde bir bit yeniği vardır!” diye düşünerek anketleri yanıtlamamaları üzerine hileye başvuran Songar ve ekibi, mahkûmların rızalarını almadan, mahkeme emri gerekçesiyle onları başka bir tesise getirerek araştırmalarını tamamladı, verilerini toparladılar. Hitler’in ölüm meleği Josef Mengele’ye atıfla, 12 Eylül’ün Mengeleleri olarak bilinen bu ekip, muhalefeti halk nezdinde küçük düşürmekle kalmadı, hücre tipi cezaevlerinin, farklı tredmanların ve Mamak Cezaevi’nde kullanılan karıştır-barıştır uygulamasının da zeminini hazırladı: İtil’e göre, hapishane düzeni değiştirilmeli, koğuş sistemi yerine teröristler küçük topluluklar halinde beş-altı kişilik hücrelerde tutulmalıydı. Ona göre, sağcıların solcu teröristlerle aynı koğuşta bulundurulmaları olumlu sonuçlar verecekti. Hapishanede disiplinli bir eğitim verilmeliydi. Özellikle Atatürk ilke ve inkılapları eksenli bir eğitim yürütülmeliydi.[1]

12 Eylül’ün askerleri, NATO üyesi meslektaşları gibi, komünizmi gerçekten de bir tıbbi/psikiyatrik hastalık olarak görüyorlardı. 12 Eylül’de Gaziantep ve Metris cezaevlerinde psikiyatrist olarak görev yapan Mehmet Bekaroğlu, askerî yönetimin siyasi mahkûmları iyileştirilmesi gereken yoldan çıkmış hastalar olarak gördüğünü ve komünizmi tedavi etmek için mahkûmlara hipnoz yapılmasının dahi önerildiğini söylüyordu.[2] Islah heyetinde psikiyatristin yanı sıra, öğretmen, psikolog, sosyolog ve ilahiyatçıların da bulunması darbenin siyasi istikameti hakkında da ipuçları veriyordu.

Terör kavramı 90’lı yıllarla birlikte trafik kazalarından (trafik terörü), düğünlerde silahla havaya ateş açanlara (maganda terörü), çok kanallı televizyonlarla birlikte yayınlanmaya başlanan o zamanın ifadesiyle “açık saçık” (!) programlardan (televizyon terörü) ekolojik teröre, siber teröre, uluslararası teröre… arzu edilmeyen, zararlı görülen her türlü “şeyi” ifade edebilen bir süper-sıfat haline geldiyse de özü hiç değişmedi; İkinci Dünya Savaşı sonrası yerleşmeye başlayan ama asıl olarak 60’lı yılların ortalarında kullanım alanı bulmaya başlayan “anarşi” kavramıyla birlikte “terörist”, “sol/bölücü muhalif”i gayrimeşru ilan etmeye, ortadan kaldırmaya, bastırmaya yarayan “politik dilin” pelesengi haline geldi.

Devlet Bahçeli’nin partisinin grup toplantısındaki (5 Ekim 2021) “Bölücü kebapçıların işsizlikte payı vardır,” sözleri ise bir hegemonya krizine işaret etmektedir: Sanırım İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana rejimi konsolide edenler, “anarşi/şakî/terör” kavramları ile muhalefetin gayrimeşruluğuna ilişkin hegemonik bir dil, bir ideolojik aygıt üretirlerken bu derece pespayeleşmemişler, bu kadar acze düşmemişlerdi. Elbet bunda bu hegemonyanın üretiminde görev alan aktörlerin entelektüel kapasiteleri de önemli bir rol oynamaktadır: Hiç, annesi (ki hanımefendi aynı zamanda Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın da anneleri olurlar) Hafize Zekeriya İtil adına kurdukları Nöropsikiyatri Vakfı’nda “bilimsel”(!) araştırmalar yapan “Prof. Dr.” Turan İtil’in muhalifleri/devrimcileri/teröristleri gerizekâlı gösteren bilimsel araştırmalarıyla ürettiği hegemonik dil ile Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nin “ekönomi” hocası Devlet Bahçeli’nin kebapçıları terörist olarak yaftalayan dilleri aynı kalibrede olur mu?


[1] Bahadır Özgür, Radikal, 13 Kasım 2011.

[2] “Bekaroğlu, 12 Eylül Dönemini Anlattı: Tek Tip Elbiseye Direnişi Hipnozla Kırmamızı İstediler”, Gazete Duvarhttps://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2017/09/12/bekaroglu-12-eylul-donemini-anlatti-tek-tip-elbiseye-direnisi-hipnozla-kirmamizi-istediler