Bir “Yetmez Ama Evet”çinin İtirafları

David Lynch’in Mulholland Çıkmazı diye muhteşem bir filmi vardır, bilirsiniz. Kahramanımız Diane bir gece yatağında yatmakta iken uzun zamandır peşini bırakmayan bir kâbusla yine karşı karşıya kalır. Uyku ile uyanıklık arasında iki yaşlı gudubet, kapalı kapının ardından küçücük bedenleriyle içeriye süzülürler, sonra büyür de büyürler. Nihayetinde boğazını sıkmaya yeltendikleri bir anda Diane, komodindeki silahı alır ve kafasına sıkar. Ama şahsen, filmi birkaç kez izlememe rağmen, Diane’in gerçekte orada ölüp ölmediğini bilmiyorum. Bildiğim tek şey, yaşamın Diane için artık sadece bir kâbustan ibaret olduğu.

Bu kadar can yakıcı olmasa da bizim hayatımızda da yaşanan kâbuslar var. Bazen geliyor, bazen gidiyor, ama içimizden bir ses her zaman orada olduğunu söylüyor. Bugün gelmedi ama yarın gelecek. Olmadı, önümüzdeki hafta, belki bir ay, belki bir yıl, belki de on yıl sonra. Ama mutlaka gelecek. Ama eğer hâlâ yaşamaya devam ediyorsak o kâbusa alışmamız gerekli.

Uzun zamandır “yetmez ama evet” kâbusu yaşanıyor memlekette. Ne zaman, nasıl ortaya çıkacağı belli olmuyor. Tam “konu kapandı” derken bir bakmışsınız, kapalı kapınızın ardından içeri süzülüveriyor. Diane’inki gibi ölümcül bir hal değil ama kımıldamazsam gider mi diye düşünüp nefesinizi tutuyorsunuz ve sessizce gitmesini bekliyorsunuz. O an için kurtuluyorsunuz ama sonra yine başınıza musallat oluyor. Bir sabah uyandığınızda yine bir köşe yazısı, onlarca tweet, birkaç satıra sığdırılan bir paketle karşı karşıya kalıyorsunuz.

Tam on bir yıldır periyodik olarak devam eden bu kâbusa karşı yapılacak çok fazla şey olduğunu düşünmüyorum ama en azından kendi açımdan bir kalkan oluşturmak zorundayım. Derdimi belki şu şekilde anlatabilirim.

Anayasa?

Bugüne dek bizzat halk tarafından yapılmış bir anayasa görülmemiştir. Çünkü anayasa denilen metin ya da temel yasa, gücü ele geçiren kurucu iradenin eseridir. Temsilî demokrasi denilen olgu, zaten gerçek demokrasiyle kıyas kabul etmeyecek bir olgu olduğundan, esasında kurucu güç tarafından anayasa ile topluma bahşedilmiş olma niteliğine sahiptir. Ancak bu tür bir bahşetme kurucu gücün yüce gönüllülüğünden kaynaklanmaz. Meşruiyete her zaman ihtiyaç duyan ve sürdürülebilir iktidarı bu meşruluktan alan kurucu güç, her ne olursa olsun halkla uzlaşmak ve bu zorunluluğu da anayasaya yansıtmak zorundadır. Söz konusu meşruiyet ihtiyacı, öncelikle anayasanın halk tarafından yapıldığı izlenimini yaratmakla mükelleftir, başka türlü itaatin sağlanması mümkün değildir. İkinci olarak da bireyi devlete karşı koruma vaadini barındırır ki, bu da yine kurucu gücün meşruiyet ihtiyacından doğar. Temsilî anlamıyla Batı demokrasilerinde halk ve iktidar ya da birey ile iktidar arasındaki bu meşruiyet ilişkisi daha gözle görülür olup, birey ve/veya halk ile devlet arasındaki mesafe nispeten kısadır. Devlet görevlilerinin hesap verme yükümlülüğü daha katı, insan hakları daha somut şekilde uygulanır, sosyal devlet -en azından son yirmi ya da otuz yıla kadar- daha görünürdür vs. 

Batı demokrasilerinin bir diğer özelliği de anayasalarının halkın ağzından yazılmış gibi vazedilmiş olmasıdır. “Biz”, “bilmem ne halkı” diye başlayan metinler, sanki milyonlarca yurttaşın bir masa etrafında toplanıp, metni kaleme almış olduğu yanılsamasını yaratır. Ama Türkiye gibi ülkelerde böyle bir ifade söz konusu değildir. Nispeten demokratik haklar barındıran anayasalardan, 1980 anayasası gibi halkın üzerine kâbus gibi çöken versiyonlarına kadar, her zaman devletin sesi -sert ya da daha az sert- duyulur. Türkiye Cumhuriyeti anayasaları çoğunlukla halktan ihtiyaç duyduğu bir meşruiyete ihtiyacı yokmuş gibi konuşur. Bu konuda Türkiye devleti her zaman kendinden çok emindir ve anayasa metinlerinin lafzından, meşruiyete ihtiyacı olan, kurucu ya da halihazırdaki iktidar değil de, yaşam hakkı devlet tarafından kendisine bahşedilmeye ihtiyacı olan edilgen bir halk olduğu anlaşılır. Esasında bu durumda belki de halktan değil de sadece bir arada yaşayan bir güruhtan söz edilebilir.

Tüm bunlarla birlikte anayasa temel bir norm olup, her hükümetin kendi isteği doğrultusunda değiştiremeyeceği değişiklik usulllerine tabidir. Bu da anayasanın devletin hukukunun temeli olduğu, hükümetler tarafından denetlenen ya da üzerinde istedikleri gibi değişiklik yapamayacakları, aksine iktidarı denetleyen, hükümetleri diken üstünde tutan -ya da tutması gereken- o hükümetlerin varlık ve yokluk koşullarını içeren manifestodur. Bu nedenle de anayasa, hükümetin güdümünde değil, hükümeti kontrol altında tutan bir aygıttır. Dolayısıyla anayasanın değişmesi ya da üzerinde değişiklik yapılması, hükümetlerin değişmesine göre çok daha zordur. Hasılı, bir anayasa çok hükümet görebilir ama bir hükümet genel olarak aynı anayasaya tabi kalır.

Hal böyleyse, bir anayasa değişikliğini öncelikle anayasal zeminde, hükümetten -halihazırdaki iktidardan- bağımsız olarak düşünmek elzemdir. Halihazır iktidar tarafından gücünün yettiği ölçüde yapılan anayasa değişiklikleri, yalnızca o iktidar açısından düşünüldüğünde, bir anlamda anayasanın kendisi yok sayılmış ya da Türkiye gibi ülkelerde hiçbir zaman anlamını bulamamış olsa da bireyi, halkı devlete karşı koruma vaadi göz ardı edilmiş olur. Ki, böyle bir tutum da esasında anayasanın tam anlamıyla yok sayılması demektir. Oysa anayasaların halihazır iktidarlardan kıyas kabul etmeyecek ölçüde daha uzun ömürlü olduğu ve anayasa değişikliklerine de bu gözle bakmak gerekliliği, daha kalıcı yasalarla daha geçici icraatler arasındaki tercihi belirlemelidir. Bir anayasa değişikliği, öncekinden daha demokratik hükümler içeriyorsa, başka bir deyişle anayasanın eski haline göre daha iyiyse, şahsen tercihim bu değişikliklere “evet” demektir. Örneğin Anayasa Mahkemesi’ne ya da Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na dair değişiklikler eskiye nazaran daha demokratiktir. Kürsü hâkimlerine oy hakkı ya da Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanınmış olması demokrasi mücadelesi yapanları neden rahatsız eder, çok anlaşılır bir hal değil gerçekten. Ayrıca “Evet” diyen her insanın da aynı siyasi görüşü paylaşması gerekmez. Kimi liberalizme inanır, diğeri mevcut koşullar altında “kötünün iyisi” olarak düşünür. Ama gerçek olan şudur ki, henüz çatısı altında yaşamaktan kurtulamadığımız temsilî demokrasinin amentüsü anayasadır, her zaman daha iyi bir anayasa.

Peki ya konjonktür?

Hukuktan hiçbir şekilde ayrılamayacak olan siyasetin de kesinlikle durağan olmadığı, idealize edilmiş şekliyle yerinde saymadığı muhakkak. Hükümetlerin ya da halihazır iktidarların, özellikle de Erdoğan ve AKP gibi gereğinden fazla söz sahibi olmuş aktörlerin de zaman içinde daha çok halkın yanında ya da karşısında olma ihtimalleri de yüksek ki, tecrübemiz ikinci seçeneği çok acı bir şekilde yaşadığımızı gösterdi. Bu, kimileri için sürpriz ama muhalifler için zaten beklenen bir şeydi. Genel iddia da, Erdoğan ve AKP’nin söz konusu değişik anayasayı kendi lehine kullanacağı ve bundan kaçınılamayacağı, aksini düşünmenin ise en hafif tabirle saflık olduğu yönündeydi.

Ama yukarıda da belirtildiği gibi siyaset durağan bir olgu değilse eğer, konjonktürel siyaset çok daha farklı bir yöne de gidebilirdi. Erdoğan ve AKP de buna göre tavır alıp siyasetini buna göre belirleyebilirdi. Çok bilindik bir örnek olarak Kürt açılımını ve Habur’u bir nebze hatırladıktan sonra, 2015 ve devamında iktidar açısından değişen konjonktürün bugün Kürt meselesini nasıl bir çıkmaza soktuğunu ve iktidarın tüm köprüleri yıkıp nasıl vahşileştiğini görebiliriz. Bu sadece tek bir örnek olmakla birlikte, Erdoğan ve AKP’nin iktidarı devam ettirmek için nasıl sertleştiği ve muhalifler için nasıl bir karabasan haline geldiği izahtan vareste. Buna karşı ileri sürülebilecek olan temel iddianın Erdoğan ve AKP’nin zaten İslâmcı ve muhafazakâr olması, dolayısıyla bu ürkütücü halden başka bir seçeneğin gerçekleşmeyeceği söylenegelse de bu da yine siyasetin idealize edilmesine ve esasen güç ilişkileri çerçevesinde gerçekleşen siyasetin olduğu yerde saymasına karşılık gelir ki, bunun da ne kadar gerçekçi olduğu üzerinde ciddi bir şekilde kafa yorulması gerekir. Çünkü eğer siyaset böyle bir olgu olsa idi, bunu savunan muhaliflerin Stalin’in SSCB’deki katliamları ve muhalif kıyımlarına karşı “dönemin şartları”na sığınmaları mümkün olmazdı. Yine son cumhurbaşkanlığı seçiminde sosyalistlerin doksanlı yılların içişleri bakanı milliyetçi, muhafazakâr Meral Akşener’in aday olması halinde kendisine oy verebileceklerini düşünmeleri de başka türlü açıklanamazdı (2010 ve 2021 tarihleri arasındaki Erdoğan/AKP farklılaşması düşünüldüğünde, 2010 şartları itibarıyla söz konusu anayasa değişiklikleri her halükarda umut vericiydi ve bu umudu göz ardı etmeyenlerin, tıpkı herkes gibi, “dönemin şartları”na göre tercih belirlemeleri hiç de anlaşılmaz değildi). Bu durumda Erdoğan ve AKP’nin siyasetin durağan ve ideal olmayan gerçekliği karşısında “dönemin şartları”ndan hareketle ve kendini iktidarını korumak için siyaset yapmasını kim nasıl engelleyebilecekti ki?

O halde Erdoğan ve AKP’nin büyük bir başarıyla yirmi yıla yakın bir süredir koruduğu iktidarını acaba çoğu eskisinden daha demokratik olan 2010 anayasa değişikliklerine mi bağlamak gerekir, yoksa kendisi açısından yürüttüğü konjonktürel siyasete mi? Örneğin askerî mahkemelerin kaldırılmasının Erdoğan’ın ve AKP’nin varlığını ve iktidarını sürdürmesinde nasıl ve ne kadar bir etkisi olmuştur?

Ayrıca bir şekilde Erdoğan ve AKP söz konusu anayasa değişikliklerini nalıncı keseri gibi kendisine yontmayı başardıysa dahi, bunu eskisinden çok daha demokratik hükümlerin yer aldığı anayasaya dayanarak değil, siyaseten gücü sayesinde başarmıştır. Sanırım, böyle bir siyasi güç karşısında söz konusu değişikliklerin etkisi, Erdoğan ve AKP bunu ne kadar kendine yontarsa yontsun, eser miktardan öteye gidemeyecektir. Dolayısıyla Erdoğan ve AKP 2010 anayasa değişiklikleri sayesinde güçlenmemiştir, güçlü olduğu için onu kendi lehine kullanmayı başarabilmiştir.

Bu durumda, bir anayasa değişikliğini değerlendirirken -özellikle Türkiye gibi bir ülkede- önümüzdeki on ya da daha fazla yılı öngörebilecek bir müneccim olmamız mümkün değil, zaten gerekli de değil. Çünkü eğer söz konusu olan bir anayasa değişikliğiyse ve bu değişiklikler eskiye nazaran daha demokratik ise halihazırdaki iktidarın kim olduğu önemli olmadığı gibi, sürekli değişen konjoktürde ne kadar iktidarda kalacağından ve siyasetini hangi şartlara göre yönlendireceğinden emin olmadığımız için, hükümetten çok daha kalıcı olan anayasadan yana oy kullanmanın mantıksız hiçbir tarafı yoktur.

Kibir?

İlkçağ’dan bu yana siyaseti topluma dair ahlâki kavramlara dayandırmak artık neredeyse aşılması imkânsız bir duvar gibi duruyor önümüzde. Bu noktada “erdem” de fazlasıyla ahlâki bir kavram. Siyasetin güç ilişkilerine dayandığı, gücün artması ya da eksilmesi nedeniyle akışkan olduğu ve bu nedenle de insana dair ahlâki kavramların hiçbir geçerliliği olmadığını unuttuğumuz durumda ve/veya esasında siyaseten güçsüz ve iktidarsız olduğumuzu kabul etmek istemediğimiz anda bu kavramlara sığınmak bir çeşit duyarlılık ve tutarlılık olarak çıkıyor önümüze. Yoksa neden “yetmez ama evet” diyen herkes kibirli olmakla itham edilsin ki? Ama mesele siyaseten güçsüzlüğe gelince Erdoğan ve AKP karşıtı tüm muhalifler bu tür ahlâki kavramlara sığınmakta hiçbir beis görmedi. Şahşen çok da şaşırmıyorum, çünkü ne olursa olsun kendini haklı görmenin çeşitli yollarından biridir siyasette ahlâka sığınmak. Bu tür bir tavır çoğu zaman rahatsız edici ya da tehlikeli olmayabilir. Ama doğru tavrı gösterdiğini düşünen ve sözünün arkasında olan “yetmez ama evetçi”lerin siyaseten ne düşündükleri ya da durumu nasıl algıladıkları önemsenmeksizin, yaptıklarının yanlış olduğuna kanaat getirmemekle suçlanmalarının ve bunun da kibirden kaynaklı olduğunun iddia edilmesinin, ahlâki kavramlarla konuşacaksak eğer, en büyük kibir olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. “Yetmez ama evet”çilerin sessiz kalmalarının, polemiğe girmekten kaçınmalarının nedeni, haksız olduklarını bildikleri halde kibir yüzünden burnundan kıl aldırmamaları değil, dertlerini açıklamak konusunda duydukları umutsuzluk olabilir. Ne dersiniz?

İşin daha kötü yanı da şu ki, insana dair ahlâki kavramlarla siyaset yapmak her ne kadar alışılmış bir olgu olsa da, yaptığının arkasında duran insanları sessizlikten faydalanarak özür dilemeye zorlamak, “sükut ikrardan gelir” türünden vecizelere sığınarak, siyasi güçsüzlüğü onlar üzerinden güce dönüştürmeye çalışmak kesinlikle kabul edilemez. Buna izin verildiği noktada da ortaya çıkacak şey, “daha iyi bir dünya” değil, olsa olsa zorbalık olur.