Geçtiğimiz günlerde 30 Eylül-2 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da CHP’li Belediyeler Tarımsal Kalkınma Zirvesi gerçekleştirildi. Etkinliğe İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden (İBB) Eskişehir’in 8.000 civarında nüfusa sahip Mahmudiye Belediyesi’ne kadar Türkiye’nin farklı coğrafyalarından farklı sosyoekonomik ve kültürel özellikler taşıyan 160 CHP’li belediye ve 300’ün üzerinde tarım kooperatifi katıldı. CHP’nin 2024-2028 tarım planının da açıklandığı etkinlik bir yandan da her bir belediyenin stantlar açarak tarımla ilgili projelerini ve tarımsal ürünlerini tanıttığı bir fuar gibi organize edilmişti. Esasında CHP’li belediyeler daha önce de tarımla ilgili projeleri ile gündeme gelmişti. Örneğin 2019 yılında 11 büyükşehir belediye başkanı İzmir’de “Üretimin Desteklenmesi, Planlanması ve Ürünlerin Pazarlanması Çalıştayı”nda bir araya gelmişlerdi. Ancak buna rağmen, fuarda stantların arasında dolaşırken ne kadar çok belediyenin tarım meselesini gündemlerine aldıklarına, tarımla ilgili projeler üretmekte olduklarına ve projelerinin çeşitliliğine biraz da şaşkınlıkla tanık olduk.
CHP’li belediyelerin tarım zirvesi Türkiye’de pandemiden de önce başlayan, gıda fiyatlarında yıllardır devam etmekte olan artış ile ilgili tartışmaların alevlendiği bir döneme denk geldi. 2019 yerel seçimleri öncesinde de gıda fiyatlarındaki artış tanzim satışlarını gündeme getirmişti. Şu an yine en geç 2023’te olması öngörülen bir seçim sürecinden ve gıda fiyatlarına müdahaleden bahsediliyor. En son Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gıda fiyatlarındaki artıştan beş zincir marketi sorumlu tutması ve 1.000 yeni tarım kredi marketi açacaklarına dair açıklaması gibi örnekler aslında karmaşık ve yapısal sebepleri olan fiyat artışlarına yine popülist ve kısmi çözüm arayışları içinde olunduğunu gösteriyor. Böyle bir ortamda da belediyelerin yerel çözüm arayışları oldukça önem kazanıyor.
Biz de bu yazıda geleneksel olarak belediyelerin yetki ve sorumlulukları içinde düşünülmeyen “tarım meselesi”nin belediyelerin geniş katılımıyla gerçekleştirilen bir zirvenin odağı olabilmesine yol açan bağlamı kısaca anlamaya ve zirveden izlenimlerimizi aktarmaya çalıştık.
Arka Plan
2000’li yıllar, dünya genelinde önemli toplumsal, ekonomik ve siyasi gelişmelere tanıklık etti. BM’nin verilerine göre dünyada ilk defa kentsel nüfus kırsal nüfusu geçti. Konuyla ilgili yapılan bazı çalışmalar “kent çağına” girdiğimizi müjdeliyordu. Demografik değişimlere eşlik eden ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmeler kent ve kır ayrımını giderek bulanıklaştırıyor ve kentleşme süreçleri kırsal alanları da içine katacak şekilde genişliyordu. Bununla birlikte üretim biçiminde yaşanan dönüşümler ve teknolojik gelişmeler kentlerde artık yeterince iş yaratılamamasına neden oluyordu. Artan kent yoksulluğu, giderek kalıcılaşan işsizlik ve gıda fiyatlarında yaşanan ani yükselişler uluslararası düzeyde tarıma dayalı kalkınma fikrini yeniden gündeme getirdi. Tarım hem bir istihdam yaratma hem de yatırım alanı olarak tekrar konuşulmaya başladı.
Yukarıda bahsettiğimiz gelişmelerin yanında pandemi döneminde de gıda meselesinin önem kazandığını söyleyebiliriz. Pandeminin ilk zamanlarında süper marketlere yapılan akınlar, ev içindeki gıda tüketiminin ve evde yemek yapma zorunluluğunun artması gıdayla kurduğumuz ilişkinin değişmesine neden oldu. Bunun dışında da mevsimlik işçilerin hareketliliğinde yaşanan kısıtlar, sınırlarda kapanmalar nedeniyle üretimde ve gıda tedarik zincirlerinde yaşanan aksaklıklar, tarım ve gıda ürünlerinde ihracat yasaklarıyla kendisini gösteren korumacılık eğilimleri gıda ve tarımsal üretim konusunu gündemimize getirdi ve serbest ticaret ekonomisinin sınırlılıklarını tekrar hatırlattı.
Aslında Türkiye bu deneyime hiç de yabancı değil. Erken Cumhuriyet döneminin tarım ve ekonomi politikalarının belirlenmesinde bilindiği üzere Birinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan sıkıntılar önemli rol oynamıştı. Bu dönemde üretimde azalma, uygulanan ambargolar ve ticaret yollarının kesintiye uğraması sonucu, özellikle temel tüketim maddelerine olan ihtiyaçlarının çoğunu deniz aşırı ticaret ile diğer ülkelerden karşılayan şehirlerde kıtlıklar ortaya çıkmıştı. Bu yüzden Erken Cumhuriyet dönemine damga vuran ilkelerden biri “üç beyazlar”ın yerelde üretimi ve kendine yeterlilik olmuştu. Tarımsal üretimin desteklenmesi 1960’lı yılların İthal İkameci Sanayileşme modelinde de ağırlıklı olarak devam ettiyse de bilindiği gibi 1980’li yıllardan itibaren bu süreci tersine çeviren politikalar uygulanmaya başladı. Bu dönemde tarımsal desteklerin önemli bir kısmı kaldırıldı, tarımsal KİT’ler büyük ölçüde özelleştirildi. Ancak, tarımdaki en önemli dönüşümler ağırlıklı olarak 2000’li yılların başında ve devamında AKP iktidarında gerçekleşti. Bu dönemde girdi maliyetlerindeki artışa rağmen ürünü yeterince para etmeyen, desteklenmeyen çiftçiler geçim ve finansman sıkıntısı yaşarken tüketiciler ise gıda fiyatlarında ciddi artışlarla karşı karşıya kaldı. Giderek artan sayıda çiftçi üretimden koparken, tarım alanlarında ciddi miktarlarda küçülmeler gerçekleşti.
Bugün yine bir uluslararası kriz ortamında Türkiye’nin gıdada, tohumda dışa bağımlılığı her zamankinden fazla konuşulur oldu; gıda güvencesi, tarımsal üretim, kooperatifleşme gibi konular sıklıkla gündeme geldi. Bu süreçte adil ve sağlıklı gıdaya erişimin güçlü bir orta sınıf talebi olarak ortaya çıktığını söylemek mümkün. Ancak, tarım ve gıda meselesi elbette ki aslen bir orta sınıf konusu olmasının çok ötesine uzanıyor. Uzun süredir artmakta olan gıda fiyatları, son yılların ekonomik kriz, artan işsizlik, yoksulluk ve enflasyon koşullarında dar gelirlilerin sağlıklı ve yeterli gıdaya erişimini her zamankinden de ciddi bir mesele haline getiriyor. Böyle bir bağlamda gıdaya erişim, çiftçilerin üretim sorunları, kırsaldaki geçim derdi artık belediyelerin de meselesi haline geliyor. Bunda elbette 2012 yılında kabul edilen, Büyükşehir Belediye Kanunu’nda önemli değişikliklere neden olan yasanın da etkisi var.
2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanunla büyükşehirlerde belediye ve il sınırları birleştirildi. Köyler mahalleye dönüştürülerek büyükşehir belediyelerinin yetki ve sorumluluk alanlarına dahil oldu. Böylece kentlerin yönetimi için kurulan belediyeler artık kırsal alanlardan da sorumlu olmaya başladı. Türkiye için de kent ve kır arasındaki ayrımı idari açıdan iyice bulanıklaştıran bu değişiklik özellikle Adana, Balıkesir, Mersin, Muğla, İzmir gibi gelişmiş bir kent ekonomisine sahip olmakla birlikte önemli bir kırsal nüfusu barındıran illeri etkiledi. Yasa öncesinde de belediyelerin küçük bir kısmının tarım ve gıda konularıyla ilgili projeleri bulunuyordu. Ancak, bu yasa sonrasında ve özellikle yukarıda bahsettiğimiz bağlamda, belediyeler gıda ve tarım meseleleriyle çok daha yaygın bir şekilde ilgilenmeye başladılar.
Zirveden İzlenimler
Tarımsal Kalkınma Zirvesi’nde bir yandan programda yer alan konuşmalar sürmekteyken bir yandan da fuar alanında açılan stantlarda her belediye kendi ürettiği ya da üretimini desteklediği ürünleri sergiliyor, stantlarında projeleriyle ilgili bilgiler veriyordu. Neredeyse her belediyenin tarımla ilgili birden fazla projesi vardı. Hatta, tekil projelerin de ötesinde belediyelerin sadece tarımsal projelerini tanıtmaya ayrılmış broşürlerine, kitapçıklarına ya da yayınlarına sıklıkla rastladık. Bazı belediyelerin tarımsal politikalarına özel ürettiği “destek büyükşehirden üretim çiftçiden”, “halkın tarlasından halkın sofrasına”, “iyi tarım, güvenli gıda, sağlıklı gelecek” gibi sloganları bile vardı.
Gözümüze çarpan ilk nokta belediyelerin uygulamalarındaki çeşitlilik oldu. Bir yanda, konuyla ilişkisi tarımsal üretim için gerekli altyapıların iyileştirilmesi ya da tohum veya hayvan desteklerinden ibaret olan belediyeler vardı. Diğer yanda, çok daha geniş kapsamlı, tarım ve gıda meselesinin tarladan sofraya farklı safhalarının birden çoğuna çözüm üretmeyi hedefleyen belediyeler bulunuyordu. Bu uygulamaların çeşitliliği, üretim süreçlerine verilen desteklerden ürünlerin pazarlanmasına ve tüketicilere ulaşmasına kadar birçok alana yansıyordu.
Altyapı konusunda yapılan yatırımlar tarımla ilgili projelerini henüz yeterince çeşitlendirmemiş belediyelerde dahi yaygınlıkla gördüğümüz politikalar arasındaydı. Bu konudaki örnekler, tarla yollarının onarımından hayvan içme suyu göletleri, sulama sistemleri ve kanallarının inşasına ya da meraların ıslahına kadar çeşitleniyor. Ayrıca, yine üretimi destekleme amacıyla makine parkları, soğuk depolama, gıda kurutma gibi tesislerin kurulması, çiftçinin erişimine süt soğutma tankları, salça ve üzüm makineleri sunma gibi hizmetler de bulunuyor. Hayvan sağlık hizmetleri destekleri, hayvan bakımıyla ilgili eğitimler, arıcıların elektrik ihtiyaçlarının karşılanması için güneş paneli dağıtımının yanı sıra büyük/küçük baş hayvan dağıtımı, gübre ve yem desteği sağlanması da hayvancılıkla ilgili geliştirilen proje çeşitleri olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca, çiftçi eğitimleri, teknik destekler ve biyoteknik mücadele de verilen diğer hizmetler arasında sayılabilir.
Tohumla ilgili projeler de belediyelerin özellikle öne çıkan faaliyet alanlarından birisiydi. Birçok belediyenin özellikle atalık tohum projesi vardı. Atalık tohumların üretimini üstlenen belediyeler bunları çiftçilere dağıtarak bir yandan tohumların kaybolmasını engelliyor, bir yandan da ithal tohumlara alternatif oluşturuyorlardı. Ayrıca, özellikle yurtdışı pazarlar için yetiştirilen ürünlerin yaygınlaşması ve fiyatlarının cazibesini kaybetmeleri sonucu rağbet görmeyen tahıl, hububat gibi geleneksel ürünlerin ekilmesi de bu projelerle sağlanıyordu. Tohum dağıtımına benzer şekilde zaman zaman düşük bir bedel karşılığında zaman zaman ise bedelsiz bir şekilde yapılan fidan ve fide dağıtımları da sıklıkla karşımıza çıktı. Bu projelerin çoğunda fide ve fidanların üretimi belediyelerin kendi sera ve fidanlıklarında gerçekleşmekteydi. Bunların yanında tohum, gübre ve ilaç gibi girdiler de belediyelerce sağlanıyor, belediye bünyesinde ya da katkısıyla kurulan üretim kooperatifleriyle çiftçiler destekleniyordu. Bu uygulamaların hepsi çiftçilerin en büyük sorunlarından olan girdi maliyetlerini düşürmesi bakımından önemli projeler.
Üretime yapılan bu destek ve katkıların yanı sıra tarımsal ürünün satın alınması, işlenmesi ve tüketiciye ulaştırılmasına yönelik projeler de göze çarpıyordu. Örneğin çiftçinin yetiştirdiği ürünü kooperatifler ya da belediye şirketlerince satın alan, bunları ya doğrudan ya da işleyerek yine kooperatifler ve belediye bünyelerinde kurulan marketler aracılığıyla tüketiciye ulaştıran belediyeler mevcuttu. Yine kadın çiftçilere dağıttıkları fidelerden ürettirdikleri bitki ve çiçekleri satın alarak park ve refüjlere eken belediye örnekleri de vardı.
Belediye bünyesinde ürettiği atalık tohumları çiftçilere dağıtan, daha sonra bu tohumlardan üretilen buğdayı satın alıp un ve bulgur haline getirerek kendi marketlerinde ya da kooperatiflerinde satan çok yönlü belediye projeleri tohum dağıtımı gibi üretim desteklerinin ötesine geçerek ürünün pazarlanması, satışı ve tüketiciye ulaşması gibi safhalara da müdahale ediyor. Öncelikle çiftçiden ürününü satın alarak tüccara ve piyasalara mahkûmiyetini azaltıyor. Ayrıca, belediyelerin buğdayı işleyerek un ve bulgur halinde kendi satış noktalarında satması, tüketiciye de daha uygun fiyatlarda ürünlerin ulaşmasına katkıda bulunuyor. Bazı belediyelerde bu uygulama sözleşmeli üretim modeliyle gerçekleşiyordu. Sözleşmeli üretim elbette piyasa koşullarında büyük şirketleri kârlı çıkarabilecek ya da çiftçinin daha fazla sömürüsüne sebep olabilecek bir model. Ancak, belediyelerin ön ayak olduğu sözleşmeli tarım, kâr odaklılık yerine çiftçi yanlısı bir yaklaşımla yapıldığında, hem çiftçilerin ürünlerinin daha iyi fiyatlarla satın alınmasını sağlayabilir hem de çiftçiye garantili alım vermek suretiyle piyasanın belirsizliklerine karşı bir miktar koruma alanı sunabilir.
Pazarlama, markalaşma ve lojistik kısımlarında yapılan faaliyetler de çiftçilerin en büyük sorunlarından biri olan pazarlamayı ve tüketiciye ulaşımı kolaylaştıran önemli mekanizmaları oluşturuyordu. Bu noktada özellikle kooperatiflerin öne çıktığını söylemek gerek. Son dönemlerde artan kooperatifleşme eğiliminin belediye politikalarına da yansıdığını rahatlıkla iddia edebiliriz. Stantlar arasında dolaşırken birçok belediyenin yakın dönemde kurulmuş ya da şu anda kuruluş aşamasında olan kooperatifinin olduğunu öğrendik. Kooperatiflerin bir kısmı üretim süreçlerinde de yer alırken önemli bir kısmı da çiftçiden aldığı ürünleri tüketiciye ulaştırma işlevini görüyordu. Türkiye’de tarımda yaşanan sorunların en önemlilerinden birinin üretici fiyatlarıyla market fiyatları arasındaki fark olduğu göz önüne alındığında üreticiyle tüketiciyi kâr amacı gütmeksizin buluşturan kooperatiflerin önemi ortadadır.
Kooperatiflerin yanı sıra belediyelerin halk market, halkın bakkalı gibi isimler altında kurulan marketler, satış noktaları, üretici ve kooperatif pazarları ve e-ticaret platformları aracılığıyla da çiftçilerin pazarlama sorununu çözmek konusunda inisiyatif aldıklarını söyleyebiliriz. Bunların bir kısmı özellikle tedarik, lojistik, muhasebe, ambalaj, paketleme gibi alanlarda bütünleşik bir hizmetle ürünleri maliyetleri daha düşük bir şekilde tüketiciye ulaştırma potansiyeli taşıyor. Ayrıca, zaman zaman yöresel ürünlerin coğrafi işaret tescillerinin alınması gibi yöntemlerle ürünlerin katma değerinin artışına ve pazarlanmasına katkıda bulunuluyor.
Önce İzmir ve sonrasında İstanbul’da uygulamaya geçen ve başka belediyelerde de yaygınlaşan süt dağıtımı gıda alanında öne çıkan önemli diğer projeler arasında yer alıyor. Kooperatiflerden alınan sütün küçük yaştaki çocuklara ve bazen de anne adaylarına ulaştırılmasını hedefleyen bu projeler hem üreticileri hem de tüketicileri destekliyor. Kendi sahip olduğu alanlardaki ağaçlardan toplanan meyvelerin halk marketler üzerinden yoksullara ücretsiz dağıtımı da bu alandaki örneklerden. Ayrıca, belediyelerin kendi âtıl durumdaki arazilerinde doğrudan üretim yaptığı ve bu ürünleri halka daha uygun fiyatlarla ulaştırdığı projeleri de kamuoyunda komünist başkan olarak bilinen Fatih Mehmet Maçoğlu’nun Ovacık’ta uygulamaya başladığı modeli hatırlatıyor.
Son zamanlarda CHP’li belediyelerin tarımla ilgili projelerinin öne çıkması, tarımsal politikalarında rahatlıkla gözlemlenebilen bu çeşitlilik ve yaygınlık ümit veriyor. Ancak, yaşanan girdi ve maliyet fiyatlarındaki artış, artan maliyetlere rağmen üretici fiyatlarının düşüklüğü, piyasa koşullarının getirdiği belirsizlikler gibi nedenlerle üretimi bırakan çiftçilerin olduğu, tarım alanlarının giderek azaldığı bir dönemdeyiz. Bu kadar yapısal sorunların olduğu bir ortamda elbette muhalefet belediyelerinin yapabilecekleri kısıtlı olacaktır. Bu yüzden belediye uygulamalarının CHP’nin Tarım Zirvesi’nde açıkladığı daha makro politikalarıyla birlikte ele alınması gerekiyor.
Zirvede tanıtımı yapılan ve CHP’li milletvekili Orhan Sarıbal’ın hazırladığı “Türkiye’de Tarımın Durumu: AKP İktidarının 18 Yıllık Bilançosu”nda yer alan öneriler arasında tarımsal üretimde planlama yapılarak çiftçinin ne üreteceğini önceden bilmesi, tarımsal desteklemelerin GSYH’nin %2’sinden az olmaması, çiftçinin kullandığı mazottaki ÖTV ve KDV’nin kalkması, girdi destekleri, tarımsal kredilerdeki faizlerin silinmesi ve ödenebilir altyapıların oluşturulması gibi üretimin geniş çaplı planlanmasını ve desteklenmesini içeren, çiftçilerin maliyet ve finansman sorununa değinen politikalar bulunuyor. Burada CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında hiçbir çiftçinin üretim araçlarının borç sebebiyle haczedilmeyeceğini söylediğini vurgulamak ayrıca önemli.
Bunların yanı sıra raporda yer alan diğer politika önerileri ise şu şekilde sıralanabilir: doğal afet koruma planları, teknik personel desteği, orman köylülerinin yaşam şartlarının iyileştirilmesi, sürdürülebilir balıkçılık ve avlanma, mevsimlik tarım işçilerinin yaşam koşullarının ve diğer şartlarının iyileştirilmesi, tarım topraklarının korunması, tarımsal üretimde dışa bağımlılığın azaltılması, meraların ıslahı, kooperatifçiliğin desteklenmesi… Bunların çoğu aslen merkezî hükümet eliyle ve dikkatli bir plan çerçevesinde yürütülebilecek politikalar. Bu vaatlerin uygulanması da çok ciddi planlama, araştırma ve yatırımlar gerektiriyor. Ancak yine de CHP’nin şu an yönettiği 11 büyükşehir ve diğer belediyeler bütün bu önerilerin en azından bir kısmının yerel ölçekte hayata geçmesi için önemli imkânlar sunuyor. Bununla birlikte bu politikaların belli kısıtlarının ya da eksikliklerinin olduğunu da eklemek gerekiyor.
Kısıtlar
Kooperatifler, belediye marketleri ve e-ticaret platformları üzerinden çiftçilerin ürünlerini doğrudan halka ulaştırmak elbette önemli bir çaba olarak değerlendirilmeli. Ancak bu marketlere ve bu gıdaya kimlerin erişebildiği sorusu da hâlâ geçerliliğini koruyor. Çünkü daha sağlıklı ve iyi gıdaya ulaşmanın yüksek maliyeti kooperatiflerde satılan ürünlerin de zaman zaman piyasadaki daha seri ve ucuz ürünlere göre pahalı olmasına sebep oluyor. Dolayısıyla sağlıklı gıdaya kimin erişebildiği meselesini daha fazla gündemimizde tutmamız gerekiyor. Bu konuda kendi arazilerinde yetiştirdikleri ürünleri gelir seviyesi düşük vatandaşlara ücretsiz ya da daha uygun fiyatlarla ulaştıran belediyeler bulunuyor. Ancak bu tür uygulamalar olmadan, tek başına aracıları ortadan kaldırmak, sağlıklı gıdayı üreticiden alıp kooperatifler ya da diğer yöntemlerle tüketiciye aracısız ulaştırmak bu soruna ne yazık ki cevap oluşturmuyor.
Bir başka önemli mesele de tarımsal kalkınma konusunu ele alma biçimiyle ilgili görünüyor. Zirvenin açılış töreninde gerek İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gerek diğer konuşmacıların dile getirdikleri bir başka nokta da kır ve kente bütüncül yaklaşıma olan ihtiyaç ile ilgiliydi. Açılış konuşmalarında kentlerdeki yoksulluğun kırsal çözülmeyle doğrudan ilişkili olduğu ve insanların refahlarını kırda, yaşadıkları yerde sağlama gerekliliği özellikle vurgulandı. Ancak, belki de bu programın en büyük eksiği kırsal kalkınmanın sadece üretim ve istihdam kısmına odaklanması. Kıra bakış sadece ekonomik değil, sosyal ve kültürel meseleleri de kapsamalı. Kırsalda eğitim, sağlık ve diğer hizmetlere ulaşım zorlukları ile sosyal ve kültürel imkânların kısıtlılığı da insanların kır ya da kentlerde yaşama tercihlerinde belirleyici oluyor. Özellikle günümüzün iletişim çağında televizyonun, internetin, sosyal medyanın yaygınlaşması ve ulaşım imkânlarının artışıyla kentlerdeki imkânların ve yaşam farklılıklarının fazlasıyla görünür olduğunu ve kentlerle her zamankinden daha fazla içli dışlı olan bir kırsal hayatın ortaya çıktığını kabul etmek gerekir. Böyle bir ortamda kırsalın refahını sadece bir istihdam ve gelir meselesi olarak ele almak kısıtlı bir çözüm arayışı olur. Kırsalda geçinebilen pek çok ailenin çocuklarını daha iyi okutabilmek gibi nedenlerden dolayı da kente göç etmeyi tercih edebildiğini unutmamak gerekir.
Son olarak bizim bu yazıda hiç bahsedemediğimiz diğer kısıtların da altını çizmek gerekiyor. Yoğun kimyasal gübre, ilaç ve su kullanımını gerektiren ve çevresel zararları olan konvansiyonel tarıma karşı agro-ekolojik çözümlerin geliştirilmesi, iklim krizi, kuraklık gibi konuların da çok daha acil bir şekilde ele alınması gerekiyor. Bu meseleler hakkında önemli projeleri olan belediyeler elbette var, ancak küresel iklim krizinin aciliyeti karşısında bu konuların çok daha öncelikli ve yaygın olarak politika üretme alanına girmesi şart.