Bugünün insanı, geçimini sürdürmek ve bu sayede hayatta kalabilmek için her ne yapıyorsa onu sadece devam ettirmek değil, aynı zamanda arttırarak devam ettirmek zorunda bırakılmış durumda. İnsanlar ekonomik anlamda bir iş içindeyse bu durum kişiyi giderek tükenmişliğe itiyor; ekonomik anlamda bir işi yoksa da kişisel bir başarısızlık olarak kabul edilmesi sağlanıp kişi utanca sürükleniyor. Herkes, işin türüne göre mevcut üretimi arttırmaya ve her dönemde yeni üretim rekorları kırmaya zorlanıyor.
Bu ise insanlar üzerinde depresyon oluşturuyor. “Depresyon, anlamın yokluğunda temsil olunan uçurumun vizyonudur.”[1] Bunun konuşulmasını savsaklamak için de ulusal bazda büyüme ve kalkınma anlatısı, aşırı matematikselleşmiş, anlatıdan kopmuş ve anlaşılmaz ekonomik tablo ve göstergelerle aralıksız olarak insanların üzerine boca ediliyor. “Küresel ekonominin karmaşıklığı, bilgimizin ve yönetme kapasitemizin katbekat ötesinde.”[2]
Dünün insanına bu durum zorla (biyopolitika) dayatıldığında çözümü bulmak için çok düşünmeye gerek yoktu. Çözüm elbette bu zorlamaya direnmekten, yani devrimden geçiyordu. Düşman, görünür ve alt edilebilir bir varlıktı. Oysa bugün, insanları bu tükenmişliğe ve utanca iten düşman görünür değil. Kimse bizi, yani kendimizi daha çok üretmeye ve geçmiş rekorlarımızı kırmaya aslında zorlamıyor. Kendi kendimize oluşturduğumuz tüketim ve itibar seviyesini korumak için üretimimiz üzerinde baskı oluşturan, Byung-Chul Han’ın tabiriyle performans öznesi yine biziz (psikopolitika).
Öyleyse bugünün direnişi ve devrimi kime veya neye karşı olacak? Bu ve benzeri soruları cevaplamak sanıldığı kadar kolay değil. Kolay olmadığı gibi bunu kabullenmeden hiçbir adım da atamayacağız. Çünkü “bugünün egemenliği kendini özgürlük olarak sunmaktadır... ve ağdaki verilerin [big data] sahibi kimse egemen de odur.”[3] İşin garibi, bu verileri o ağlara aktaran da biziz. Üstelik hiçbir zorlamaya da tabi tutulmadan… O nedenle direniş sanıldığı kadar kolay değil. Söz konusu olan, açık konuşmak gerekirse kendi arzularımızdır.
Bugün elbette arzu yerine çileciliği önerecek değiliz. Ancak arzuyu belki yeniden düşünmeyi deneyebiliriz. Berardi’nin sorusu bu anlamda yerindedir: “Tarihi arzu yargılar, peki ama arzuyu kim yargılayacak?”[4] Bugüne kadar arzu -elbette keyif olarak da düşünülse de- genellikle tüketim-üretim çerçevesinde anlatıya tabi kılındı. Tüketimi de üretim anlatısı belirlediği için daha çok üretim üzerinde durmak makul görünüyor.
Üretim
“Sevdiğin işi yapamıyorsan, yaptığın işi sev-melisin” diyen ve toplumun neredeyse her kesiminin diline pelesenk olmuş buyurgan ekonomik söylem, kurduğu cümlenin oksimoronluğunu fark edemeyecek durumdadır. Özgürlük ve eşitliğin duygusal kabullenilişi olan sevgi ile bir arada bulunamayacak olan zorunluluğun (-meli) dost kılınması önerilmektedir. Burada, aşırı üretim merkezli ekonomik anlayışın dostluktan ne kadar bîhaber olduğu ispat etmeye değmeyecek kadar ortada iken reklamların dilinden özgürlük ve dostluk şarkısı hiç düşmez.
Platon ve Aristoteles’ten bu yana pek çok düşünürün felsefe ile çalışmayı keskin ayrımlarla ayırdığını görmüştük. Antikçağ’ın Atina’sının kölecil sisteminde felsefe yapanlar çalışmaz, çalışanlar da (köle) felsefe yapmazdı. Özgür insanların, yani çalışmak zorunda olmayanların yapabileceği felsefe, Latincede “vita contemplativa” (temaşa, hayran olmak, seyran etmek, derin düşünme, theoria, nazariyat vs.) olarak ifade edilirken, kölelerin yapmak zorunda olduğu çalışma ise sadece “vita activa” (aktif yaşam) idi. Ayrımı böyle yaptığımızda bugün biz de kölecil toplumsal yapıyı veri almış oluruz. Bunu en son yapanlardan biri de Byung-Chul Han’dır. Zamanın Kokusu’nun son bölümü olan “Vita Contemplativa”da Chul Han, bu dikotomiyi aynen tekrarlar.[5] Parlamenter demokrasinin de üzerine temellendiği mevcut kölecil sistemi veri alan felsefi hattın bu tekrarının eleştirisi Dostluk yazılarının ilk bölümünde zaten kısmen yapılmıştı.
Bu yazı, felsefe ve çalışmayı “birlikte” ele alan ancak mevcut neoliberal (ekonomik) düzeni de aşmayı düşünen bir güzergâhın peşinde olacaktır. Bu nedenle felsefe yapanların çalışmadığı, çalışanların da felsefe yapamadığı değil, ikisini birlikte yapmanın imkânlarını hatırlatacak bir seyir söz konusu...
1.
Dostlar üretime karşı olabilir mi, ya da ekonomiye? Ya da dostluk ve üretim gibi iki olgunun bir araya gelmesini siz de saçma veya kel alaka olarak görenlerdenseniz, büyük bir ihtimal felsefeyi de geyik muhabbeti veya edebiyat yapma olarak değerlendiriyorsunuz demektir. Öyle ya, dostların üretim veya çalışmayla ne alakası var?
Toplum heretiği olan dostlar, bugün dil ve para oyunu haline gelen ekonominin de heretiği olarak üretimi kaçınılmaz bir alan olarak görür. Ancak hakim düzenin üretim ve çalışmaya yaptığı aşırı vurgular ve aşırı üretim gibi neredeyse her alandaki aşırılık, dostların aşmaya çalıştığı bir aşırılıktır. Mesele, aşırılığın aşılması olarak bir izonomik arayıştır.
2.
Üretimde izonomi, dostların kendi geçimlerini gerçekleştirmek için izonomik şartları taşıyan yöntemleri tartışarak buldukları bir üretim sürecidir. Üretim süreçlerinde yer alanların kendilerine söz konusu süreç dışındakiler tarafından dayatmanın yapılmadığı herhangi bir yöntemin uygulanmasıdır. “Herhangi bir yöntem”den kasıt, dostluk topluluklarının kendi yöntemini bulabilmesine yönelik açıklığa bir vurgudur. Aşırılık talebi, dışarıdan geldiğinde buna karşı çıkmak, düşman en azından görünür olduğu için kolayken, aşırılık talebi içeriden geldiğinde bu sadece zor değil, aynı zamanda araştırılması gereken de bir durumdur. Ancak dostlar dediğimiz topluluk zaten bu tarz araştırmayı göze alan kişiler değil midir? Değilse zaten dost topluluğu olamaz. Ancak bir ipucu hemen beliriyor gibi… Dostlar büyümeyi hedefleyen bir topluluk mudur? Hayır. O halde işin, çalışmanın veya üretimin büyümesini de doğal olarak hedeflemez. Hedef söz konusu olduğunda hatırlanacağı üzere dostları yoldaşlardan ayırmıştık. Öyleyse burada hedef neden cümleye dahil oldu? Ya da politikanın hedefi ile dostların hedefi arasındaki fark nedir?
Mevcut politika veya ekonomide hedef, daima aşırılık, çokluk veya büyümedir. Bu politika veya ekonominin dinî olup olmaması da -manası dışında- sonucu, yani maddiliği değiştirmez. Dostlar topluluğunda ise hedef aşırılık, çokluk veya büyüme değildir. Aksine aşırılık, çokluk veya büyümeden kaynaklı depresyon, yabancılaşma, borç, utanç ve tükenmişliğin ortadan kaldırılması için her türlü çabadır. Herkes birbirinin “öteki ben”i olduğu için bir rekabet de yoktur. Bir rekabet söz konusuysa da bu, utanç doğuran değil, Spinozavari “neşe” doğuran bir oyun olabilir. Kaybedenlerin de kazandığı bir oyun…
Dil ve para dolayımından sonsuzluğa uzanan aşırılık arzusu, üretilen şeyin değerini sonsuzluğa doğru yol aldırırken, onu üretenlerin değeri de o ölçüde değerden düşer. Üretilen metanın değeri ne kadar arttırılırsa onu üretenlerin değeri düşecektir. Çok önceden Marx bu tespiti yapar:
İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir. Emek yalnız meta üretmez; kendini ve bir meta olarak işçiyi de üretir ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir... Nesneye sahip olmak öylesine bir yabancılaşma olmuştur ki işçi ne kadar fazla nesne üretirse kendisi o kadar azına sahip olabilir ve kendi ürününün, sermayenin egemenliği altına o kadar girer. Bütün bu sonuçlar şu tanımlamanın kapsamında vardır: İşçi kendi emeğinin ürününe, yabancı bir nesneyleymiş gibi bir ilişkidedir. Bu öncülden bakılınca açıkça görülür ki işçi kendisini ne kadar harcarsa, karşısında yarattığı yabancı, nesnel dünya da o derece güçlenir, kendisi ve içsel dünyası ne kadar yoksullaşırsa, kendine ait şeyler de o kadar azalır.[6]
Böylece çalışanların üretim için harcadıkları enerjisi arttıkça düşmanı olan sermayenin iktidarı güç üstüne güç katar. Bu da işçilerin sadece hayatta kalmak, yani ölmemek için insanlıklarından vazgeçmeleri anlamına gelir.[7] Dostlar bu insanlıktan vazgeçişe sessiz kalamaz ve Badiou’nun deyişiyle olay çıkartarak hakikate şahit olurlar. İnsanların özne olması, bu durumu gördüğü halde sessiz kalmaması ve harekete geçmesine bağlıdır. Âkif de bu duruma benzer şekilde yaklaşır ve olay çıkartır:
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu...[8]
3.
Dostların üretim sürecinde birikim ya da sermaye bir hedef değildir. Kestirilemeyen bir sonuç olarak ortaya çıkarsa da bu birikim ya ortaya çıkaranlara yeniden pay edilir ya da üretim için ihtiyaç duyan başka topluluklara devredilir. Böyle yerlerde (kooperatif vs.) çalışan herkesin aldığı ücret ve varsa üretimden elde edilen kâr da çalışanlar arasında eşit olarak bölüştürülür. Daha çok özveride bulunanlar ise diğerlerinden sadece daha çok saygı görür.
Dostlar topluluğu küçük bir cemaattir (komünite) aslında. Bu cemaatin ya da dostlar topluluğunun hedefi ile mevcut kapitalist toplumun hedefi arasında birbirine taban tabana zıt temel ekonomik bir unsur bulunur. Dostlar topluluğunun hedefi dayanışma ile içlerinde yoksul veya muhtacın bırakılmamasıdır. Zygmunt Bauman bu duruma “zayıfların felsefesi” der.[9] Kapitalist toplumun hedefi ise her ne pahasına olursa olsun rekabet ile içlerinden daha zengin veya birikimli kişilerin çıkarılmasıdır. Bauman’dan gidecek olursak bu duruma da “zenginlerin felsefesi” demek gerekir. Buradan sonrası etik bir karardır ve daima öyle kalacaktır.
Dayanışma daha az enerji, neşe ve oyun ile hayatı sürdürmek iken, rekabet daha çok enerji, yoğun coşku, yabancılaşma, depresyon ve maddi birikimdir. Dayanışmada amaç varlığı veya yokluğu çoğaltmak veya biriktirmek değil, mevcudun paylaşılmasından alınan keyiftir. Bu keyif zamana ve mekâna yayılmış bir keyiftir ve bunu herkes yaşar. Zamana ve mekâna yayılan bu keyif berekettir. Aynı keyif rekabette pik yaptığı için keyfi bazıları yaşar ve çoğunluğu yaşayamaz. Bu da yaşayamayanlar ve her zaman yaşayamayanlar için depresyon, bunaltı ve yabancılaşma yaratır.
Üretim ve dayanışma dediğimizde akla ilk gelen topluluk üretim yapısı kooperatif veya kibbutzlardır. İsrail’deki kibbutzlar gibi kooperatifler de gönüllülük esasına göre kurulur ve amacına göre üretim veya tüketim yaparlar. Çevre, daha doğrusu doğa dostu yapısı ile kooperatifler aslında tam da dostların doğasına uygun bir geçimlik üretim yöntemleridir. Bugüne kadar daha çok tarım veya hayvancılık alanındaki örneklerine rastlasak da bugün yapı ve tüketim kooperatiflerinde olduğu gibi şehirli örnekleri de faaliyettedir.
Ancak mevcut kooperatiflerin hepsinde olmasa da bir kısmında büyümek hedefler arasında sayılabiliyor. Dostların kooperatifinde büyümek ve birikim yapmak hedef değil, öngörülemeyen sonuçlar arasında bulunur. Amaç, mevcut yapıyı kendi kendine yeter (otarşi) halde tutmaktır. Böyle bir üretim anlayışında zenginlik ve politikanın anlamı da kaçınılmaz olarak değişecektir.
Zenginlik kavramı bugün alım gücüne ve dolayısıyla maddi birikime indirgenmiş durumda. Ancak bu niceliklendirilmiş zenginlik keyif ve mutluluğu hiçbir şekilde garantilemiyor. Oysa zenginliği zaman, özgürlük, neşe ve “dünyanın keyfini sürme kapasitesi olarak da” anlayabiliriz. Aksi takdirde “tüketim araçlarını edinmeye ne kadar fazla zaman harcarsak, önümüzde duran dünyanın keyfini o kadar az süreriz”.[10] Bu elbette bir tercihtir: Zamanı dostlarla keyiflice geçirmek mi, yoksa onu maddi birikim için kullanmak mı? Aslında biraz düşünüldüğünde maddi birikim peşinde olanlar da, o birikimi “tanıdıklarına” göstermek veya tanıdıklarıyla belki de paylaşmak için yaparlar. Eğer sonunda onlar için de birikimi paylaşmak söz konusu ise en başta birikim için dostlardan ayrı kalmak ne kadar rasyonel olur?
“Hümanizm ve Aydınlanma mirası olmaksızın kapitalizm saf, sonsuz ve gayriinsani bir şiddet rejimidir.”[11] Şiddet rejiminin birikimi önceleyen, keyfi erteleyen bu zenginlik anlayışı hakim yaygın zihni kontrol altına almıştır. Bu fikir, hayatı eksikliklere, yokluklara, ihtiyaçlara ve ötekinde olana berikinin de sahip olma mecburiyetine indirger. Bunun karşısına konulması gereken zenginlik, keyif çatma, gezme, anlama, birlikte hoşça ve dostça vakit geçirme olabilir.[12]
Aslında büyüme zorunluluğunu ortadan kaldırdığımızda yeni zenginlik kendiliğinden devreye girecek gibidir. Çünkü hayatta kalmak için rekabetçi sömürü sürecine boyun eğen zihin kendisine kapitalist büyüme zorlantısını dayanak gösteriyordu. Bu zorlantı boşa çıkartıldığında maddi birikim büyümese de, zamanın ve keyif anlarının büyüdüğü fark edilecektir.
Felsefe Nedir?’in girişinde Gilles Deleuze ve Félix Guattari, “kavram yaratmak” olarak cevaplarlar soruyu… Kavramın ya da felsefe yapmanın da ancak “dostlar arasında” yapılabileceğini tekrarlarlar.[13] Aynı eserde dostluğu ise metnin, şarkının ortak bir nakaratını paylaşmak olarak açıklar. Berardi, depresyonu bu bağlamda tarif etmeye çalıştığında bağlar âdeta yeniden kurulur: “Depresyon kişinin varoluşsal nakaratlarının katılaşması, nakaratların takıntılı biçimde tekrarı üzerine bina olur. Depresif kişi, tekrar eden nakaratın dışına çıkamaz ve labirente geri döner.”[14] Panik de bu anlamda meta mübadelesinde şeylerin “anlamını ve ekonomik değerini kavrayamaz olduğunda ortaya çıkar”.[15] Dostların önemi burada ortaya çıkar.
Dostluk, depresyon ve paniğin, yani “var olmama uçurumunun üzerinden geçme imkânı veren köprüdür”. Bu köprü, ontolojik dille ifade edilecek olursa “epistemik paradigma”dır.[16] Berardi, çözümü bu noktada küçülmede buluyor. Bu nedenle “mevcut servetin yeniden pay edilmesi”ni öneriyor.[17] Zenginliği dostluk çerçevesinde yeniden düşündüğümüzde onun mülkiyet üzerine değil de, keyif üzerine, yani hali vakti yerinde olmak üzerine inşa edilmesi gerektiği açıktır.
Aslında Anadolu Alevi türkülerine ve deyişlerine kulak verdiğimizde bu “hali vakti yerinde olmak”tan daha büyük saltanat olmadığını, “minnet etmeme”nin büyük bir saadet olduğunu fark eder gibi oluruz. Böyle baktığımızda kendi “yitik cennetimiz”i ötelerde aramaktan başka bir şey olmaz bu okumalar. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi, Allah bir kulunu sevindirecekse önce onu kaybettirir, sonra da buldururmuş. Ama bulmak için de zaten kaybetmiş olmak gerekmez mi?
4.
Dün bu tarz kooperatif veya planlı ekonomi gibi yöntemler, her tarafa aynı şekilde uygulandığı ve merkezî bir çoğaltma ile çoğaltıldığından ona gerçekten inananlar için bile başarısızlık veya yanlış olarak görülmüştü. Yanlışın aslında yöntemin kendisinde değil, her yere aynı şekilde dayatılması ya da gerçekten iyi bir planlama yapılamamış olduğu fark edildi.
Bologna’da, 1975’te Bifo tarafından kurulan A/traverso dergisi; “kolektif olduğunda mutluluk altüst edicidir” derken, “yeni bir bütünlük ilkesinden” ziyade mutluluğun “tekilleşme”lerde olduğunu ima ediyordu. Ve buna şöyle bir ek de yapıyor Berardi’nin Ruh İşbaşında kitabının Önsöz’ünde Jason Smith: “Mutluluk ancak tekillikler ürettiğinde kolektiftir.”[18] Tekillikler, yani yöreye ve dostluğun yapısına özgü farklılıkları barındıran özellikler taşıdığında ancak kooperatif veya kibbutzlar yaşayabilir. Dıştan dayatmacı ve merkezî planlamacı kooperatif yapıları bugüne kadar başarısız olduysa başarısızlık, kooperatiflerin değil, dayatmacı ve büyümeci ekonominin hanesine yazılmalıdır.
Üretim, küçülme veya kendi kendine yeten üretim süreçleri çerçevesinde ele alınacağı için, politika artık terapi olarak kendini yeniden kurmak zorunda kalacaktır. Berardi, insanların büyüme zorlantısından çıkmak için yoğun bir şekilde terapiye ihtiyaç duyacaklarını söyler.[19]
5.
Felsefe yeni durumda ne vita contemplativa ne de vita activa olacaktır. İzonomik bir şekilde ifade edecek olursak, yeni felsefe her iki anlayışın bileşimi olacaktır: “Vita contemplaCtiva”. İyonya ve Alevi deyişlerinde olduğu gibi kaybedilmiş izleğin yeniden ihyasıdır bu: Kendi kendine yeten ve birikimi amaçlamayan… Kendi geçimliğini kooperatif üretimde bulan bu tip, bir büyüme zorlantısı olmadığı için de bol boş vakitlerde türkü söyleyip söğüt gölgesinde felsefe yapar. Hem çalışır (vita activa) ve hem de derin temaşa içinde bulunur, düşünür (vita contemplativa). Tıpkı İyonya ve uzun süre Anadolu’da olduğu gibi.
6.
Böyle bir dostluk bir tür armağan oyunudur.
[1] Franco “Bifo” Berardi, Ruh İşbaşında, çev. Fırat Genç, Metis, İstanbul, 2012, s. 115.
[2] Berardi, Ruh İşbaşında, s. 186.
[3] Byung-Chul Han, Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü, çev. Çağlar Tanyeri, İnka, İstanbul, 2021, s. 30-31.
[4] Berardi, Ruh İşbaşında, s. 107.
[5] Byung-Chul Han, “Vita Contemplativa”, Zamanın Kokusu, çev. Şeyda Öztürk, Metis, İstanbul, 2019, s. 93-121.
[6] Karl Marx, “Yabancılaşmış Emek”, 1844 El Yazmaları, Birikim, İstanbul, 2013, s. 75-76.
[7] Berardi, Ruh İşbaşında, s. 31.
[8] Mehmet Akif Ersoy, “Âsım”, Safahat, 6. Kitap, haz. Fazıl Gökçek, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2010, s. 71.
[9] Zygmunt Bauman, Cemaatler, çev. Nurdan Soysal, Say, İstanbul, 2017, s. 65.
[10] Berardi, Ruh İşbaşında, s. 71.
[11] Berardi, Ruh İşbaşında, s. 118.
[12] Berardi, Ruh İşbaşında, s. 124.
[13] Gilles Deleuze ve Félix Guattari, Felsefe Nedir?, çev. Turan Ilgaz, YKY, İstanbul, 2001, s. 12.
[14] Berardi, Ruh İşbaşında, s. 190.
[15] Berardi, Ruh İşbaşında, s. 190.
[16] A.g.e., s. 190.
[17] A.g.e., s. 188.
[18] Jason Smith, “Önsöz: Ruh Grevde”, Ruh İşbaşında, s. 15.
[19] Berardi, Ruh İşbaşında, s. 192-193.