Kapitalizmin Kıskacında Tarım ve Ekoloji

Ekonomi, bireysel yaşam şeklinden ulusal ve uluslararası politikalara kadar her alanda hayatın içinde yer alan bir bilim dalıdır. Ancak geçmiş toplum deneyimlerine baktığımızda, toplumların çöküşünün, salt ekonomik çıkmazlar nedeniyle değil, aynı zamanda “kalkınma” uğruna doğanın aşırı ölçüde tahribine dayalı olarak da gerçekleştiğini söyleyebiliriz (bkz. Paskalya Adası örneği[1]). Kuşkusuz ki bu tahribat, dünya genelinde etkili olan kapitalist sistem ile hız kazanmış ve toplumların çöküşünün ötesinde türlerin yok olmasına kadar ilerlemiştir.

Kapitalizmin birçok alanda yarattığı dönüşümün tarım üzerinde de etkili olduğu ve bu dönüşümün sosyoekonomik sorunlara yol açtığı sık sık yazılıyor. Ancak yaşamın kaynağının doğadan süregeldiğinden hareketle, tarımdaki dönüşümün aynı zamanda ekolojik sorunların oluşumunda da etkili olduğunun üzerinde durulması ve bu konunun sosyoekonomik problemlerden bağımsız bir ciddiyetle tartışılması gerekiyor. Tarımda küreselleşme ve birkaç çokuluslu şirketin bu alanda etkin olması, iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, su ve toprak kirliliği gibi pek çok soruna davetiye çıkarmaktadır. Bu sorunlar birbirleriyle bağlantılı olarak bir kısırdöngü yaratmakta ve ne yazık ki sorunu çığ gibi büyüterek çözümsüzlüğe itmektedir.

Tarımsal üretim faaliyetlerinde hakim olan özel sektör, bu alanda denetimin kolay olması nedeniyle tek tip üretime yönelmektedir. Tek tip üretimden kaynaklı olarak tarımsal biyoçeşitlilik kaybı oluşmakta ve yerel biyoçeşitliliğin korunarak bölgenin iklim koşullarına uygun üretim yapılmaması ile yoğun kimyasal girdi gereksinimi doğmaktadır. Yoğun kimyasal girdi kullanımı ise su ve toprak kirliliği ile söz konusu kimyasalların toprakta erimesini sağlamak için daha fazla su gereksinimini beraberinde getirmektedir.

Yoğun makine ve girdi kullanımı ile fosil yakıta dayalı üretim, aynı zamanda ticarette serbestleşme uygulamaları ile gıdaların bir bölgede üretilip başka bölgelere taşınması hem iklim değişikliğini tetiklemekte hem de gıdanın daha dayanıklı hale getirilmesini zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla, dayanıklı olması açısından geleneksel tohumlar yerine şirketler tarafından üretilen tohumlara eğilim olacak, bu da yine bizi kimyasal girdi kullanımının artacağı kısırdöngüye sürükleyecektir. Çünkü doğal yöntemlerle elde edilmeyen tohumlar için daha fazla kimyasal gübre kullanımı gerekmektedir.

Doğanın düzeninde meydana gelen herhangi bir aksama diğer sorunların oluşumuna zemin hazırlıyor. Benzer bir örnek de, kimyasal girdileri eritmek için tarımda sulamanın aşırı yapılması üzerinden verilebilir. Aşırı sulama, yeraltı sularının azalmasına ve tarım arazilerinde obruk oluşumuna yol açabilmektedir.

Tüm bu uygulamalar, gerek küreselleşmenin gerektirdiği ticarette serbestleşme politikaları gerek dünya nüfusunun hızla arttığı gerekçesiyle gıdanın yetersiz kalacağının öne sürülmesinin bir sonucudur. Malthusçuluğu bir kenara bırakırsak, asıl sorunun gıda yetersizliğinden değil, gıdaya erişimin eşit olmamasından kaynaklı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. “Gelişmiş” ülkelere göre “az gelişmiş” ülkelerin gıdaya erişiminin ekonomik gerekçelerle daha zor olduğu biliniyor. Geleneksel yöntemlerle kendine yeterli üretimin yapılmayışının üzerine bir de tohumların ve diğer tarımsal üretim girdilerinin şirketlerden temin edilmesi eklenince, gıda fiyatları oldukça yüksek boyutlara ulaşıp “az gelişmiş” ülkeler pek çok gıdaya erişemez hale geliyor.

Peki, ne yapılmalı? Gıda üretimi ve üretim desteğinin yeniden devlet kontrolüne alınması gerekir. Çünkü tarımsal üretim çoğu zaman içerisinde risk barındırır. Doğa ve iklim durumunun belirsizliğinden kaynaklı olarak üretim her dönemde istenilen standartlarda gerçekleşmeyebilir. Devlet desteğinin olması, üreticinin bu belirsizliklerden en az zararla kurtulmasına zemin hazırlar. Üretim odaklı tarım politikalarının olması, kendine yeterli yerel üretimin teşvik edilmesi gıdanın güvenilir ve erişiminin kolay olmasını, aynı zamanda ürünlerin uzun mesafeler katedilerek taşınmasının getirdiği ekonomik ve çevresel maliyetlerinden arındırılmasını sağlar. Bu sayede, yerel biyolojik çeşitlilik kaybı en aza indirilebilir. Çiftçilerin devlet güvencesi dahilinde desteklenmesi, geçimlerini topraktan sağlayan çiftçilerin yaşam alanlarını terk etmelerinin önüne geçerek tarım arazilerinin tarımsal üretim dışında herhangi bir amaçla kullanılmasını engelleyecek ve kent üzerindeki yoğun baskıyı da hafifletecektir.



[1] Clive Ponting, Dünyanın Yeşil Tarihi: Çevre ve Büyük Uygarlıkların Çöküşü, çev. Ayşe Başcı-Sander, Sabancı Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2000.