Aeropag’dan Günümüz Türkiye’sine
Erkek Egemen Yasa/Yasak

Yerin güneş almaz bir derinine atılmış olsa da ülkemiz,

Onurumuzun bilincindeyiz biz, kimileri tanımak istemese de

Ve zamanın başlangıcında bulur kaynağını, en eski görevimiz.

(Aiskhülos, Oresteia, çev. Yılmaz Onay)

 

Başlarken: Athena’nın Yasası, Aeropag’ın Hükmü

Aiskhülos’un meşhur Oresteia’sının Türkçe basımlarından birinin arkasında bu trajedinin karanlık/kaotik dönemlerden aydınlık ve hukuki düzenin muktedir olduğu dönemlere geçişi simgelediğini, bize, yani sonraki nesillere “anlayış ve uyum”un maharetini gösterdiğini yazar.[1] Bu notun düşülmesinin sebebi üçleme şeklinde devam eden trajedide ardı arkası bir süre gelmeyen öldürme “suç”larının, Tanrıça Athena’nın önderliğinde verilmiş bir mahkeme kararıyla nihayete ermesi. Artık kısasa/kişisel intikama hacet yok. Mahkeme kurulmuş, yargıçlar hükmünü vermiş. Yalnız yargıçların oyu eşit çıkar ve fakat babasının kızı, babasından doğmuş Tanrıça Athena hükmünü verir ve oyunu aşikâr şekilde erkekten yana kullandığını belirterek annesini öldürmekle itham edilen Orestes’i kurtarır. Zeus’un “yapan çeker” kuralı öldürülen kadın, öldüren erkek olunca bozuluverir. Öldürülen Klytemnastra’nın hayaletinin çağrısıyla Orestes’in peşine düşen Erinnüler’in dönüşümü, daha doğrusu düşüşüyse mevzunun esas nihayete erdiği kısım. Eski, saçları yılanlarla sarılı, Gorgonlara benzeyen Erinnüler, bu “herkesin nefret ettiği” ve fakat kadından yana olarak anılan Tanrıçalar Athena tarafından uysal Eumenidlere dönüştürülür.  

Kızını savaşı kazanmak uğruna kurban eden kocası Agamemnon’u öldürdüğü için oğlu tarafından öldürülen Klytemnastra’nın tarafını tutan ve Orestes için “ceza” isteyen Erinnüler esasen hakiki hukukun Tanrıçaları olarak kendilerini addederler ve onlar “en eski gerçek adaletin davacısı”dırlar.[2] Orestes’i kışkırtan ve ona kuvvet veren Apollon’sa, bilicidir ve bununla da bağlantılı olsa gerek nizam-intizam Tanrısıdır. Belli ki nizam-intizam erkekten yanadır, illa ki. Athena’ya kalırsa “adil bir yargılama”daki adalet denilen de “erkek adalet”ten başkası değil. Neticede o mahkeme, Areopag, kanaviçelerini evlerinde bırakıp dağlara kaçan, Dionysiak rahibelere dayanan amazonların ordugâhlarının yerine kurulmuş, yurttaşların, elbette sadece köle olmayan erkeklerden müteşekkil yurttaşların haklarını korumak üzere…

Her Kim Bir Kadını Katlederse…

Evvel zaman içinden, kalbur saman içinden çıkıp gelen bu trajedinin üçüncü bölümünün neredeyse tamamını kateden mahkeme sahnesinin çok benzerleri günümüzde de hemen her gün yeniden ve yeniden açılıyor. Yılanı saçlarına dolamak veya yılana kanmak yerine onun başını ezen Meryem misali “makbul kadın” olmazsanız Athena mızrağı ve kalkanıyla uçarak gelir. Âdeta deus ex machina sahneye iner, bizi Dionysiak esriklik ihtimalinden, trajedik müphemlikten, “dişil”, şehvetli, -o kadim zamanlardan kalma gerçek adalet peşinde koşan Erinnüler misali- gececil ve karanlık olandan kurtarırlar. Oh! Artık güvendeyiz. Apollon ve Athena ve babaları ve zaten tüm Tanrıların babası Zeus hükmünü vermiş, tüm çağlar için olan o hükmü vermişlerdir/tir: “Eden bulur, ceza kesilir. Ancak her kim bir ‘kadın’ı öldürürse ‘yasa’ ‘erkeği’ korumak için devreye girecektir. Şayet suç atfedilen ‘kadın’sa ne olursa olsun en ağır cezayı alması tam da ‘hukuk’un gereğidir.”

Nihayetinde kadın apolis. Yasayla kurulan polisin köleler, yabancılar ve elbette hayvanlarla birlikte ancak ve ancak sınırını teşkil eder. Yasa onun için işlemez, itham edilen kadınsa o başka. “Malleus Maleficerum” hemen papazın ve/veya yargıcın yanında hazırdır o an ve cadı balyozu pat diye iner. Yine bir nevi deus ex machina gibi. Bir nevi deus ex machina gibidir, zira kadın divaneliğin temsilcisi. Uygarlığın o ancak bastırabildiği huzursuzluğu gibi, akıl sahibi, onur sahibi, polisin yurttaşı, günümüz devletlerinin yurttaşı erkeğin durduğu yerin hemen yanı başında, ardında, önünde kadın ve onun tekinsizliği “vardır”. Bu denli yok edilemediği yerde kadına biçileni değil, ona dair olanı yok etme, bir biçimde, mesela kadını bir “üreme makinesi”ne indirgemek suretiyle, kadına ve bu bahisle bedene karşı savaş açmak bu aralar ziyadesiyle revaçta. Hak ve özgürlükler üzerindeki baskı arttıkça, “hak ve özgürlükler” söylemi de kullanılarak yer yer, hizaya kadınlar ve elbette dayatılan cinsiyet rollerine uymayan “diğerleri” çekilmeye çalışılıyor.

Erkeğin kelamı karşısında “diğerleri”nin sesinin kısılmaya çalışılmasının en önde gelen şahidi ve maruz kalanı belki de bu coğrafyanın mukimleri. Bariz bir biçimde ifadesini buluyor artık, hem de samuray kılıcıyla ya da değil, kadınlar, LGBTİ+’lar her gün yeniden katledilirken: Her “kim İstanbul Sözleşmesi diye başlayan bir cümle kurarsa…” Ve böylece daha baştan, Aeropag misali, Türkiye’deki mahkemelerin hükmü veriliyor. Kâsedeki oyları saymaya hacet yok. “İstanbul Sözleşmesi” demek bile yasak. Kadınlar için, apolis olan için, Yasa önünde de olsa zaten “demek” de yasak.

Hangi Kadın Hayatını Savunursa…

“İstanbul Sözleşmesi” demek yasak. Hayatını savunmak, yasadaki ifadesiyle meşru müdafaa söz konusuysa alabildiğine ağır cezalarla karşılanmalı ve karşılanıyor. “Öldürmeseydim ölecektim,” sözleri, Çilem ve benzerleri için Yargıtay’a ulaşmadı. Aeropag’taki gibi, “baba” daha doğrusu “koca”nın öldürülmesiyle, “anne”nin öldürülmesi bir tutulmadı. Hukuk özneliği bir kere cinsiyetlendirilmişti artık.

Bilakis kadınların hizaya çekilmesi için bu yargılamalar ve akabinde gelen cezalar biçilmiş kaftan.  Mevzu bahis olan hem “kadın” hem “suçlu” ve tam da ve en çok bu tipler için devreye girecek olan “ceza adaleti sistemi” ve onun halihazırda en temel bileşeni olan hapishane bekliyor; siyasal beden teknolojisini işletirken, kadınları bir de o “kadın” rolüne tıkıştırmak üzere… Üreme makinesi olarak görülen, daha doğrusu üreme makinesi olması istenen ve salt “beden” olarak kodlanan kadınlar biyo-iktidarın üzerinde çalıştığı ve çalışmakta olduğu vazgeçilmez mıntıkası. Kadınlar sadece “elinin hamuruyla suç işlediği” için değil, bu bahislerle de cezalandırmanın hedefi olur. Hukuk burada bir koruyucu, kollayıcı olmadığı gibi çiğnendiği, ihlal edildiği falan da yoktur, bilakis o, bir başka ifadeyle güç ilişkilerinden azade ele alınması mümkün olmayan hukuk, erkek egemen, heteronormatif baskı aracından başkaca pek bir şeye tekabül etmeyecektir.

Antik çağlar yine bir izahat sunuyor bu noktada ve Agamben’in artık meşhur denebilecek homosacer mefhumu karşımıza çıkıyor. Eski bir Roma hukuku geleneğine göre, bir suçtan dolayı halk tarafından yargılanan kimse artık murdar olur, yani ıskartaya çıkar ve bu yüzden kurban edilemez. Ancak aynı kişinin öldürülmesi cinayet niteliğinde addedilmez; öldüren kişi bu bahisle yargılamadan kurtulabilir. Ezcümle “katli vacip ve fakat kurban edilemeyen” biri, yani homosacer söz konusu.[3] Bu biri kurban edilemediği için ilahi hukuktan, öldürülebildiği için de beşeri hukuktan ihraç edilmiş. Madem hukukilikten ihraç söz konusu o zaman homosacere her şey yapılabilir.

Mesela bir gece bir kadın boşanmak istediği için kocası tarafından öldürülür ya da patronu yanında çalışan kadını taciz eder veya bir trans amcasının oğlu tarafından sürekli tehdit edilip sonunda öldürülür. Ancak bunları yapanlar çoğu kez mahkeme karşısına çıktığında bir kravat takar ve bu fiillere maruz kalanların tüm bunları “ne kadar hak ettiğini” iddia ederler. Aynı eski Roma’daki gibi bu iddia işe yarar. Mesela bir kadın hayatını savunduğu için sanık sandalyesindeyse artık “lanetlinin de lanetlisi” olarak Klytemnastra gibi “yaralarımı bir görseniz içiniz titrer” dese de işe yaramaz. Yasa bir kez daha tersine(/düzüne) işler; on beş yıl veya çok daha fazla yıl, mesela ömür boyu hapis cezası verilir. En nihayetinde mevzu bahis olan bir homosacer, katli vacip ve fakat kurban edilemeyen.

Bitirirken

Oresteia trajedisinde Aiskhülos’un koroya söylettiği gibi; yine de ve en nihayetinde yer altı dünyası fanilerin yüce yargıcı, “O her şeyi görür/Ve kaydeder yüreğinin defterine.”[4]


[1] Bkz. Aiskhülos, Oresteia- Agamemnon, Adak Sunucular, Eumenidler, çev. Yılmaz Onay, Mitos Boyut, İstanbul, 2016.

[2] Aiskhülos, s. 129/321.

[3] Bkz. Giorgio Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2017, s. 17, 90, 92, 102.

[4] Aiskhülos, s. 127/273-275.