Toplumsal değişim umudu en fazla gençlere yükleniyor. Bu beklenti kimi zaman muhalif çevreleri, idealize ettikleri gençlik kesitinden yola çıkarak, gençliğin tamamının öyle olduğu yanılgısına düşürüyor.
Saraçhane eylemleri sonrası gençler, yine bir kez daha muhalefetin umudu haline geldi. Özellikle üniversite öğrenci hareketlerinin canlanması geniş bir heyecan dalgası yarattı. Öğrencilerin polis barikatını aşma girişimi ile sembolleşen cesaret momentleri, CHP’li liderlerin eylemlerin ivmesini kesme ve nabzını düşürme hamlelerine verdikleri tepkiler ve gösterdikleri irade, tutuklamalardaki duruşları hayranlık uyandırdı. Bu hayranlık zihinlerde daha çok hor görülen ve küçümsenen Z kuşağına dair var olan mitleri ve önyargıları sarstı. Bu kuşaktan ümidi kesenlerin aksine, cesaretin bedeli olduğu bu dönemdeki bu hareketlenme “ne varsa gençlikte var, taş gibi bir nesil geliyor” duygusunu yükseltti. Söz konusu gençlik hareketleri ayrı bir ilgiyi hak ediyor. Ancak ben bu yazıda onlardan ziyade, gençler arasında daha az göze çarpanları ve ilgi görenleri de tartışmak üzere, gençler üzerine dönemsel olarak yükselen varsayımları, içinde olduğum farklı gençlik araştırmaları verilerine dayanarak yorumlamaya çalışacağım[i].
Ertelenen gençlik ve sahaya inişi
Gençleri alışıldık konfor alanlarından sıyrılmaya iten –ki geçmişe kıyasla bedellerin ağırlaştığı bir dönemde– üç temel motiften bahsetmek mümkün. Birincisi günümüz gençlerinin birikmiş bir psikolojik kaygı yükü var. Öyle ki kaygı düzeyinin yüksek ve çeşitliliğinin fazla olmasının kendisi bir kaygıya dönüşmüş durumda. Güvensizlik ve geleceğine yönelik ümitsizlik (ve hayalsizlik) yaygın hisler.
İkincisi adalet duygusunda önemli düzeyde bir aşınma var. Bu sadece adalet sisteminin tarafsızlığını yitirdiği ve düşünce özgürlüğünün kısıtlandığı gibi tespitlerle sınırlı değil. Gençler arasında, ne yaparlarsa yapsınlar, koşullarını iyileştiremeyeceklerine, torpil ve kayırmacılığı aşamayacaklarına, hiçbir oyunun adil rekabetle gerçekleşmediğine inanç kuvvetli. Sistemik ve kurumsal olanın adaletine güven duyulmuyor. Üstelik bu hisler sadece muhalif gençler arasında değil, iktidarı destekleyen gençler arasında da yaygın.
Üçüncüsü gençler, yaşlarına göre farklılaşmakla birlikte, bir erteleme halinde gençliklerini geçirdiler. Ertelemek dönem gençlerinin habitusu haline geldi. Pandemiyle mekanlardan ve toplaşmalardan uzaklaştılar. Ekonomik kriz ile tasarruf moduna geçtiler. İki kutuplu seçimlere mecburiyet ile şimdi sırası değil diyerek her türlü tartışmayı seçim sonrasına ertelediler. Son yıllarda artan “Silivri soğuktur” ironisi otosansürün ve sessizleşmenin simgesi oldu. Nihayetinde bu dönem gençleri gençliklerini erteleme ile geçirir oldular. Sosyalleşmeler, kendilerine yatırım yapmak üzere harcamalar ve girişimler, gelecek beklentileri ve hayalleri, güvendikleri bir Türkiye geleceği, düşünce ve duygularını sakınmadan ifade etme, filtresizce paylaşım yapma gibi hayal ve arzular hep ertelendi. Hatta gençlikte maruz görülen ve diğer yaş gruplarına nazaran daha aykırı ve cüretkâr hallerden de uzak durdular. Bu erteleme habitusuna ve kuşağın ve zamanın ruhuna paralel olarak sorumlulukları ve değişimi yetkili ve etkili olanlara havale etme eğilimlerine rağmen, bu neslin belli momentlerde sahaya inmekten ve sahne almaktan geri durmadığına da tanık oluyoruz.
İşte İmamoğlu ve ekibine yönelik soruşturma ve tutuklamalar, bu üç birikmiş duygu yoğunluğunun etkisiyle gençleri harekete geçirdi. Elbette İmamoğlu’nu destekleme ve ona sahip çıkma motivasyonu da bir etken ancak gençlerin sahaya inişi daha çok kendileri ile, kaygıları, adalet beklentileri ve erteleme yorgunlukları ile ilgili. Öte yandan gençler için İmamoğlu’na sahip çıkmak ile geleceklerine sahip çıkmanın denkleşmiş olması, yani kader birliği duygusunun oluşmuş olması, İmamoğlu’nun başarısı olarak teslim edilmeli.
Sahaya inen gençlerle ilgili diğer önemli bir husus, gençlerin profili ile ilgili. Alana çıkan gençlerle ilgili algılanan resimde, üniversiteli gençler baskın oldu. Kaldı ki aksiyonları beğeni ve takdir toplayan gençler de daha çok belli üniversitelerin aktif öğrenci hareketlerinden geliyorlardı. Oysa kalabalığı oluşturan kitlenin ekseriyetinin, öğrenci kimliğinin ötesindeki gençlik kesimlerinden geldiği göz ardı edilemez. Ağırlıkla ne işte ne de eğitimde olan (NEET) bir genç nüfusun da meydanlara inerek tepki vermiş olması, durumu karmaşıklaştırıyor. Uzun bir süredir, özellikle 2023 seçimlerinde aktif olarak, 2024 seçimlerinde ise pasif olarak belirleyiciliği olan, sosyal medya aktivizmi ile zaman zaman fark ettiğimiz, bu yazıda akışkan milliyetçilik demeyi önereceğim bir kesim var. Gençler arasında milliyetçi tınılar taşıyan, ancak muhafazakar milliyetçilikten farklılaşan, daha seküler tonlara sahip geniş bir kesim bulunuyor. Bu kesim aynı anda hem Atatürkçülüğü hem de iktidarın hegemonya siyasetinin ana unsuru olan ve savunma sanayi ağırlıklı, 'tekno-milliyetçilik' olarak da bilinen bir milliyetçilik anlayışını benimsiyor. Nasıl oldu da bu kesim sahaya indi ve protestolara katıldı sorusu üzerinde durmayı en çok hak eden konu olabilir. Buna geri döneceğim ama önce genç nüfusun dağılımını ve çeşitliliğini hatırlatmakta fayda var.
Hangi gençlik?
Gençlik, herkesin farklı hayal ettiği ve algıladığı soyut bir kategori. Kuşaklar da öyle. Z kuşağına atfedilen birçok özellik gençlerin önemli bir kısmında yok, aksine daha ileri yaşta olup da atanan Z kuşağı özelliklerine daha yakın olan birçok kişi vardır. Her dönem zamanın ruhunu taşıyanlar değişime direnç taşıyan muhafazakâr reflekslerden farklılaşır. Kuşkusuz gençler muhafazakâr birikimleri daha az olduğu için zamanın ruhunu taşımaya daha açıklar. Toplumun geneline göre daha açık olsalar da gençlerin çoğunluğu, toplumun geri kalanına benzer eğilimler taşır. Dolayısıyla Z kuşağına dair genellemeleri gözden geçirmekte fayda var. Z kuşağı mitleri tartışması ayrı bir yazıyı hak ediyor. Burada gençlik kategorisinin genişliğini ve heterojenliğini hatırlatmakla yetineceğim.
Genç kimdir? Doğal olarak gençlik ilkin yaş ile ilişkilendirilir. Ancak bu konudaki uzlaşma da sınırlı. Kaç yaşında birine genç dersiniz sorusuna verilen yanıtlar oldukça farklılaşabilir. Resmi sınırlarda bile tam bir uzlaşma yok. TÜİK 15-24 yaş arasına genç diyor[ii]. OECD istatistiklerinde sınır 15-29. Kimi kurumsal çalışmalarda 35’e kadar yol veriliyor. Aynı TÜİK, çocuk tanımında 0-17 yaş aralığını kullanıyor; yani 16-17 yaştakilere hem çocuk hem genç diyor. BM’nin çocuk hakları sözleşmesine göre 18 yaşından küçükler çocuktur.[iii] Aynı sınır TCK için de geçerli. WHO daha da detaya giriyor ve TÜİK’teki bu kesişim kümesine ergen diyor. Öte yandan ergenlik bir anda 18’inde biten bir şey değil. Son yıllarda popülerleşen erkeklik çalışmalarında, erkeklerin ergenlik döneminden çıkamayışları üzerine pek çok analiz var. Dolayısıyla yaş sadece biyolojik değil, sosyolojik de bir olgu. 32 yaşında torun sahibi bir kadın kendini orta yaşlı bile değil, yaşlı olarak tanımlıyor. Spordan örnek verelim. Baharla birlikte büyük bisiklet turları başladı. Spikerler sıklıkla 30’larını geçenlerin yaşlanmış olduğundan bahsediyor ya da 28 yaşındaki bir bisikletçi için, ilerleyen yaşına rağmen yakıştırmasını yapabiliyor. Kısacası, gençliğin sihrini yaşa indirgemek sorunlu.
İkincisi yaşı sabit alsak bile, büyük bir popülasyondan bahsettiğimize göre, ister istemez çok geniş bir çeşitlilik ile karşılaşırız. 2024 verilerine göre Türkiye’de 15-24 yaş arasında 12 milyon 763 bin kişi var. 15-29’u baz alırsak 19 milyon 318 bin kişi. Bu kalabalık içinde birçok açıdan farklılaşan insanların tamamını genç olarak soyutlayarak yapılan genellemeler tehlikeli. Somut ve nesnel iki kriteri alalım: Çalışma yaşamı ve eğitim. Genellikle gençler deyince akla üniversite öğrencileri gelir. Bu belki olması gereken olarak düşünüldüğü için. TÜİK 2024 verisine göre Üniversite düzeyinde okullulaşma oranı %46.[iv] Ek olarak öğrencilerin %41’nin de açık öğretimde olduğu hatırlanırsa, hayal edilen anlamda makbul üniversiteli gençlik oranının %20’lerde olduğu tahmin edilebilir (üstelik bu da kayıt yaptıranlar üzerinden bir hesap). Diğer yandan, gençlerin %39,5 istihdamda. Ne işte ne eğitimde olan (NEET) gençlerin oranı TÜİK'e göre %25.6, OECD'ye göre %27.9 [v]. NEET gençlerin %43,7’sini lise mezunları oluşturuyor, %42,1’i lise mezunu dahi değil. %14,2’si de üniversite mezunu.
Sonuç olarak sadece bu üç kategoriyi (öğrenciler, çalışanlar ve NEET) gözettiğimizde dahi birbirine benzemez büyük kitlelerden bahsediyoruz. Dolayısıyla ne analizde ne de siyaset geliştirirken tek bir gençlikten bahsetmek mümkün değil. Analize dünya görüşleri ve/veya yaşam tarzları eklendiğinde konu daha da karmaşıklaşıyor.
Peki gençlik, muhalefetin medet umduğu kadar özgürlükçü ve demokrat zihniyete sahip mi? Özgürlüğün onlar için önemli olduğu ve isyan anlarında sıkışmışlık hissinin önemli bir katalizör olduğu açık. Ancak ötekilerin haklarını savunmada ve toplumun geneli için özgürlük istemekte toplumun diğer kesimlerinden bir nebze daha iyi olmakla birlikte büyük farklılıklar sergiledikleri de söylenemez.
Burada yaygın bir istatistik okuma sorununu da not etmeyi önemli görüyorum. Araştırma sonuçlarında bir değişkene göre fark olduğunda, üzerine konuşulan kategorinin genelinin o eğilimde olduğu düşünülebiliyor. Örneğin, araştırmalarda erkekler kadınlara göre genellikle siyasete daha ilgili çıkar. Ancak bu veriden yola çıkarak kadınların tamamının siyasete ilgisiz olduğu ya da erkeklerin tamamının ilgili olduğu söylenemez (hatta fark çok da açık değil). Konumuz olan gençlikten bir örnek vermek gerekirse: örneğin rap müzik gençler arasında yaygınlaştığı düşünülen ve diğer yaş gruplarına kıyasla oldukça yüksek bir eğilime işaret eden bir müzik türü. Öte yandan gençlerin sadece %10’unun en sevdiği müzik türleri arasında rap müzik ilk üçe girebiliyor. Yani ilk bilgiden gençler arasında daha fazla dinleniyor olmasından yola çıkıp gençler rap müzik dinliyor genellemesine gitmek gerçekliği oldukça manipüle etmiş olmak oluyor.
Bu örneklere benzer şekilde, bir kesim gençliğin aktive olması ya da iyi bir muhalefet performansı ortaya koyması, gençliğin tamamına mal edilemez ve bu neslin bambaşka bir nesil olduğu sonucuna işaret etmez.
2025 Mart ayının ilk iki haftasında tamamladığımız gençlik araştırmasından gençlerin siyasi eğilimlerine ve demokratik değerlerine ilişkin bazı ilginç sonuçların gençlerle ilgili genellemeleri gözden geçirmeye katkı sağlayacağını düşünüyorum. Özgürlükçülük ve demokratlık düzeylerine geçmeden gençlerin çoğunluğunun muhalif olup olmadığını ele almakta fayda var. Muhaliflerin gençlere övgüsünde gerçekten de haklılık payı var. Gençlerin önemli bir süredir birinci partileri artık AK Parti değil. Önce üniversite öğrencileri, zamanla diğer gençlik kesimleri de AK Parti’den uzaklaşmaya başladılar. Ancak bu AK Parti’nin gençlerden hiç destek almadığı anlamına gelmiyor (kararsızlar dağıtılmadan CHP’ye destek %33,2 iken, AK Parti’yi destekleyen genç oranı %28,7). Sağ sol kutuplaşmasında durum paralel. Solculuk gençler arasında toplumun geneline göre bir nebze daha kuvvetli. Kendisini sola yakın olarak görenler %39,1, sağa yakın olarak görenler %35,1.
Saraçhane eylemlerine bakınca gençlerin en gözde siyasi liderinin İmamoğlu olduğu sonucu çıkabilir, Gerçekten de İmamoğlu’nun skoru, Erdoğan’dan yüksek. İmamoğlu’na 10 üzerinden 7-10 arası verenlerin oranı %37,9 iken 0-4 arası verenlerin oranı %35. Bu veriye göre de İmamoğlu’nun da gençlerin çoğunluğunu kavrayamamış olduğu görülüyor. Yine de Erdoğan’a verilen skorların düşük olması (0-4: %44,8, 7-10: %36,7) gençlerin toplumun genelinden ayrıştığını gösteriyor. Ancak %36,7’lik desteği küçümsemek de %44,8’lik Erdoğan’dan razı olmama oranını yüksek bulmak da yanıltıcı olur.
Akışkan gençlik: taş gibi mi kum gibi mi?
Gençlik üzerine önyargılar birbiri ile tamamen zıt içerikte olabiliyor. Belli momentlerde “bu gençlerden hiçbir şey olmaz”, “çok sorumsuz bir nesil” serzenişleri yükselirken, kimi zaman da “tek ümidimiz gençler”, “bu nesil Türkiye’yi kurtaracak” edaları öne çıkıyor. Bir yandan gençlerin Türkiye’den kaçmak istemeleri, aidiyetlerinin zayıflaması konu ediliyorken, diğer yandan gençler arasında milliyetçiliğin yükselişini konuşuyoruz. Aynı dönemlerde, gençler üzerinde muhafazakar etkileri tartışırken, ateistleşme artıyor mu, dindarlık azalıyor mu kaygıları dile getirilebiliyor. Yine gençlerin apotikleştiği, siyasetten kaçışları üzerine analizler söz konusu iken, kurtuluş ümidi olarak değişimdeki öncülükleri konuşulur olabiliyor. Kuşkusuz tüm bu salınımlı pozisyonların bir arada varlığının önemli bir nedeni yukarıda da belirtmeye çalıştığım gençliği bir büyük kategori olarak ve bir sabitlik olarak ele almaya çalışmakla ilgili. Öte yandan, şayet günümüz gençliği için genellemeden kaçınmayan bir tanımlama yapmak gerekirse “taş gibi” yerine “kum gibi” demeyi tercih ederdim. Zira önceki gençlik kuşaklarında daha katı, eğilip bükülmesi daha zor, genellikle bir davaya ya da ona yakınlığa, sempatiye yaslanan nitelikler öne çıkardı. Günümüz gençliğinin karakterinde esnekliğin, pragmatikliğin daha baskın olduğu tüm çalışmalarda gözlemlediğimiz bir durum. Hal böyle iken taş yerine kum daha geçerli bir metafor. Bir tür akışkanlık var. Bu hem sabitliklerin azalması hem de ilkesel değerlerin daha esnek olması ile ilgili. İyi yönü, diyaloğa, değişime açıklık iken, olumsuz yanı yüzer geçerliğin hakim olması.
Gençliğin akışkanlığı ile kastettiğim birincil unsur kimliklerde geçici olma hali. Daha melez, geçici ve performatif kimliklere yakınlık ve hegemonik söylemlere eklemlenme yatkınlığı. Saraçhane gösterilerine katılıp iktidara tepkisini gösterirken, LGBTİ+ bireylere yönelik nefret söylemlerini de ortaya koymayı ihmal etmeyen milliyetçi gençler buna iyi bir örnek. 68 ya da 78 kuşağı olarak adlandırılan kesimlerin idealist ve ilkeli siyasi pozisyonlarının aksine onlar için siyasi tutarsızlıkta sıkıntı yok. Bilakis ideolojik değil, faydacı ve pragmatik bir pozisyonlanma makbul bulunuyor.
Akışkanlık deyince Bauman’ın akışkan modernlik (liquid modernity) tarifini de hatırlamakta fayda var. Bauman, modern dünyada kalıcılığın, bağlılığın ve ideolojik netliklerin yerlerini geçiciliğe ve karmaşaya, yurttaş kavramının yerini tüketiciye bıraktığını söylüyor. İlişkiler ve bağlar akışkanlaştı, çünkü sağlam, sabit ve temelli olmaktan çıktı. Toplumsal yapıların ve normların değeri azalırken, bireyselleşme ve bireysel özgürlükler öncelikli hale geldi. Bu analiz belki tüm toplumsal kesimler için ve her momentte geçerli değil ama günümüz gençlerini anlamada oldukça elverişli bir çerçeve sunuyor. Gençlerin geçmiş kuşakların aksine sabit değerler ve kalıcı kimliklerden ziyade daha değişken, ama kırılgan bir yaşam biçimini tercih ettikleri söylenebilir.
Gençler, belirsiz bir Türkiye geleceği ile ilgili hayaller kurmak yerine, anlık seçimler yapma yoluna gidiyor. Eklemlendikleri kimlikler, kendi içsel ihtiyaçlarına, anlık taleplerine ve dışsal etkenlere açık olarak şekillenen geçici, hızla biçimlenebilen ve çözülebilen kimlikler. Bu tabi aynı zamanda bir anlamlandırma boşluğuna da neden oluyor. Kaygılı olma kaygısının temelinde bu boşluk da önemli bir etken.
Kimlik tartışması tabii ki yeni değil. Özcülük eleştirileri, post-yapısalcı yapıbozum eleştirileri, söylem kuramları, kültürel çalışmalar alanında birçok yaklaşıma gönderme yapmak mümkün. Kimliklerin sabit bir "öz" değil, söylemsel olarak inşa edilen bir şey olarak görülmesi gerektiği, farklı bağlamlarda farklı biçimlerde performe edildiği üzerine geniş bir literatür var. Öte yandan neredeyse özleşmiş, sabitleşmiş, katılaşmış kimliklerin varlığından söz etmek mümkün (bu kimliklerini şekillendiren hegemonyanın ve iktidarın kuvveti ile yakından ilişkili). Benim akışkanlık diyerek kastettiğim özcülük eleştirisiyle sınırlı değil. Onun ötesinde daha katılaşmış, kalıcı ve sabitleşmiş kimliklerin zayıfladığı, dahası katılaşmanın azaldığı, geçişlerin daha kolay, daha hızlı ve daha sorumsuz olduğu bir akışkanlığa meyil etmesine tanık oluyoruz. Burada ne akışkanlık ile ne de sorumsuz nitelemesiyle maksadım gençleri olumsuzlamak, ya da küçümsemek değil. Durumu iyi ya da kötü bir durum olarak değil, daha ziyade anlaşılması gereken bir değişim olarak görmeye çabalamayı anlamlı buluyorum. Peki sorumsuz nitelemesiyle kastım nedir? Gençler bir başkasına veya daha önemlisi bir topluluğa karşı, pozisyonlarındaki değişimleri ve tutarsızlıkları açıklama sorumluluğu duymadıkları bir akışkanlık içindeler; bir anlamda bir üst kimliğin rızasını almaya ihtiyaç hissetmiyorlar.
Yine literatürde sıkça tartışıldığı üzere, kimliklerin performans ihtiyaçları da akışkanlık boyutuyla oldukça ilgili. Goffman “Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu" (The Presentation of Self in Everyday Life) adlı kitabında kimliğin sosyal etkileşim sırasında "sergilenen" bir yapı olduğundan bahseder. Goffman’a göre insanlar sosyal hayatta roller oynar ve bu roller sahnede oynanan tiyatro performansları gibidir.[vi] Benzer şekilde Butler, kimliğin performans sayesinde tekrar eden pratikler yoluyla inşa edildiğini, dolayısıyla bağlama göre farklı kimliklerin kısa süreliğine ortaya çıkabileceğini savunur.[vii] Günümüz sosyal medyası bu sergiler için tam bir laboratuvar ortamı sağlıyor. Siyasi tutumlar, TikTok'ta ya da X’te (Twitter) tüketilen ve üretilen içeriklerden etkileniyor. "Öz" kimlik değil, "gösterilen" kimlik ön plana çıkabiliyor.
Baştaki tartışmaya dönersek, gençlere atfedilen uçların her birini (sorumlu-sorumsuz, duyarlı-duyarsız, politik-apolitik, vb.) sadece farklı kesimlerde değil, aynı kesimlerde bir arada gözlemlememizin nedeni bu akışkanlıktan kaynaklanıyor. Zira akışkanlık bazen kaygı, yönsüzlük ve boşluk duygusuna neden olurken, bazen de baskıcı kimlik politikalarına karşı bir özgürleşme alanı sunuyor.
Türkiyelilik ve ‘bu topraklar’ milliyetçiliği
Gençler arasında Türkiye’ye aidiyet oldukça güçlü olmasına rağmen yaygın olarak aidiyetin zayıfladığı düşünülüyor. Birçok araştırmadan ve sokak röportajlarından yola çıkarak dolaşımda olan bir bilgi şu: gençler yurtdışında yaşamak istiyor. Bunu isteyen genç oranının yüksek olduğu doğru ama gözden kaçan iki şey var. Birincisi istemeyen de az değil, ikincisi yurtdışına gitme motivasyonları çeşitleniyor. En önemlisi, yurtdışı, Türkiye’de imkânı kalmadığı düşünülen ekonomik statü atlama fırsatı olarak görülüyor. Farklı yerler görme, farklı kültürler tanıma motivasyonu da var. Elbette kimisi için de bir kaçış niteliğinde. Ancak yurtdışında yaşama isteği tek başına kaçış arzusunun göstergesi değil. Mevzu bahis araştırmamızda biz de gençlere “imkanınız olsa yurtdışında yaşamak ister miydiniz” şeklinde bir soru yönelttik. %41,4 buna evet dedi. Geri kalanların azımsanmayacak sayıda olduğu bir yana, bu oran aslında geçmişe göre düşme eğilimine işaret ettiği için de ilginç. Yaptığımız odak grup toplantılarında da yurtdışına gitme motivasyonlarında tereddüt emarelerine rastladık. Zira güvensizlik hissi sadece Türkiye ile sınırlı değil. Özellikle Trump vakası ve sağ popülist liderlerin yükselişi, gençleri kaygılandırmış. Hiç olmazsa Türkiye’de bir ailem var duygusu var. Türkiye’yi terk etmeme duygusu da bunlara eşlik ediyor. Türkiye pasaportunu taşımaktan gurur duyma oranı %67.4. Dolayısıyla yurtdışında yaşama eğilimleri olsa dahi güçlü bir Türkiye aidiyeti var. Son yıllarda artan bir ‘bu topraklar’ anlatısı, reklamlara, sanatçı demeçlerine, siyasetçi konuşmalarına, köşe yazılarına sirayet etmiş durumda. Irkçılık yapmayarak milliyetçilik yapma sanatı olarak, bu toprakların ve dolayısıyla sahipleri olan Türklerin başka yerlere (tabii ki esasen de Batı’ya) göre manevi ve ahlaki üstünlüklerine gönderme yapıyor.
Düşünüldüğünün aksine gençler arasında dindar pratikler azalmış olsa da dindarlık çözülmüş değil. Dindarlık düzeyine 10 üzerinden 7 ve üzeri verenler %60.2. Tersine dindar olmayanlar (1-4 verenler ise) sadece %10.3.
Gençlerde ilkesel değerler değil, pragmatik değerler belirleyici. Politik doğruculuğun önemi azalmış durumda. Düşünce özgürlüğü de ilkesel bir değer olmaktan uzaklaşıyor. Şartlı bir destek var. Ancak söz konusu makul ve makbul olan düşüncelerse özgürlük gerekli görülüyor, değilse kısıtlanabilir bulunuyor. Topluma hem mesafe var hem de topluma yaslanmanın konforundan faydalanılıyor.
Demokrasiye kuvvetli bir inanç var. En azından seçim hakkına sahip olmanın değerli olduğu dile getiriliyor. Siyasete ilgisini oldukça yitirmiş gençler dahi seçimlere büyük önem atfediyorlar. Hem bir görev hem de bir umut olarak görülüyor. Demokrasinin beğenmedikleri tarafı ise, makul olmayan kitlelerin de eşit oy hakkı olması. Topluma mesafe yer yer düşmanlığa varıyor. Aysun Kayacı’nın “dağdaki çobanın oyu ile benim oyum bir mi” göndermesi, birçok genç için ironi olmaktan çıkıp bir tutuma dönüşmüş durumda. Bu kesim, toplumla kendisi arasında bir mesafe olduğuna inanıyorlar. Bu elitist tutuma karşın çoğunluk muhafazakarlığı da devam ediyor. Çoğunluğun hakimiyetine gönüllü olarak tabi olabiliyorlar. Az olanın çok olana tabi olmasını doğal buluyorlar. Seküler yaşasalar da dini inançtan uzak durmak istemiyorlar. Milli ve manevi değerlerin dokunulmazlığı yaygın olarak kabul görüyor. Toplumun genelini rahatsız eden konulardaki müdahaleler (kendilerine yönelik değilse) onları rahatsız etmiyor.
Kayyum atamalarına tepki, (19 Mart'ın öncesi itibarıyla), daha çok DEM Partili siyasetçilerin (PKK ile ilişkilendirilmeleri nedeniyle) cezalandırılması olarak algılandığı için çok yüksek değil. Sokak hayvanları, eşcinseller, göçmenler vb. tartışmalarda çoğunluğun konforunu savunan pozisyonlara yakınlar.
Gençlere, çalıştıkları yerde farklı kimlikten kişilerin varlığına tepkilerini de sorduk. Eşcinsel bir arkadaştan rahatsız olmayanlar sadece %12.4.
Kürtlerin, bu toprakların evladı olarak görülmeye başlaması ve yerli ve milli ötekiler haline dönüşmesi ile en popüler karşıtlıkta Suriyeliler üst sıraya yükselmiş. Neredeyse toplumun her kesiminde Suriyelilere yönelik nefret duyguları ön planda. Bu konudaki dolaşımdaki tüm rivayetler ve yanlış bilgiler gerçeklik olarak algılara yerleşiyor. Örneğin, istatistiklerin Suriyelilerin Türkiye genelindeki suç oranlarından daha az suç işlediğini göstermesine karşın, onları potansiyel suçlu görme davranışı yaygın. Hatta sembolik değeri daha yüksek yüz kızartıcı suçlara yakıştırmalar oldukça yaygın. Suriyeliler suç oranlarını artırdığı önermesine evet diyenler, gençler arasında %60,9.
Sözleşmesizlik ve Akışkan Milliyetçilik
Gençliğin akışkanlığının belirgin bir sonucu daha düğümsüz olması. Bu nedenle rahatlıkla popüler söylemlere eklemlenebiliyor ve kolayca yön değiştirebiliyorlar. Aynı kesimler bir gün İnce’nin arkasında dururken, diğer gün Ümit Özdağ’cı olabiliyor. Bayraktar övgüsü, Hakan Fidan’a saygı, Yavaş’a veya İmamoğlu’na hayranlık bir arada olabiliyor. TİP’e mi Zafer Partisi’ne mi oy vereyim diye tereddüt eden, MHP’liydim artık TKP’ye katılacağım diyen olabiliyor. Bir nevi büyük çoğunluğunun bir davası yok ve bir toplum sözleşmesi değerlerini taşımıyorlar. Öte yandan ilk bakışta tarif ettiğim akışkanlıkla çelişkili gibi dursa da son dönemlerdeki en kuvvetli eklemlenmeleri milliyetçilik ile. Ne var ki bu milliyetçilik de döneme özgü, akışkan bir milliyetçilik. Geleneksel milliyetçilik kadar kuvvetli değil, daha seküler, daha Atatürkçü. Kişisel gelecek belirsizliklerini bir ulusal mesele olarak görme eğilimi var: Türkiye’nin çıkarlarına yönelik tehditler ve Üçüncü Dünya Savaşı gibi kaygılar ile içine düştükleri halleri, dış ve iç düşmanlara bağlayan teorilere ve komplolara bağlama. Teknolojik yatırımlar gibi milli değerlere sahip çıkıyor ve popülist siyasete malzeme olmasına aldırmıyorlar. Küreselleşme ve Batı karşıtlığına dayanması, anti-emperyalist ve tam bağımsızlık gibi söylemlerle geçişliliğe neden oluyor. Dolayısıyla sol-seküler çevrelerde de karşılık buluyor.
Ağırlığını NEET gençlerin oluşturduğu ama daha vasıfsız işlerde çalışan gençler ve üniversite öğrencisi olup da mezuniyetin sağlayacaklarından fazla da umutlu olmayan önemli bir kesimi de kapsayan bir hacmi var.
Milliyetçiliğin yükselişi sıkça dillendirilen bir önerme ve bir haber, kısmen de bir kaygı. Milliyetçilik hem Türkiye’de hem de dünyada halen üzerine fazlaca konuşuluyor olsa da geçmişteki anlamlarından ve etki alanından oldukça uzaklaşıyor. Yeni yaklaşımlara ihtiyaç var. Milliyetçi söylemlerin, bilhassa gençlerin arasında önemli bir etki alanı olduğunu görüyoruz. Bir anlamıyla milliyetçilik farklı sorun alanlarındaki söylemlere rengini vermek üzere yeni rotalar belirlemiş görünüyor. Göçmen karşıtlığı, Kürt sorunu, LGBTİ+ tartışmaları, yerli ekonomi gibi alanlar başta olmak üzere siyasi alanda çözüm politikalarından ziyade seçmen çoğunluğunu etkileme çabaları, bu sorun alanlarına milliyetçiliğin renk verdiği politikaların öne çıkmasına, propaganda edilmesine ve geniş kitleler üzerinde etki oluşturmasına neden oluyor.
Hal böyle iken siyaset dünyası, milliyetçi retoriği artırma ve bunu bir oy kazanma stratejisi olarak kullanma eğilimine giriyor. Milliyetçi söylemlere yatırım yapıyor ve aslında zemini kuvvetli olmayan milliyetçiliğe yeniden güç kazandırıyor. Bu durum, milliyetçilik karşıtı tutumları zayıflatıyor ve Türkiye'de çoğulculuğun ve demokrasinin zenginleşmesini ve ortak toplumsal diyalog kanallarının inşasını zorlaştırıyor.
Öte yandan milliyetçiliğin her dönemde bir sıradanlığı ve girdiği kalıba göre şekillenen bir boş gösteren (floating signifier) olma özelliği olduğu söylenebilir. Michael Billig gündelik yaşamda sürekli ama çoğunlukla fark edilmeden yeniden üretilen milliyetçilik biçimine banal milliyetçilik diyordu.[viii] Yani, milliyetçilik banal olarak sadece büyük milliyetçi gösterilerde veya kriz anlarında değil, rutin haber bültenlerinde, spor karşılaşmalarında, bayraklarda, resmi dil kullanımında ve kamu kurumlarında her gün yeniden üretilir. Radikal ya da saldırgan değildir. Tam tersine, sıradanlaşmıştır. Bu yüzden genellikle fark edilmez, "doğal" ve "normal" kabul edilir. Sürekli bayrak görmemiz, maçlarda dahi istiklal marşı, haritalar, Türk millet kalıbı, vb. girdilerle milliyetçilik beslenir. Banal milliyetçiliğin akışkan versiyonunda sembolik unsurlar ve meseleler de devreye giriyor. Akışkan milliyetçilik işte bu banal ve sıradan milliyetçiliğin genelleşmesi ve birçok toplumsal konu ile ilişkilenir hale gelmesi. Bu nedenle de bir yandan daha zayıf olduğu için daha tehlikesizken, diğer yandan da daha yaygın ve her konuya eklemlenme kabiliyeti ile daha tehlikeli boyutları var.
Akışkan milliyetçilik gençler arasında önemli bir karşılık buluyor. Bir anlamda sisteme tutunamayanlar olarak tarif edilebilecek, NEET gençler başta olmak üzere, ama aynı zamanda NEET olmasa dahi iyi eğitim ya da iş imkanına sahip olmayıp gelecek kaygıları yüksek olan geniş bir gençlik kesimini sarmalıyor.
Üç önemli taşıyıcı kolon var. Birincisi “bizi” ve “milletimizi” yok etmek, zayıflatmak geriletmek isteyenlerin “başımıza sardığı” meseleler: Başta Kürt sorunu, son yıllarda göçmenler, LGBTİ+ konusu. Bu süperlig konuları kadar güçlü olmasa da komplo teorileri ile beslenmeye çok yatkın olan, aşı, sokak hayvanları gibi konuları “köpürten” lobilere karşıt milli müdafaa hatları. Hatta şimdi yeni yeni şekillenen iklim karşıtlığı da aynı hatta dahil olmaya çalışıyor. Elbette bunların hepsi tek bir milliyetçi duruşta birikmeyebiliyor. Ancak patternler, inkarlar, defanslar ve komplo hikayeleri oldukça benzerlik içeriyor.
İkincisi, kimilerinin tekno-milliyetçilik olarak da adlandırdığı eğilim. Ülkenin geleceğinin ve bekasının ekonomik bir yatırım alana bağlı olması gerektiğini düşünülüyor. Bunu da esas olarak teknoloji alanında gören beklenti ve gelecek hayalleri kolayca milliyetçiliğe eklemlenebiliyor. Özellikle TRT ve A Haber’de işlenen savunma sanayi atılımları, İHA’lar, SİHA’lar, savaş gemileri ve uçakları, TOGG tanıtımları, programları vb. gençlerin ilgi alanları haline gelen bir tekno-milliyetçilik ekosistemi oluşturdu.
Üçüncü taşıyıcı alan ise banal milliyetçiliğin özellikle ekonomik alana, kısmen de kültürel alana taşınan Türk milleti kalıplarının hatırlatıldığı, “milli ve yerli” promosyonu ve onun daha soft versiyonu olan “bu topraklarda” anlatıları. Bunlara zaman zaman Erdoğan’ın uluslararası arenadaki gösterimleri de eşlik ediyor.
Lumpen gençlik ne istiyor?
Peki bu akışkan milliyetçilik tüm gençlere mal edilemeyeceğine göre hangi gençlik kesimlerinde daha etkili? Saraçhane eylemlerinde üniversiteli aktivistlerin performansı ile çelişen şu oldu: gençler arasında lumpen tavırlar içinde olan birçok grubun hem diğer eylemcilere tepkileri hem de pek de özgürlükçü olarak değerlendirilemeyecek, milliyetçi tonları yüksek tavırları da göze çarptı. Daha önceleri Tik-tok ve X’te, İnce ya da Özdağ halelerinde göze çarpan akışkan milliyetçiliğe teşne bu grupları ağırlıkla NEET gençleri, okusa ya da çalışsa bile kaygıları ve hayal kırıklıkları yüksek, öfkeli bir gençlik kesimleri oluşturuyor.
KONDA’nın bir araştırma paylaşımında NEET gençler için “oturan gençler” teriminin kullanımına denk gelmiştim.[ix] Bir kaza olduğunu düşünüyordum, ancak farklı raporlarında kullanmaya devam etmişler. Araştırma sektöründe etkileyici isim koyma çabası bazen bu tür düşüncesizliklere neden olabiliyor. NEET gençlerini oturan bir kesim olarak görmek hem iyi bir analiz değil hem de örtük bir aşağılama içeriyor. Bu kesimin en az yaptığı şey oturmak olabilir.[x] Tabi, onların hareketliliği herkesin radarına girmiyor olabilir. Nitekim Saraçhane eylemlerindeki aktivasyonlarının şaşırtıcı olması da bu yüzden.
NEET ve NEET olmasa da benzer özellikler sergileyen kesime, oturanlar yerine tutunamayanlar demenin daha yerinde olduğu kanaatindeyim. Elbette, aralarında tutunma motivasyonu zaten düşük olanlar da vardır. Fakat gerekçeleri bir yana, tüm çabalarına rağmen eğitim ve çalışma yaşamının dışında kalmış olmaları, hem bir öfke birikimine, hem de belirsizlik bunalımına neden oluyor. Öfkeleri en başta ayrıcalıklı olan kesimlere ve buna neden olanlara. Sadece iktidardan pay alanlar değil, seküler, eğitimli, varlıklı olan, onların deyişiyle yırtma imkânı olan kesimlere öfkeliler. Gelecek belirsizliklerinden dolayı da kaygılılar ve ümitsizler.
Eylemci gençlik arasında görmeye alışkın olmadığımız bu “lumpen” kalabalıklar, Marx’ın Lumpen proleterya kavramsallaştırmasını çağrıştırıyor. Lumpen proleterya 1845’te Marx ve Engels’in birlikte yazdığı Alman İdeolojisi eserlerinde kullandıkları bir tabirdi. Bir sınıf bilinci taşımayan, örgütsüz, istikrarsız, toplumun alt katmanlarında yer alan ve çoğunlukla suça, yasa dışı işlere meyilli sınıf dışı unsurları tanımlamak için kullanmışlardı. Yoksul olmalarına rağmen onları sınıf hareketinin parçası olarak görmenin sakıncalı olduğunu, güvenilmez ve hatta zaman zaman gerici hareketlere yatkın olduklarını, çünkü kolayca iktidarların çıkarları doğrultusunda yönlendirilebilir olduklarını savundular. Elbette, lumpen proleterya kavramına bugüne kadar pek çok itiraz oldu. En basiti işçi sınıfının da siyasi davranışının kendiliğinden farklılaşmadığı ya da daha fazla ve kolay bir şekilde sosyalistlerin etkisine açık olmadıkları yönünde pek çok deneyim yaşandı.
Lumpen proleterya olarak tarif edilen kesime Marx ve Engels’in olumsuz yaklaşımına en ilginç ve bugünkü tartışmaya da katkı sağlama potansiyeli yüksek olan iki itirazı önemli buluyorum. Birincisi Frantz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” eserindeki anti-sömürgeci analiz[xi]. İkincisi de Laclau ve Mouffe’un özcü sınıf anlayışını eleştirdikleri “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” yapıtlarındaki hegemonya siyaseti yaklaşımı.[xii]
Frantz Fanon lumpen proleterya kavramsallaştırmasının, ezilenlerin bir bölümünü haksız yere dışladığını, oysa anti-sömürgeci mücadelede etkin bir şekilde yer alabileceğini savunur. Yeryüzünün Lanetlileri’nde, psikiyatriden de faydalanarak, bireylerin sömürgeleştirilme aracılığıyla yaşadığı ruhsal travmalara dikkat çeker. Sömürgecilik sadece fiziksel baskı ile işlememiştir. Sömürülenler, sürekli aşağılanma, görünmez kılınma ve değersizlik duygularına maruz kalır. Bu da bireyin benlik bütünlüğünü parçalar ve onun kendi dünyasında yetersiz, eksik bir varlık olarak konumlanmasına yol açar. Bu durumun psikiyatrik karşılığı Fanon için narsisistik kırılma, yoğun aşağılık kompleksi, paranoya ve kimlik bölünmesi gibi patolojilerde kendini gösterir.
Ancak Fanon, bu kırılmanın aynı zamanda devrimci şiddet aracılığıyla bir iyileşme süreci başlatabileceğini öne sürer. Şiddet ve öfke tepkileri özneleşmenin, kendi varlığını yeniden inşa etmenin bir biçimidir.
İşte Türkiye’deki lumpen veya dışlanmış gençlerin milliyetçiliğe yönelimi, siyasal bir pozisyon alış değildir yalnızca; aynı zamanda derin bir psikolojik ihtiyaçtan kaynaklanır: Tanınmak, değerli hissetmek, görünür olmak ve aidiyet duymak. “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” söylemleri, iç ve dış düşman tehditlerine yoğun göndermeler ve komplo teorilerine yatkınlık bu ruh halinin sonuçları.
İkinci bir önemli eleştiri Laclau ve Mouffe’dan gelir: özcü sınıf anlayışını eleştirirken kimliklerin toplumsal mücadele içinde disiplinli bir özne olarak değil, söylemsel olarak inşa edilen pozisyonlar olduğunu savunurlar. Bu nedenle işçi sınıfı, doğası gereği devrimci bir özne değildir. Aynı şekilde lumpen proletarya da doğası gereği güvenilmez ya da pasif bir kitle olarak görülmemeli. Yani, lumpen proletarya gibi istikrarsız kesimler bile doğru söylemsel ve hegemonik mücadele ile devrimci bir özne hâline gelebilir. Kuşkusuz tersi de doğru, yani işçi sınıfı da pekâlâ milliyetçi ve iktidar yanlısı pozisyonlarla kolayca eklemlenebilir.
Aynı zamanda Laclau’nun dikkat çektiği üzere milliyetçilik, bir “boş gösteren” olarak işlev görür: Herkesin kendi sıkıntısını içine dökebildiği, farklı anlamlar yükleyebildiği bir siyasi kimlik[xiii]. Dolayısıyla milliyetçiliğin gücü, popüler söylemleri eklemleme becerisi ve karşısındaki hegemonik projelerin zayıflığı ile oldukça ilgili.
AK Parti, uzun yıllar yoksul, örgütsüz, sistem dışı grupları; yani “lumpen” sayılabilecek kesimleri başarılı bir şekilde hegemonik bir dil ve kimlik siyasetiyle hegemonize edebildi. AK Parti’nin “mazlum millet” ve “elitlere karşı millet” söylemleri, lumpen veya dışlanmış kesimlerin siyasal bir özne haline gelmesine imkan sağladı. Bu kesimler, siyasal sistemde temsil edilmeyen, dışlanmış aktörler olarak görüldü ve “biz ve onlar” diliyle kendilerini güçlü bir şekilde bir yere ait hissettiler. Sosyal yardımlar, muhafazakâr değerlerle bütünleşmiş bir kimlik siyaseti ve Batı karşıtlığı bu grupları AKP’ye bağladı. Ne var ki 2015 sonrası başlayan değişim ile AK Parti giderek “mazlum millet”ten uzaklaşarak daha ziyade "devlet" temsiline geçiş yaptı. Yönetim krizlerine ekonomik sorunlar da eklenince yoksulluk arttı, sosyal yardımlar düzensizleşti, genç işsizlik yükseldi. Bu süreçte özellikle kent yoksulu gençlerde bir umutsuzluk, öfke ve yabancılaşma başladı. Bir anlamda AKP'nin vaat ettiği gelecek ufku çökünce hegemonik bağ da zayıfladı. AK Parti’nin bu boşalttığı alanda, yani lumpen-yoksul kesimler için bir politik özneleşme arayışı başladı. Sol veya alternatif demokratik söylemlerin bu kesimlerle hem bağı zayıf hem de sunabilecekleri cazip hegemonik projeler sunamadığı söylenebilir. Böyle olunca boşalan kimlik zeminini, milliyetçi muktedirlik vaatleri öne sürenler doldurmaya çalışıyor. Ekonomik sıkıntılara dayalı bir mağduriyet şikayetleri yerine ülkenin gelişmesinin önündeki engeller söylemlerinin öne çıkarılması, bireylerin yaşadıkları sıkıntıları anlamlandırılabilir kılıyor. Bu psikolojik ruh hali, Fanon’un aşağılanmışların öfkesinin kolektif bir yönelim kazanması fikriyle örtüşüyor.
Türkiye’de özellikle kent yoksulu, eğitimsiz ya da prekaryalaşmış genç erkekler arasında milliyetçiliğin mevzubahis ettiğim yükselişinin, sadece ideolojik olmadığı, Fanoncu anlamda psikolojik ve kimliksel bir zemine dayandığı söylenebilir. Gençler yoğun bir biçimde gelecek belirsizliği yaşıyor. Kendilerini değerli vatandaşlar olarak hissetmiyor. Toplumun elit kesimleri tarafından “kaba”, “gerici”, “eğitimsiz” olarak görüldüğünü düşünüyor. Bu aşağılanmışlık hissi, Fanon’un tanımladığı gibi şiddetli bir kimlik kırılmasına yol açıyor. Milliyetçilik, “tutunamayan gençlere” bir kolektif kimlik ve anlamlandırma sunuyor. Fanon’un tarif ettiği gibi, bastırılmış öfke zamanla dışa vurulmak ister. Bu öfke bazen sığınmacılara, bazen Kürtlere, inşa edilen diğer iç düşmanlara yöneltiliyor. Sosyal medya, sokak performansları, grupsal gösteriler bu özneleşmenin ritüel alanları hâline geliyor. Devletin diliyle milliyetçi konuşmalar (“terörist”, “hain”, “dış güçler”, “milli ve manevi değerler”, “bu topraklar”, vb. ) bu gençlere bir güç hissi kazandırıyor. Bu bir tür narsistik telafi gibi görülebilir: Kendini küçük hisseden birey, büyük bir bütünle özdeşleşerek kendi varoluşsal kırılmalarını örtüyor.
Milliyetçiliğin yükselmesi, bu kesimlerin, toplumsal aidiyet arayışında kendilerine bir kimlik inşa etme fırsatı sunuyor. Ancak, bu milliyetçilik biçimi, katı ideolojik bir anlayıştan çok, geçici bir aidiyet hissi ve güvenlik ihtiyacı etrafında şekilleniyor. Bu anlamda, akışkan milliyetçilik, bir yandan ulus devletin ideolojik söylemine bağlı kalmayı zorlaştırırken, diğer yandan anlık bir aidiyet arayışının ifade bulduğu geçici bir formata dönüşüyor.
Gençlerin sorunları mı, kaygıları mı?
Akışkan milliyetçiliğin etkili olduğu, bu geniş gençlik kesimlerini, sol bir siyasetin etkileyebilmesi ve kazanabilmesi mümkün mü? Bunun için öncelikle doğru soruları ortaya koymak gerek. Sadece sol değil genel olarak siyaset, gençleri kazanmak üzere iki soruya yanıt odaklanıyor. İlki ne yaparız da gençleri katarız ya da onların ilgisini çekeriz. İkincisi de gençlerin sorunları neler ve bunlarla ilgili ne vaat edebiliriz. Bu iki soru da genç katılımını artırmak için doğru sorular değil, en azından yeterli olmuyor. Birincisi gençler, esasen yeterince yer açılmadığı için değil (ki aslında yer açıldığı da doğru değil), çağrıldıkları ekosisteme sığamadıkları için siyasete gelmiyorlar. Bu ekosistem yapıları ve biçimleri ile genç varoluşa uygun değil (benzer şekilde kadınlara da uygun değil). Böyle olunca bir kısır döngü oluşmuş durumda. Çağrıldıkları yerde yaşam ve nefes alma imkanı görmeyen gençler orada var olmuyor, onlar var olmadıkça da ortam gençleşmiyor.
İkincisi gençlerin sorunları neler sorusu da verimli bir soru değil. Bir kere soru zaten şöyle olmalı: gençlere özgü sorunlar neler? Daha iyi olmakla birlikte de bu soru da anlamlı olan soru değil. Gençler toplumda büyük bir nüfus ve bahsettiğimiz üzere beşi benzemez nitelikte. Toplumun ne gibi sorunları varsa, gençlerin de başta ekonomik sorunlar olmak üzere aynı sorunları var. Bu sorunlara yanıt üretmek zaten siyasetin ana misyonu ve çoğu da hemen çözülecek konular değil. Bu yüzden gençlere kulak vermek ve yarın için çare olacak çözümler haricinde, bugünkü gündemlerine dokunmak gerekiyor.
Bourdieu “gençlik geçiştir” der. Gençlik, dönüm noktalarının fazla olduğu bir yaş aralığı. Dolayısıyla bu geçişler gençlere özgü sorunları katmerleştiriyor. Eğitim, ilk iş, aile evinden çıkış, evlenme ve tüm diğer ilk hayati deneyimler sorun alanları oluşturuyor. Bu ilk kapıların kolay ve destekli biçimde geçilmesi gençlere siyasetin en büyük vaadi olabilir. Örneğin, Mahir Polat’ın bir röportajında yaptığı kentsel mekân tarifi çok önemli.[xiv] Polat, insanların bu şehir benim diyebilmesi için halkın daha fazla üstü kapalı mekâna ihtiyaç olduğunu söylüyor: “Sadece insanla buluşmaya, oturmaya ve dışarısı soğukken içerisi sıcak bir mekâna, ihtiyacımız vardır”. Son iki dönemde bunu sağlamak üzere pek çok kültürel yapı dönüştürüldü ve gençler için önemli mekanlar haline geldi. Yine İBB’nin öğrencilere tanınan ulaşım indirimini NEET gençlere de sağlama hedefi de iyi bir örnek. Bunlar gençlerin kaygı ve öfke yumağında bir yerlere dokunan hamleler. Tüm bu ilk kapı geçişlerindeki türbülanslar, ekonomik ve siyasi krizlerle birleşince, gençlerde öfke, hayal kırıklığı ve kaygılarını kanalize edecekleri anlam alanları arayışına neden oluyor.
İlginç diğer bir eğilim de bu belirsizlikler yumağının gençlerde devletçilik beklentisini yükseltmiş olması. Sosyal devlet kavramının itibarı yükseliyor. Öte yandan devletin müdahaleciliği (neye müdahale ettiği önemli olmak üzere) de istenen, savunulan bir özellik. Toplumun yanlış bulduğu durumları devletin düzeltmesi olağan karşılanıyor. Kendine yapılmasını istemediğinin yapılmasını otoriterlik olarak görürken, ötekine müdahaleden rahatsız olmuyor.
En nihayetinde, tutunamayan gençlik, kendini akışkan milliyetçi söylemlere bırakıyor ve devletçiliğe sığınıyor. Peki sol muhalefet ya da siyaset eylemliliklerde Türkiye’nin güzide üniversitelerinin parlak gençlerinde umut bulurken, bu kalabalık nüfusa neden ilgi göstermiyor. Bunun kısaca yanıtını vermek zor. Ama polemik de yaratmasından çekinmeyerek söyleyebileceğim, solun milliyetçilik ile eklemlenmiş hali ya da milliyetçilikten arınamamış olması bu kesimlerle bağ kuramamasında önemli bir etken. Hattızatında milliyetçiliği tehlike olarak da görmemesi de bunu besliyor. Esas sorunu iktidarın kültürel hegemonyasını kurmak istediği alan olarak düşündüğü dindar muhafazakarlıkta görüyor. Bu yeni akışkan milliyetçilik hallerini sekülerlik ile de çelişmiyor olması itibarıyla daha kapsanabilir buluyor. Oysa meydanın esas sahipleri yükselen milliyetçilik itibarlarından daha kuvvetle besleniyor.
İkincisi solun karşı hegemonyayı kurabilecek bir popülizm üretemiyor olması, ya da bunu siyasi iletişimle sınırlı görmesi de meydanı dışlayıcı milliyetçi tutumlara bırakıyor. Tanıl Bora bir yazısında popülizmin sol tarafından kullanabilirliği üzerinde durmuştu.[xv] Tanıl Bora yazıda Süreyya Tamer Kozaklı’dan haysiyetli popülizm ’kavramını ve “Türkiye solcusunun bu toplumda yalnız olduğu yanılsamasına kendini inandırması”ndan şikâyetini hatırlatıyor: “Bu kendini inandırma sorununun bir cephesi, yalnızlığına kapanıp temas aramayı kesmektir. Bir cephesi de, “çoğunluk”, “toplum”, “millet” veya işte “halk” diye çizilen -sağcı!- ideal tipe kanmamak ve o robot resim dışındakilerin halk-dışı olduğuna dair sağ-popülist farfaraya rıza göstermemek.”
Üçüncüsü de sol, mağdurlara seslenmede daha istekli, çoğunlukla bağ kurmada daha isteksiz kalıyor. Çünkü çoğunluğun iknası, ilkeci, doğrucu tutumlara (ve genellikle yarınlara) çağrı yoluyla değil, kaygılarını giderecek gerçekçi ve bugünle ilgili politikalar geliştirme ile mümkün.
Sonuç olarak bu gençlerden bir şey olmaz mı diyorsun şeklinde bir soru illaki gelecektir diye düşünerek, bu sorunun önünü alarak bitirmek isterim: Hayır öyle demiyorum. Muhalefet açısından toplumun geneline göre daha olumlu tutumları ve duruşları olduğu doğru. Ancak fark sanıldığı kadar açık değil. Göze çarpan olumlu örneklerin yoğunluğu, tüm gençler böyleymiş gibi bir algı yaratıyor. İki önemli çıkarım yapılabilir: Birincisi muhalefetin gençleri “çantada keklik” olarak görmekten vazgeçmesi, hatırı sayılır oranda bir gençlik kesimini ikna etmeleri gerektiğini gözetmesi gerekiyor. İkincisi de muhalif siyasetin farklı gençlik segmentlerini ayrı ayrı ele almaya başlaması gerekiyor. Özellikle akışkan milliyetçiliğe yatkın tutunamayan gençler önemli bir odak konusu olmalı.
[i] Saha çalışmaları CORE Araştırma Enstitüsü olarak 2024 yerel seçim öncesi ve sonrasını kapsayan gençlerin siyasete ve siyasete yaklaşımlarını konu eden “Gençlerin seçimi” araştırması (Friedrich Ebert Stiftung tarafından desteklendi) ve gençlerin çoğulcu demokrasi açısından değerlerini konu ettiğimiz, 18-29 yaş arası 2400 kişilik bir örneklemi kapsayan, sahası 2025 Şubat ve Mart aylarında gerçekleştirilmiş olan araştırmaların verileri ve bulguları (Centre for Applied Turkey Studies tarafından desteklendi). Araştırma raporları için CORE web sitesini takip edebilirsiniz: www.core.org.tr
[ii] İlgili TÜİK verilerini, farklı raporlardan derlemek gerekiyor:
İstatistiklerle gençlik: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Genclik-2023-53677 İşgücü istatistikleri: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Isgucu-Istatistikleri-2024-54059 Ulusal eğitim istatistikleri: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Ulusal-Egitim-Istatistikleri-2022-49756 İstatistiklerle çocuk: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Cocuk-2024-54197
[iii] https://www.ohchr.org/en/instruments-mechanisms/instruments/convention-rights-child
[iv] https://www.yok.gov.tr/Sayfalar/Haberler/2023/yuksekogretimde-yeni-istatistikler.aspx
[v] https://www.oecd.org/en/data/indicators/youth-not-in-employment-education-or-training-neet.html?oecdcontrol-dec63071aa-var6=15_29
[vi] Goffman, E. (2009.). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu. Metis Yayınları.
[vii] Butler, J. (1990) . Cinsiyet Belası. Metis Yayınları.
[viii] Billig, M. (2002) Banal milliyetçilik. Gelenek Yayınevi.
[ix]KONDA birçok raporunda NEET yerine “oturan” tabirini kullanmış, benim gözüme çarpan rapor şu: https://kontent.konda.com.tr/report/YToyOntzOjE6InIiO3M6MzoiMTEzIjtzOjE6InMiO3M6MzoiODQ0Ijt9/preview
[x] Nefret ya da Protesto isimleriyle bilinen (La Haine) Mathieu Kassovitz'in 1995 yılında çektiği bir Fransız filmi var. Film Fransa’daki tam da benzer kesimlerin sokak gösterilerinin öncesinde yayınlanmıştı ve patlamaya hazır gençlik sosyolojisini konu ediyor, izlemeyenlere öneririm.
[xi] Fanon, F. (2024). Yeryüzünün Lanetlileri. İletişim Yayınları.
[xii] Laclau, E., & Mouffe, C. (2008). Hegemonya ve Sosyalist Strateji. İletişim Yayınları.
[xiii] Laclau, E. "Boş Gösterenler Siyasette Niçin Önemlidir?" Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme. Birikim Yayınları (sayfa 95-109).
[xiv] Adem Metan’ın Youtube kanalında, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat ile yaptığı söyleşi: https://www.youtube.com/watch?v=7SE0NKEyMS0
[xv] Bora, Tanıl. “Haysiyetli Popülizm”. Birikim. https://birikimdergisi.com/haftalik/11736/haysiyetli-populizm