Hiç Düşündünüz mü, Kapuçin Maymunları Neden Salatalık Sevmez?

Adalet ve yasa genel olarak kuzen olarak

adlandırılabilir ama Güney Afrika’da birbirleriyle

pek konuşmuyor gibidir.

                                                                                                                                                                                 Kuru Beyaz Bir Mevsim

 

Yukarıdaki epigrafın dillendirildiği filmde (A Dry White Season, Euzhan Paley,1989) Ian Mc Kenzie (Marlon Brando) Güney Afrika’da Apartheid sırasında yaşayan beyaz bir avukattır. Rejimin yine siyahların canına okuduğu birtakım gösteriler sırasında ilerici, demokrat birkaç beyaz, buna karşı hukuki yola başvurmak için kendisine başvurduğunda, ağzından bu umutsuz sözler dökülür bezgin Mc Kenzie’nin. Belli ki adalet ve yasayı birbirine eşdeğer görmekte, adaletin adil yasaları sağlayacağına inanmakta ama fiilî durumda yasalar hiç de adil görünmemektedir.  Ona göre Apartheid yasaları adalete sırtına dönmüş, onu görmezden gelmiş, hatta ona küsmüştür. Bu durumda da Güney Afrika halihazırda adil olmayan yasalarla yönetilmektedir.

Yasaların adalete hitap etmediği, ona aykırı olduğu görülmemiş şey değildir. Birçok yasa adil olmaktan çok uzak olagelmiştir. Bir yasanın meşru ya da kabul edilebilir olup olmadığı da her zaman adalete, adil olana, ona uzaklığına ya da yakınlığına göre belirlenir. Yine adalet de esasında yüzer gezer bir kavram olmaktan, yasa sayesinde, yani uygulanabilir olduğu ölçüde kurtulur ve somutlaşır. Yasanın adil olup olmadığını belirlemek mümkündür; herkese eşit olarak uygulanan bir yasa “eşitlik” ölçüsüne göre adildir, ki herkesin yasa karşısında eşit olması adalet duygusunun tatmini yönünde olmazsa olmaz bir ölçüdür. Peki, Mc Kenzie’nin küs olmalarından mustarip olduğu ve onları yeniden birbirini seven kuzenler olarak görme isteği, sorunu çözecek midir? Yasa adalete uygun olursa Mc Kenzie işine yeniden dört elle sarılacak mıdır? Ama ya sorun bu kadar basit değilse ve yasayı adalet duygusuna uyarlamak nispeten kolayken, adaletin kendisi tartışma konusuysa?

Engin Topuzkanamış tam da bunu tartışmış Kapuçin Maymunları Neden Salatalık Sevmez? adlı kitabında (Oniki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2022). Öncelikle “adalet”in ne olduğu, ideal ve gerçekle ilişkisi ile uzunca bir süredir dilimizden düşürmediğimiz hakikatle bağı konusunda gerçekten ufuk açıcı bir eser ortaya koymuş. Kitapta adalet duygusu ile adaletin “fiilî” durumuna ilişkin önemli karşılaştırmalar, bu konudaki algımızı yeniden harekete geçiriyor. Bu noktada da hukuk adalet açısından değerlendiriliyor ve hukuktaki adaletin esasında neye karşılık geldiği ifade ediliyor. Adalet duygusu kendi içinde insani bir duygudur ve gündelik yaşamdaki adalet ve adaletsizlik algısı da tamamen hayatın içinde vuku bulur. İnsanlar kendi benzerleriyle kıyas yaptıklarında ve sahip oldukları şeylerin diğerlerine göre daha az, eksik, yetersiz vesaire olduğunu düşündüklerinde yaşamın da adil olmadığını düşünürler. Bu adaletsizliği gidermenin yolları vardır elbette. Karşınızdakinin elinde olanın fazlasını alarak durumu eşitleyip kendi adaletinizi sağlayabilirsiniz. İsyan çıkarabilir ya da devrim yapabilirsiniz veya sadece gasp edersiniz. Ama insanların genel olarak bu farklı yollara girmemesi esasında bir zorunluluk mu yoksa bir tercih midir? İnsanlar neden Kapuçin maymunları gibi, kendisine ve yanındakine salatalık verildiğinde ses çıkarmadığı halde, kendisine salatalık, yanındakine üzüm verildiğinde, elindeki salatalığı o salatalığı verenin yüzüne fırlatmamaktadır?

Bu edilgenliğin/pasifliğin önemli nedenlerinden biri, din anlayışıdır. Tek Tanrılı dinlere göre kimin neye sahip olacağına sadece Tanrı karar verebilir ve kararı Tanrı verdiğine göre Tanrı’nın adil olmaması mümkün değildir. Tanrı herkese her şeyi adilane bir biçimde pay eder. İçinden geldiğimiz şartlar, yoksulluğun ya da zenginliğin içine doğmamız ya da başkaca yetenek veya yeteneksizliklerimiz, Tanrı’nın bize pay ettikleridir. Ama Tanrı insanlara eşit derecede akıl da vermiştir ve herkes maddi ve manevi şartlarını geliştirip değiştirebilir. “Böyle bakıldığında ilahi adalet liberaldir”, ki o liberalizme temel olan Protestan anlayışını Max Weber Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda ziyadesiyle iyi anlatır.  Ama devlet bu düzene müdahale ettiğinde ve hiçbir özel duruma bakmaksızın, herkese her şeyi eşit verdiğinde işte bu doğal düzen de bozulur ve adalet zedelenir.

Pasifliğin diğer bir nedeni de hukuktur. Hukuk bir sebep değil, ilk güç ilişkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Esasında da güçlü olanın hukuk kurduğu ve gücünü devam ettirdiği sürece bu hukukun devam ettiğinin kabulü gerekir. Bu durumda da ideal bir hukuk ya da hukukun üstünlüğünden değil, güçlünün, gücü sayesinde uygulayageldiği bir hukuktan söz etmek gerekir. Ancak güç ilişkileri sonucu ortaya çıkan hukukun devam edebilmesi/uygulanabilmesi için güce dayanmak yeterli değildir; muhakkak bu hukukun uygulanacağı toplumun rızası da gerekir, çünkü gücü elinde tutan ve güç uygulanan arasında sürekli bir çatışma sürdürülmesi güç ve yıpratıcı bir durumdur. Bu nedenle de güç toplum içinde istikrar kazanabilmelidir ki hem çatışma ile yıpranmasının önüne geçilebilsin hem de taraflar arasındaki güç ilişkisi sürdürülebilir olsun. Yasalar önünde herkesin “eşit” olduğu söylenmelidir ki toplum adil bir devlet tarafından yönetildiğini düşünebilsin. Bir yurttaş, bütün büyük şirketlerin de tıpkı kendisi gibi vergi ödediğinden emin olsun ki vergi dairesine her ay tıpış tıpış vergi yatırmaya gidebilsin. Çünkü yasaya göre, şartları taşıyan her yurttaş vergi vermekle yükümlüdür. “Sözleşme özgürlüğü” kapsamında işçi ve işveren eşittir, Medeni Kanun kapsamında kadın ve erkek eşittir ve her işçi ile işverene, her kadın ve erkeğe aynı yasa uygulanır. İlk güç ilişkisinde sağlanan üstünlükler, ekonomik talanlar ve erkeğin ezici baskısı yasalarda yer almaz; aksine üzeri “eşitlik” adı altında, yasa ile örtülür. Yasa önünde eşit olduğunu düşünen yurttaşlar da hukukun esasında güç ilişkilerini nasıl onayladığını ve gizlediğini düşünmeden, haksızlık karşısında hukuka başvurur. Mevcut durumun “tarafsız” olan hukukun bir gereği olduğu ve hiç de keyfî olmadığı algısı yaratılarak, gerçekteki tüm eşitsizliklere rağmen, toplumda adalet duygusu oluşur, nihayetinde “şeriatın kestiği parmak acımaz”.  

Oysa insanlardaki adalet duygusuyla fiilî adalet arasındaki makasın ne kadar açık olduğu görülebilir. Ama insanların/yurttaşların fiilî adaleti zorunlulukla değil de güç/iktidar ve onun var ettiği hukuk tarafından oluşturulan adalet söylemini benimseyerek kendi “iradeleriyle” kabul ettikleri ortaya çıktığında o açıklığın kapandığı görünür. Adalet duygusunun insaniliği ile hukukun, dinin ya da ahlâkın yapay adaleti karşı karşıya geldiğinde de insan Kapuçin maymunu gibi üzüm yerine salatalık verildiğinde isyan çıkarıp o salatalığı hışımla fırlatmayacak, hukukun/dinin/ahlâkın onun payına verdiği salatalığın adil olduğunu düşünerek sesini çıkarmayacaktır.

Ama halihazır durumun bu şekilde olması, kimsenin adaletten vazgeçmesini gerektirmez. Söz konusu güç ilişkilerinin ve bunların sonucunda ortaya çıkmış olan hukukun, ahlâkın ve dinin güçlülerin lehine olan düzeni sürdürmeye çalışırken kullandıkları yapay adaletin yaldızlarını sökmek ve onu yeniden kendi gücüne ve insaniliğine kavuşturmanın yollarını aramak gerekli. Pek insani olan o adalet duygusunu siyasi iktidarın ya da öteki muktedirlerin etki alanından çıkarabilmeyi, en azından denemek gerekli. Üzüm yerine salatalık verildiğinde, o salatalığı hepsinin kafasına fırlatabilmeli.

Bu arada Topuzkanamış’ın eseri sadece adaletten bahsetmiyor, ki zaten alt başlığı da “Hukuku Anlamak İçin Kısa Bir Giriş”. Topuzkanamış hiçbir aşkın ya da ideale başvurmadan, hiçbir kavramı yüceleştirmeden, nedensellikleri ve tarihsellikleri içinde, kitabın boyutunu da çok çok aşan bir şekilde, her bir olguyu ilmek ilmek işliyor. Bu olgular, kavramlar arasında iktidarın niteliği, doğa, ahlâk, norm ve normal, hukuk ve iktidar, hukuk ve felsefe ilişkisi, hukuk ve antropoloji ilişkisi, doğal hukuk ve pozitivizm de var, ayrıca kitabın “İçindekiler” kısmına bakmadan yazamayacağım başka birçok husus da. 

Filmde ne mi oldu? Ian Mc Kenzie sonunda Apartheid rejimine karşı savaşmaya karar verdi. Çetin bir mücadelenin sonunda kaybetti ama hem Mc Kenzie’nin hem de siyahların mücadelesi kesinlikle görülmeye değerdi. Mc Kenzie’nin adalet anlayışı her ne olursa olsun, ister onu yüceleştirip tapsın, isterse gayet de insani bir hal olduğunu kabul edip kendi nedensellikleri içinde algılasın, tuttuğu taraf kesinlikle adil olandan yanaydı.