Türkiye’de Hrant Dink’e bir yazısındaki sözler nedeniyle Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla açılan dava, en sonunda Yargıtay’da kesinlik kazandı. Altı aylık hapis cezası onandı. Dink, aynı “suçu” beş yıl içinde ikinci kez işlemezse, hapis yatmayacak. Ama Türklüğü aşağılamış bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak, alnına sürülen kara lekeyle dolaşacak.
Aslında o kara leke, yeni ceza kanunun şimdiden meşum bir maddesi haline dönüşen 301. maddesi vesilesiyle, Türkiye’deki yargının alnına sürüldü. Hrant Dink’in yaptığı, kirli kanlar ve damarlarda akan asil kanlarla bezenmiş benzetme insana hoş gelmeyebilir. Ama bu benzetmenin içinde yer aldığı metnin bütününün “Türklüğe hakaret” amacı taşımadığı apaçık ortadayken, mahkemenin ve ardından Yargıtay’ın, Yargıtay Başsavcısının karşı mütalaasına rağmen, bu suçun işlendiğine hükmetmeleri, ifade özgürlüğünü güvence altına alan İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya dair Avrupa Sözleşmesini ihlal ediyor. Türkiye’nin 22 Mayıs 1997 tarihli Resmi Gazetede 4255 sayılı Onay Kanunu yayımlayarak kabul ettiği bu sözleşmenin 10. maddesi, “herkesin görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahip” olduğunu ilan edip, “kanaat özgürlüğünü” de ifade özgürlüğünün bir parçası olduğunu belirtiyor.
İşin bu hukuki yanına ilaveten, bir de Türk Yüksek Yargı gücü ile ilgili bir yanı var. Ataları Türkler tarafından öldürüldüğü için Türklere karşı nefret besleyen bazı Ermenilerin ağzından yazılmış bir benzetmeyle bunu ifade edip, onları bu nefret duygusundan kurtulmaya çağıran bir yazının Türkleri aşağılama suçu işlediğini iddia etmek, Türklerin “bi-idrak” insanlar olduğu hakkındaki kadim Osmanlı inancını pekiştirerek, istemeden de olsa, aslında kendisi biz Türkleri aşağılamış olmuyor mu?
Hrant Dink’in alnına bu lekenin sürülmesi için canla başla mücadele edenler buna rağmen tatmin olmamışlar ki, geçtiğimiz günlerde aynı çevrelerin bir başka suç duyurusunu ciddiye alan Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı, bu kez Reuter ajansına verilmiş bir demeçte, Ermenilerin Türkiye’de soykırıma maruz kaldıkları inancının ifade edilmesini “Türklüğe hakaret” suçu açısından soruşturmaya karar verdi. Böylece meşum 301. maddenin, hukukçuların önceden dikkat çektikleri gibi, ifade özgürlüğünün engellenmesinin yaygın araçlarından biri olabileceği iyice belirginleşti. Soruşturmanın davaya dönüşüp dönüşmeyeceğini, dava açılırsa mahkemenin ne yönde karar vereceğini bilmiyoruz. Ama, 301. madde bu haliyle yürürlükte kaldıkça, Yargıtay’ın kesinleşmiş kararı ışığında, bu konuda iyimser olmak için hiçbir neden yok. Hükümet bu kez de, “durun bakalım, Yargıtay karar versin” diyecek durumda artık değil. AKP hükümetinin ve Meclis çoğunluğunun, 301. maddeyi ivedilikle lağvetmemesi veya kökten değiştirmemesi, bu maddenin bu yorumunu zımnen desteklediği anlamına gelecek.
Fransa’da benzer bir tartışma yeni sonuçlandı. Dünyaca ünlü sosyolog Edgar Morin, Avrupa Parlamentosu milletvekili Sami Naïr ve yazar Daniele Sallenave 4 Haziran 2002’de Le Monde gazetesinde, “İsrail-Filistin: Kanser” başlıklı bir yazı yayımladılar. Yazıda İsrail Yahudilerinin Filistinlilere karşı takındıkları tavır ağır biçimde eleştiriliyordu. Ailesi Edirneli bir Yahudi olan Edgar Morin ve diğer yazarlar hakkında, Sınır Tanımayan Avukatlar ve Fransa-İsrail dernekleri, ırkçılık suçlamasıyla dava açtılar. Suç unsuru olarak, yazının aşağıdaki bölümlerini gösterdiler: “İnsanlık tarihinde en fazla zulüm gören bir halktan gelen, yerinden yurdundan edilmişlerden oluşan bir ulusun, iki kuşak sonra, tahakkümcü, kendinden emin ve, hayran kalınması gereken bir azınlık hariç, kendini beğenmiş ve aşağılamaktan haz duyan bir halka dönüşmüş olmasını anlamakta zorluk çekiyoruz (...) Adına getto denen bir apartheid’ın mağdurlarının çocukları olan İsrail Yahudileri, Filistinlileri gettolaştırıyorlar. Geçmişte hor görülen, küçük düşürülen, eziyet edilen Yahudiler, Filistinlileri hor görüyor, küçük düşürüyor ve onlara eziyet ediyor.”
Mayıs 2004’te görülen davada mahkeme yukarıdaki sözlerin yazının bütünlüğü içinde ele alınması gerektiğini, yazının, tartışmanın meşru olduğu bir konu ve ortamda, siyasal mesaj içerecek yapıda olduğunu belirtip, dava açılmasına gerek görmedi. Şikayetçiler, Versailles İstinaf Mahkemesi nezdinde karara itiraz ettiler. Bu mahkeme ise, Mayıs 2005’te, yazının, “bütün İsrailli Yahudilere Filistinlileri aşağılama ve hor görme eylemi atfettiğini, böylece onların davranışını ortak tarihleri ölçeğinde damgaladığını” ve bu nedenle ırkçı hakaret içeren nitelikte olduğuna karar verdi. Bu kez sanıklar Yargıtay’a gittiler.
Yargıtay,12 Temmuz 2006’da, İstinaf Mahkemesinin kararını bozarak, davaya son noktayı koydu. Ayrıca, kararın gerekçesinde, sözkonusu yazının “sadece fikir tartışması seviyesinde ele alınması gereken bir kanaat beyanı” olduğunu belirtti. Bu çerçevede İstinaf Mahkemesinin, hem 1881 yılında yürürlüğe giren Basın Kanununu hem de yukarıda belirttiğimiz Avrupa Sözleşmesinin 10. maddesini ihlal ettiğini belirtti.
Görüldüğü gibi, neyin ırkçılık olduğunu, neyin ifade ve kanaat özgürlüğü sınırları içinde ele alınması gerektiği konusunda hukuk alanuında bir tartışma sadece Türkiye’de yaşanmıyor. Bize özgü olan, bu tartışmanın kaba bir milliyetçi benlik kabarmasıyla damgalanmış olması ve yargının aklının da artık iyice karışmış olması. Kurtların sevdiği dumanlı hava zaten bu değil mi?