Siyasal olanı ekonomikleştiren, insan hayatının boyutlarını homo politicus'tan koparıp salt homo economicus'a eviren ve insanı piyasa aktörleştiren, sermayeleştiren, yurttaşdışılaştıran, ekonomik büyümeyi devlet yönetiminin meşruiyet kaynağı haline getiren ve demokrasi ilkelerini siyasi anlam düzeyinden ekonomik bir anlam düzeyine tahvil eden, hukuku ekonomikleştirip hakikati piyasalaştıran neoliberal rasyonalite, kurbanı nasıl tanımlar?
Neoliberalizm öncesi siyasi rasyonalite hakikat rejimini, homo politicus'un siyasal egemenlik söylemleri üzerinden kurgulamıştır. Siyasi olanın ekonomik olanı biçimlendirdiği bir dönemdir bu. Klasik modern ulus imgesinin çağırdığı dinî, ırksal ve benzer kaygıların, ekonomi modellerini yontma girişimlerinin yeri henüz ikame edilmemiştir; ekonomi, siyasi bir hedeftir. Neoliberalizm sonrasını, bu resmin tersinden okumak gerek; yani siyasi olanın ekonomikleştirdiği, işgal edildiği, ''toplumsal'' olanın terk edildiği bir dönem. Wendy Brown'un ele aldığı gibi, ''yurttaş fedakarlığı''nı kendi işleyişi için, ekonomik çıkarlar için vazgeçilmez kılan Neoliberalizmin, bir firma biçimine gelmiş ulusun yurttaşlarından talep ettiği, ''müşterek fedakarlık''tır; kemer sıkma politikalarının getirisidir bu. Bu talebi, devlet bürokrasisi ve iş dünyasındaki patronlar, birlikte çığırırlar. Neoliberal ekonomi öncesi ve sonrası ''yurttaşın feda edilişini'', Wendy Brown gayet yerinde ve şöyle tanımlar: ''Toplumsal sözleşmeye dayalı vaat-siyasi topluluğun (ya da yetkilendirilmiş bir çökeltisinin) içeriden ve dışarıdan gelen hayati tehlikelere karşı bireyi güvence altına alacağı vaadi yerine, artık tek tek homo economicuslar, makroekonominin buyrukları doğrultusunda meşru bir şekilde feda edilebilmektedir.''[1]
Neoliberal ekonomi öncesinde ve sonrasında, kemer sıkma-aç bırakma politikaları, hem dinî hem de seküler siyasi retoriklere birlikte bürünüyor olmak açısından ortaklaşırlar.
Bu birlikteliğin siyasi retorikteki karşılığı, ''kutsal yeryüzü hükümdarlarının'', ölüm sembolleri üzerinden konuşan Tanrı ontolojisini olumlamaları ve onu üstlenmeleri, ulus içinden seçilecek kurbanları siyasi erkleri için adak olarak sunmaları ve geri kalan ''makbul'', ''kutsal'' vatandaşların bu feda ediş karşısında Rousseau'nun tanımlamasıyla sivil din ile karşılığını bulan toplum sözleşmelerine bağlılık yeminlerini pekiştirmeleridir. Ne de olsa, Terry Eagleton'un hem Holy Terror’da[2] (Kutsal Terör) hem de Radikal Kurban'da[3] yazdığı gibi; kolektif bellek yitimi üzerine kurulu medeniyetler, yaşamın kırılganlığı ve değerliliğine dair hissiyat tazelemede, ''ortadaki pisliğin kaldırılmasında'', kurbanın yitimine ihtiyaç duyarlar.
Bahsettiğim, ölüm sembolleri kullanarak, kurbanlara kendilerini mülksüzleştirme iradesini dayatıp adak toplayarak, Tanrı hükümlerinin hükmedenler üzerinden sağlamlaştırıldığı bir vaziyet. Bu ölüm sembollerinden en dikkat çekeni açlıktır. Tanrı, hükmeden olarak ''seçtiği'' kurbanlarını açlığa mahkûm eder, onları mülksüzleştirir; yeryüzünde onun ''yetkisini paylaşanlar'', ''hükümdarlar'', ''diktatörler'', bu açlık taksiratını O'nun yerine uygularlar. Cemaatte kimlerin günah keçisi ilan edileceği, Rene Girard'ın Şiddet ve Kutsal kitabında[4] değindiği gibi, yıkım ediminin üzerine kurulacak toplumsal uyumun beslendiği şiddet dili ile -ulus-devletin ideolojik formasyonuyla- alakalıdır. Başka bir ifadeyle, siyasi erkin uygulanabilmesi, kurban pratiğine bağımlıdır ve aç bırakarak feda etme, bu kurban pratiğine bir örnek teşkil eder.
Kemer sıkma politikaları, açlık politikaları, neoliberalizm öncesinde, siyasi rasyonalitede nasıl karşılık buluyordu? Bu kriz dönemlerinde, toplumsal bir aradalığı sağlama süresince, kimler kurban ediliyordu?
Neoliberal rasyonaliteden önce, kriz dönemlerindeki kemer sıkma politikaları, ulus-devletlerin toplumsal sözleşmelerinden doğan ''ötekilerini'', ''kutsal olmayanlarını'' kurban etmiştir. Kemer sıkan yurttaşlar, kurban edilen bu ''kutsal-dışılar''a tanık oldukça, yurttaşlık yeminini tazelerler.
Nazilerin açlık politikaları buna yerinde bir örnektir. Gesine Gerhard, Nazi Hunger Politics’te[5] (Nazi Açlık Politikaları), bir ölüm sembolü olarak açlığın, Naziler tarafından, ''organik toplum'' yaratmak için belirlenmiş kurbanlar üzerinde, hangi politikalarla uygulandığını anlatırken, Ari ırktan olmayanların nasıl mülksüzleştirilip ''Nazi diyeti'' doğrultusunda aç bırakıldıklarını anlatır. Kafka'nın Açlık Sanatçısı'ndaki gibi, kurbanların açlıklarının Arilere seçilmiş olduklarını hissettirmek üzere nasıl sergilendiğini, yetersiz beslenmeden dolayı kurbanların nasıl katledildiklerini resmeder. Nazi besin propagandasının, ''Alman ekmeği'' yemekten mahrum bıraktığı insanlar, ''yeterince Alman'' olmadıkları için, yaşamak için yeterli kalori almaya layık görülmezler. Mülklerine el konulur ve onlardan arttırılan besinler, makul vatandaşların karnını doyurur. Bu doyurulan vatandaşlar, kemer sıkma politikalarına böylelikle daha dayanıklı hale gelirler… Ekonomik krizi, kendini ''Kutsal Roma İmparatorluğu''nun mirasçısı addederek ve ''günah keçilerini'' seçerek görünmez kılmaya, siyasi erkini bu yolla güçlendirmeye çalışan ''Führer''in Üçüncü Reich yaratımı, aç bırakılan kurbanlara isnat edilmediği takdirde, siyasi erkin nasıl olup da yaratılabildiği, ''Ari ırk kolonisinin'', fiziksel ve sembolik şiddet yoluyla nasıl oluşturulabildiği anlaşılamayacaktır.
Benzer bir örnek, Varlık Vergisi ile Aşkale'ye yollanan ''gayrimüslimler'' üzerinden okunabilir. Bu süreçte, ''makul öteki''yi seçip kurban ederek ekonomik krizi gölgeleme tavrı güdülmüş, ''çoğunluğun gayrısı'' -kutsal olmayanlar- addedilen topluluklar, aç bırakılıp mülksüzleştirilmiştir. Böylelikle siyasal erk, sembolik şiddet vasıtasıyla pekişmiş ve kriz, ''kurbanın iktidara ve makul vatandaşlara adanmasıyla'' savuşturulmaya çalışılmıştır. Aşkale'de mülksüzleştirilen Yorgo Hacıdimitriadis'i ''geçen tren yolcularından ekmek isteten''[6] açlık, ölüm ve onu ''dışarıdakilere'' seyirlik kılan politika, açlık taksiratını toplumsal sözleşme gereği ''kutsal olmayanlar'' üzerinden uygulayan iktidar tarafından, ''yeryüzünde Tanrı'nın yetkisini paylaşanlar'' tarafından işler kılınmıştır. Adak olarak ''iç düşman siyasal öteki'' tercih edilmiştir.
Pierre Bourdieu, aç bırakmanın sembolik şiddetin nasıl olup da bir unsuru olduğuna, Cezayir üzerine gözlemleri sonucunda varır.[7] O vakit Fransız sömürgesi olan Cezayir'de, ''fakirlik ekonomisi'', ''varoş ekonomisi'' ismini verdiği durumu fotoğraflar Bourdieu. Cezayirliler, Fransız sömürgesi dolayısıyla, haysiyetlerini, kendi hayatlarına sahip çıkabilme yetilerini kaybetmiş, aç bırakılmış, mülksüzleşmişlerdir. Yine de kendilerine olan saygılarını yitirmemek için, kendi mantığı ile işleyen bir düzen (varoş ekonomisi) tutturmaya çalışmışlardır. Hıristiyanlık dışı dinî inançları, kılık kıyafetleri, tavırları, aslen ''varlıkları'', sembolik şiddetin saldırısına uğramıştır. Uygulanan sembolik şiddet, ''öteki olmayanı'' doyurmak, ''fedakârlıklarını ödüllendirmek'', onları zenginleştirmek, siyasi erki onaylamalarını sağlamak içindir.
Verdiğim örnekler, neoliberalizm öncesi ''yurttaş fedakarlığının'' ve ''kurban edilişin'' çehreleri üzerineydi. Peki ya neoliberal rasyonaliteden sonra?
Neoliberal ekonomi, toplumun bir kesiminin, yani ''topluluk içine yayılmış ihtilaf unsurlarının'' günah keçisi ilan edilip kurban edilmesiyle tatmin olmaz. ''Müşterek fedakârlık'' gereği, devlet başkanlarının ve iş dünyasının patronlarının salık verdiği herkes kurbandır. Neoliberal yurttaş, fedakarlığa ortak olan yurttaş, açlık politikaları karşısında tevekkül göstermelidir. Brian Nail'in tanımlamasıyla, bu haliyle yurttaşın, ''homo sacrificus''a, yani varlığını, hayatının tamamını neoliberal ekonomiye kurban eden, adak olarak sunan bir insana dönüşümünden bahsedilebilir.[8] Kendini kurban olarak sunarken kulağına dinî kelamların çalınması, homo sacrificus'un yok oluşunun, ''öldürmeye ve yaşatmaya muktedir yeryüzü Tanrıları'' tarafından takdis edilmesidir.
Şu an, neoliberal ekonomi politikaları sonucu Türkiye'de iktidardakilerin ve iktidarın gücünü paylaşan iş dünyasının takdir ettiği kurbanlar, günah keçileri hepimiziz. İktidarın bize çığırdığı dualar da, ''müşterek fedakarlığımız'' sonucu öleduruşumuzun kutsanması. Açlık politikalarının derdest edilmesinin yolu, neoliberal ekonomi politikalarını, bu politikaların aktörlerinin ''homo sacrificus'' yaratma motivasyonlarını sorgulamaktan geçiyor. Tabii, neoliberal ekonomi politikaları öncesindeki ''günah keçisi'' yaratımlarının, neoliberal rasyonaliteyi kuvvetlendirdiğini ve açlık politikalarına çözüm üretmek gerekiyorsa, bu tarihsel devamlılıkla yüzleşmek ve sorumluluğunu almak gerektiğini de kabul etmek gerekiyor.
[1] Wendy Brown, 2018, Halkın Çözülüşü: Neoliberalizmin Sinsi Devrimi, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, s. 255.
[2] Terry Eagleton, 2005, Holy Terror, Oxford University Press.
[3] Terry Eagleton, 2017, Radikal Kurban, çev. Aslı Önal, Metis Yayınları.
[4] Rene Girard, 2019, Şiddet ve Kutsal, çev. Necmiye Alpay, Alfa Yayınları.
[5] Gesine Gerhard, 2015, Nazi Hunger Politics: A History of Food in the Third Reich, Rowman & Littlefield.
[6] Ayhan Aktar, 2011, Yorgo Hacıdimitriadis'in Aşkale-Erzurum Günlüğü (1943), İletişim Yayınları.
[7] Pierre Bourdieu, 2012, Picturing Algeria, Colombia Book.
[8] Brian W. Nail, ''Homo Sacrificus': Sacrificial Economization and Neoliberal Subjectivity'', Law's Sacrifice: Approaching the Problem of Sacrifice in Law, Literature and Philosophy, Routledge.