Her şey geçen sene AKP’nin sözcüsü olan Mahir Ünal’ın kendisine “Bizi mahvettiniz,” diyen genç bir çiftçiye “Cebindeki telefonu kaça aldın?” diye sormasıyla başladı. Bu soru bir kitleye öyle makul geldi ki sokak röportajlarında gittikçe artan bir şiddette gençlere “Çıkar telefonunu göster!” diyen 50 yaş üstü adamlar görmeye başladık. Öyle ki bu adamlar bir neslin zihnine çıkartelefonugösterdayıları olarak şimdiden kazınmış durumda.
Neden bilmem, bana tanımadığımız erkeklere yakıştırdığımız “amca” ve “dayı” ifadeleri arasında bir fark varmış gibi gelir. Zihnim “amca”yı kentli bir dekora yakıştırırken “dayı”ya köylülüğü yakıştırıyor. Bu bana has olabilir fakat “Çıkar telefonunu!” diyen adamlarda kentliliğe, hatta internetin artık bazı ülkelerde temel hak olarak görüldüğü yeni dünyaya uyum sağlayamamış bir bağnazlık bulunduğu kesin.
“Bu kadar geri kafalı, gerizekâlı işte, köylü.” Bu cümleyi kuran kişinin tipik bir Anadolulu gibi konuşan, yedi çocuk babası, kasketli ve ilkokul mezunu altmışlı yaşlarda bir adam olduğunu söylemesem muhtemelen telefonlarını “Çıkar göster!” diyenin ağzına sokmak isteyen veya buna yeltenen gençlerden birine ait olduğunu zannedebilirdiniz. Alıntıyı 6 ilde 18-40 yaş arası çocuğu olan 36 erkekle doktora tezim için yaptığım derinlemesine görüşmelerden birinden aldım. Ben görüşmeleri yaparken çıkartelefonugösterdayıları henüz yoktu fakat “Çıkar telefonunu göster!” görüşmecilerin hatırı sayılır bir kısmının cephanesinde hayattan şikâyet eden bir gençle karşılaşmayı bekliyor diyebilirim.
Araştırma nitel bir araştırma olduğu için genellemek mümkün değil elbette ancak bir neslin ruhunu anlamak için yeteri kadar hikâye dinlediğimi iddia edebilirim. Görüştüğüm erkeklerin 50 yaş üzeri olduğunu belirterek hepsinin çocukluklarının acı çeken çocukların Türkiye’nin afektif veya duygulanım dünyasında sembolik bir yerinin olduğu yıllarla çakıştığını söylemeliyim. Entelektüeller bu durumu 1970’li yıllarda alt sınıf mekânların duvarlarını süsleyen, 1980’lere gelindiğinde de tüm bakkallarda, kahvehânelerde ve işyerlerinde Atatürk’ün ve 1980 darbesinin lideri ve dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren’in portresinin hemen yanında kendine yer bulan ağlayan çocuk posteri üzerinden anlamlandırmaya çalışmışlar.[1]
Posterin giderek artan popülerliğinin ülkeye gelen turistlerin bile ilgisini çektiğini düşünürsek bunun boş bir çaba olmadığını söyleyebiliriz. Önce bu popülerlik çocuklara karşı nerdeyse ulusal düzeydeki suçluluk duygusuna yorulmuş. Buna göre, suçlu yetişkinler ağlayan çocuğu günah çıkartırcasına sahiplenmişlerdir denilmiş.[2] Ancak Necmi Erdoğan Martin Stokes’in arabesk kültürle ilgili bir anekdotunu aktararak ağlayan çocuğun aslında “içimizdeki garibanlığın” bir temsili olduğunu ifade etmiş. Stokes, arabesk kültür üzerine araştırma yürütürken bakırcı bir gençle yaptığı görüşmede genç, kendini çaldığı kebabı kardeşine verdikten sonra kendisi aç kalan film kahramanı Acıların Çocuğu Emrah’a benzetir. Zira kendisi de çocukken fırından ekmek çalmak zorunda kalmıştır. Stokes bakırcı gencin, film sahnesini ve kendi yaşadığı olayı arabesk bir anlatıda birleştirerek herkesin içinde bir gariban barındırdığını ima ettiğini söyler.[3] Buna uygun olarak, Nurdan Gürbilek de her yerde karşısına çıkan postere bakan yetişkinlerin ağlayan çocukla özdeşleştiğini ve o ağlayan çocuğun nezdinde kendilerine acıdıklarını ifade eder. Nitekim, 1960’lı ve 70’li yıllardaki edebiyat ürünleri de, onlardan uyarlanan filmler de acı çeken iyi kalpli çocuk temasını bolca işler. Karakterler ne kadar kötü muamele görürse görsün iyiliklerinden, erdemliliklerinden asla taviz vermezler. Tüm bu filmler acıya karşı gösterilen dirayeti ulusal bir değer olarak yüceltir ve çocukken çekilen çilenin sağaltıcı bir yönü olduğunu müjdeler. Acı çeken çocuk büyüyünce örnek bir yetişkin olacaktır. Gürbilek, Ayşecik, Ömercik, Sezercik ve Yumurcak filmlerinin yetişkinler tarafından da bolca izlenilmesini buna yorar.[4]
Görüştüğüm erkekleri daha iyi anlamak için çocukluklarını geçirdikleri dönemin kültürel iklimine dair yaptığım araştırmada karşıma çıkan bu ağlayan çocuk posterini sosyal medya kullanıcısı olan veya Avrupa Yakası’ndaki Burhan Altıntop karakterini tanıyan herkes muhakkak biliyordur. Fakat entelektüelleri ardından sürükleyen bir cezbesi olduğunu öğrenmem, görüşmecilerin elektriği olmayan bir köyde yetişmenin, hurda toplayıp eskiciye satarak bir çift ayakkabı almanın, köye sebze-meyveci geldiğinde ağlayan kardeşine armut yedirebilmek için arpadan başka verecek bir şeyi olmamanın, okula yalınayak gitmenin, sınıftaki sobaya yakacak getirmediği için öğretmenden dayak yemenin, bir teneke yağ için her gün en az bir saat yürüyerek gidilen bir işte bir ay çalışmanın, bir dilim ekmek çaldığı için dayak yemenin ve başı bile okşanmayan, hatta çalışmak istemediği için annesinden ve babasından dayak yiyerek büyüyen bir çocuk olmanın ne demek olduğunu anlatmak için kelimenin gerçek anlamıyla yanıp tutuştuğunu görmemle mümkün oldu. Cümleler genellikle “Siz bilmezsiniz” ile başlıyor ve bazen anlatılan hikâyelerin içinde kendilerinin aksine iyi bakılan, başı okşanan, istediği herhangi bir şey hemen alınan çocuklar da oluyordu. Yani ortada kendi yoksul ve sevgiden yoksun çocuklukları ve bazı görece daha iyi bakılan kentli çocuklar vardı ve bu durum görüşmecilerin toplumsal arka planlarından bağımsız olarak jenerasyonel bir ortaklıktı. Bu nesli tanımlayan his kesinlikle onları her yerinden kavrayan bir mağduriyet hissiydi.
O nedenle, bir süredir ne zaman sokak röportajlarında “Çıkar telefonunu göster!” diyen bir adam görsem kendi kendime işte diyorum, ağlayan çocuk dile geldi. Yaşadıkları şeyler başlı başına travma ancak bireysel düzeyde değil, yukarıda belirttiğim gibi bir jenerasyonun travması.
Travma kelimesine artık hepimiz alıştık. Nelerin travma olduğunu konuşabiliyoruz. Ancak son zamanlarda duymaya başladığımız bir terim daha var: travma tetikleyici. Yaşanan travmatik bir olayı çağrıştıran faktörleri tanımlamak için kullanılıyor. İlk olarak Birinci Dünya Savaşı’nın ardından savaşla ilgili olumsuz uyaranlar için kullanılmış, daha sonra başka travmaları da içerecek şekilde genişletilmiş.
Bir şeyi aşırı uçlara çekerek saçmalaştırmaya çalıştığımı sanmayın; bu ifadeyi duyduğumdan beri sokağa her çıktığımda etrafıma travma tetikleyici olmayan herhangi bir şey var mı diye bakıyorum. Benim için herhangi bir apartmanın merdivenlerinden inerken veya çıkarken herhangi bir daireden gelen televizyon sesleri tetikleyicidir mesela. Bir dönem panik bozukluk yaşamış biri olarak tetiklenmenin ne demek olduğunu bildiğimin altını da çizmek istiyorum. Yani terimi kesinlikle hafife almıyorum. Fakat ithal ettiğimiz bu kavramın, menşei olan coğrafyalardaki popüler sorunsallar nelerse onlarla sınırlı tutularak ama gevşekçe kullanıldığını düşünüyorum, yani kimlik siyasetinin bir sonucu olarak kimlik sorunsallarıyla ilgili birçok şeyde. Mesela ailesi kır kökenli olan bir üniversite öğrencisinin kozmopolit bir şehre yerleştikten sonra karşılaştığı kentsoylu akranlarının kıfayetlerinde gördüğü marka logolarının tetikleyici bir unsur olarak anlatıldığını hiç duymadık ama kolayca aile reisinin alım gücünün yetmediği bir yoksulluk hikâyesiyle birleştirip yarattığı gerilimi tahmin edebiliriz.
Ben de böyle bir şey yaparak görüştüğüm kişilerin hikâyelerine travma tetikleyici terimiyle yeniden bakıyor ve gençlerin elindeki cep telefonunun yoksulluk ve sevgisizlik içinde kıvranarak yetişmiş bir jenerasyon için travma tetikleyici unsur olma ihtimalini sorguluyorum. Cep telefonu artık sadece bir haberleşme cihazı değil, kendinize ait özel bir dünya inşa edebilmenizi sağlayan bir araç. İnternetle buluştuğunda kullanıcılarına müthiş bir kişisel manevra alanı sunuyor. Bu, Virginia Woolf’un anlattığı kendine ait bir odadan da fazlası, âdeta kendine ait bir dünya demek. O dünyaya ağlayan çocuğun gözünden bakarsanız göreceğiniz şey tahammülsüzlük ve öfkeden başka bir şey olmayacaktır. Bana kalırsa çıkartelefonugösterdayıları çocukların modern pedagojiyle yetiştirildikleri bir döneme ait olmadıkları için bu tetikleyici unsurun sebep olduğu tahammülsüzlük ve öfkeyi psikolojize edemiyorlar. Yani basitçe “tetiklendim” diyemiyorlar.
Kızılderililer çok hızlı yürüdüklerinde durup ruhlarının onlara yetişmesini beklermiş. Türkiye’de de bir jenerasyonun ruhu hâlâ teknolojinin alıp başını gittiği, tüketim kültürünün yaygınlaştığı serbest piyasa ekonomisine yetişemedi. Yazdıklarımın bu insanların bir savunması olduğu düşünülmesin, daha çok bir tercüme gibi düşünebilirsiniz. Yani basitçe, “Çıkar telefonunu göster!” demek “Tetiklendim ve bununla baş edemiyorum,” demek.
[1] Nurdan Gürbilek, “Child of Agony”, The New Cultural Climate in Turkey: Living in a Shop Window (New York: Zed Books, 2011), s. 121.
[2] Murat Belge, “Bir Poster”, Tarihten Güncelliğe (İstanbul: İletişim, 1997), s. 184.
[3] Martin Stokes, The Arabesk Debate: Music and Musicians in Modern Turkey (New York: Oxford, 1992), s. 131-132.
[4] Gürbilek, “Child of Agony”, s. 120-128.